ALLAH BİZE HANGİ GÜNLERİ VAAT ETTİ?
İSMET ÖZEL
.

Allah’ın bize bazı günleri vaat ettiği muştusunu yeniden veriyor İstiklâl Marşı. Nâzım Hikmet ideologisi gereği bu vaadi inkâr ediyor. Ona göre insan hedeflerini kendisi koyar ve hayatını koyduğu hedeflere göre tanzim eder. Sanki insan kendi doğumunu kendisi ayarlayabiliyormuş gibi. Eğer bir vesileyle öğrendiysek mensubiyetlerimiz ve aidiyetlerimiz olduğunu her an akılda tutalım. Eğer hiçbir vesile öğrenmemize sebep olmadıysa bu yazıyı vesile addedin. Mensubiyetlerimizin çoğu dışarıdan fark edilir. Zencilikten sıyrılmak isteyen kara derili adam saçlarını çıtır kıvırcık olmaktan kurtarsa veya bir Çinli göz kapaklarını ameliyat ettirerek çekik gözlü olmaktan kurtulsa bile gerek mensubiyet, gerekse aidiyet bakımından ne biri zenciliğin, ne de diğeri Çinliliğin dışına çıkabilir. Bütün kavimlerin ortalama standartları vardır. Bu yüzden bir insanın yüzüne bakıp (isabetli bir teşhiste bulunmasanız bile) tipik bir Norveçli veya tipik bir Sicilyalı diyebilirsiniz. Oysa bilmekle görevliyiz ki, insana yakışan insanlık mensubiyetle değil, aidiyetle başlar. Rusya’da doğmuş ve gelişmesini Rus kültürü doğrultusunda gerçekleştirmiş bir insan ömrünün bir evresinde tarihin yükünü omuzlayarak Türklük iddiasında bulunabilir, giderek bunu ispat da edebilir.

II. Cihan Harbi sonrasında “An American Way of Life” propaganda edildi. Soğuk Savaş günleriydi. SSCB’de sormuşlar: “Bu fabrika kimin?” . Aldıkları cevap şu olmuş: “Bizim, biz işçilerin”. İlk suali ikincisi takip etmiş: “Dışarıda park etmiş bir otomobil var. O kimin?” İkinci suale verilen cevap şartları izah eden hususiyette imiş: “Fabrika müdürünün.” Aynı sual cevap oyunu ABD’de de oynanmış. -“Bu fabrikanın sahibi kim?” -“Filânca zat.” –“Dışarıda park etmiş birçok araba var. Onların sahibi kim?”. –“Biz, işçiler.”  Bu hikâyecik Soğuk Savaş’ın bir şeyler ifade ettiğinin kabul edildiği günlerde birilerini güldürmüş olabilir. Şimdi artık bunu eğlenceli sayan ne sağda, ne solda insan kaldı. Bir yanda bütün gücüyle Ukrayna’ya ve İsrail’e destek olan ABD var, diğer yanda Rusluğun dayanışması hususunda halen Komünist fikirlere sahip kişilere de güvenen Rusya. Gazze şeridine sıkışıp kalmış kişilere kan kusturan İsrail’in yakın geçmişte, orta vadedeki geçmişte ve uzun, giderek en uzun vadede hangi dolapları çevirdiği gündeme getirilmiyor.

Kendisi Aydınlanmacı filozoflar arasında zikredilen Thomas Jefferson yurt olarak ABD’yi seçmiş aydınlardan Yeni Kıta’ya faydası doğrudan doğruya hissedilmeyen şeyleri taşımama talimatı verdi. Belki sırf bu yüzden “bilim” denilen şey II. Cihan Harbi’ne kadar Amerikan üniversitelerinde üvey evlat muamelesi gördü. Belki Sigmund Freud’un ABD’ye ayak basarken “Buraya veba getiriyoruz” demesi de sırf bu sebeptendir. Amerikan hayat tarzı mekanik bir şeydir. Evlerimizdeki elektrikli âletlerin hemen hepsi ABD icadıdır. Yani yapay olana içimizi ısındıran ABD’den başka bir ülke değildir. Öyleyse Allah’ın bize yapaylığı vaat ettiğini düşünmeği her şeyi ters taraftan anlamamızın girizgâhı gibi görmekten başka çaremiz yok. Yapaylığın zıddı olarak tabiî olanı zikredebiliriz. Modern çağ bizi sanayiin bir milleti yükselteceğine inandırdı. Dolayısıyla tarım ve hayvancılık geri kalmış ülkelerin meşguliyeti sayıldı. Oysa dünyada sanayi ürünleri ihraç etmeksizin zengin ve gelişmiş sayılan bir Yeni Zelanda vardı. Hayvancılıktaki başarılarıyla Hollanda, tarımdaki başarılarıyla İspanya dikkat çekiyordu.

Nâzil olan Kur’an insan ilişkilerinin zeminine yapılan gönderme demekti. Hesap gününde alnımızın ak olması bizim dünya hayatı boyunca küfürle ve küfrü ayakta tutan kâfirlerle çatışmağa hazır olmamızla sıkıdan ilişkiliydi. Ne zamanki kâfirin küfrünü görmezden geldik o zaman dünyadaki rahatlığı bir imtihan olarak görme hissinden uzaklaştık. Uzaklaşma kapitalizmin hegemonyasını yerleştirmenin bir aracı oldu. Ne demek kapitalizmin hegemonyası? Kapitalizm başından beri birikmiş ve mümkün olduğu kadar az elde toplanmış sermayenin üzerimizde baskı kurmasıdır. Birikmiş ve tekelleşmiş sermaye milâdın 1929uncu yılında büyük bir bunalıma girdi ve çıkış yolunun sosyalist tedbirlere başvurularak çözüleceği fikri güç kazandı. Buna mukabil J.M. Keynes sosyalist tedbirler olmaksızın çözüme ulaşılabileceğini gösterdi. Alış veriş hızlanacak ve piyasa canlanacaktı. Kapitalistlere “Canınız tehlikeye gireceğine o tehlikeyi banka hesabınız yüklensin” tavsiyesinde bulundu. Bu formül işe yaradı ve yaşayabilir bir kapitalizmin temelleri atıldı. Bankaların kasasındaki altın banknot ihracına esas olmaktan çıkarıldı. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Ticaret Örgütü gibi kurumlar beynelmilel ilişkilerde belirleyici konuma getirildi. Her insan faaliyeti bir destekleyici gerektiriyordu. Dünya nazarında İkinci Cihan Harbi sonrasında paran yoksa sen de yoktun. Bunun hepimizi hayrete düşüren vasfı şuydu ki, mazlumların, mağdurların, mahrumların sırtında taşındı kapitalizm.

Neden karanlıkta bırakılanların, haksızlığa uğrayanların, onlara nimetmiş gibi gösterilen eğlencelere ulaşamayanların sırtına kapitalizmin ağırlığı yükleniyor? Bu sualin cevabı bir başka sualde saklı: Günlük ekmeğini turistlere posta kartı satarak kazanan adama turizmin yaşanan ülkeye hangi zararı verdiğini nasıl anlatacaksınız? Kapitalizmin azami kâr oranı vaat etmeyen hiçbir yeniliği hayatımıza sokmadığını bilmelisiniz. Yani bize mübrem ihtiyaçmış gibi kabul ettirilen şeylerin gerçekte satılabilmesi halinde belli kişilere çok yüksek kârlar getiren şeyler olduğunu öğrenmek zorundasınız. Niçin öğrenmekten söz ediyoruz ve niçin bunun bir zorunluluk olduğunu belirtiyoruz? Çünkü başta yürümek ve ardından konuşmak bize öğretilir. Doğduktan sonra kendi başına bırakılan insanın en yakınında bulunan hayvanları örnek almaktan başka çaresi yoktur. Önündeki engelleri aşmak ve benzerleriyle iletişim kurmak bir insan topluluğuna mensup olmanın ön şartıdır. Akabinde topluluğun hep birlikte kat edeceği mesafe gelir. İşte başka her hangi bir din değil ve fakat İslâm’ın devreye girdiği yer burasıdır.

İslâm’dan önce bütün insanlar bidat ve hurafelerle dolu bir maneviyat biliyorlardı. İslâm peygamberinin kendisine Risalet verilmeden önce de “Muhammed-ül Emin” olarak tanındığı dikkatten kaçmamalıdır. Kur’an insanlığın bütün meşguliyet alanlarını tanzim eder. Kur’an varsa siyasi, sosyal, iktisadi ve ruhiyat bakımından farklı olduğu kadar üstün bir zümre de vardır. Bu yüzden insanları Müslimler ve gayri-Müslimler olarak ikiye ayırmak kolaydır. Müslümanların geçmişine baktığımızda gördüğümüz iniş ve çıkışlar elimizde insan oluşun sağladığı imkânların olduğunu gösterir. Bu imkânların en yarayışlı ve büyük olanının yeni bir hegemonya inşa etmemizden geçtiğini bilmemiz elzemdir. Gayri-Müslimler tarih içinde hürriyet arayışlarını bahane ederek bir yol yürüdü. Netice günümüzde Ukrayna’ya ve İsrail’e destek olan bir siyasi yapıdan başka bir şey değildir.

Biz Müslümanların Batı’yı taklit ederek hürriyet arayışına dalmamız felâketimiz oldu. Hiç tanımadığımız hürriyeti nasıl bulacaktık? Bulduğumuz şeyin hürriyet olduğunu fark edebilecek vasıfta mıyız? İstanbul’un işgali sırasında Türk topraklarında “aydın” sayılan insanların Fransız askerlerinin yollarda La Marseillaise söyleyerek yürümeleri karşısında hayrete kapılmaları dikkate değerdir. Bilmemiz gereken gerçek Müslüman toplumun insan hayatında güvenliğe öncelik tanıyarak sıhhati aradığıdır. Batı hâlâ hürriyetine kıskançlıkla bağlıdır. Batı’yı bir bahçe olarak bilen ve isteyene bahçıvan göndermeğe hazır olan Batılı giderek güvenliğini de hür oluşa bağlamış durumdadır. Batı’nın bize esaret üreten hayaletinden ancak İslâm hegemonyası ihdas ederek kurtulacağız. Bu da ancak üzerinde kalmış birkaç meteliği tasadduk ederek meskenine tertemiz giren Peygamberin ümmeti olduğumuzu hatırladığımız zaman vuku bulacaktır.

İsmet Özel, 28 Zilkade 1445 (5 Haziran 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.