YIKAMAZSAN YAPAMAZSIN
İSMET ÖZEL
.

Ne yıkmağı ve ne de yapmağı birer tabiî vakıa sayabiliriz. Bize yıkmanın ve yapmanın nasıl birer insan davranışından doğduğunu aldığımız kültür öğretmiştir. Tarih bize tabiatın biri diğerinin zıddı gibi görünen yıkma ve yapma hadiseleriyle hiçbir zaman meşgul olmadığını öğretmelidir. Yıkmanın ve yapmanın birer tabiî vakıa olmadığına dair hükümle karşılaştığınızda aklınıza şu sual gelebilir: Yıkıcılıklarını tabiî afetler gözler önüne sermiyor mu? Elbette depremlerin, sellerin, hortumların, tsunamilerin, fırtınaların, heyelanların ve birçok başka tabiî afetin sebep olduğu yıkıntılardan haberdar oluyoruz. Gelin görün ki, tabiatın “Madem bunları yıktım, onların yerine daha iyilerini koyayım” diye düşündüğünü düşünmek hepimizi güldürür. Yani yerine daha iyisini çıkarmak kastıyla, niyetiyle eskisini yıkmak sadece insana mahsus yeni davranışlardan biridir. Yenidir çünkü Kur’an nâzil olmadan önce böyle bir şeyin vuku bulacağına kimse akıl erdiremiyordu. Kur’an bizi Yahudiliğin ve Hıristiyanlığın birer bâtıl itikat olduğuna inandırdı. Yıktı mı onları? Bakalım:

Gerek Yahudilere ve gerekse Hıristiyanlara göre Hz. Muhammed kendi tebliğ ettiği dinin Yahudiliğe ve Hıristiyanlığa hangi bakımdan yakın olduğunu anlatmağa çalışmıştır. Gerçek bu değildir. Kur’an okuyan herkes, Kur’an-ı Kerîm’i sadece mealinden okumuş olsa bile bunun gerçek olamayacağını bilir. Gerçek Âdem aleyhisselâmdan Resulullah Muhammed’e kadar bütün resullerin ve nebilerin aynı dini tebliğ etmiş olduklarıdır. Tevrat’tan ve İncil’den haberdar olan herkes bu metinlerin uğradığı tahrifatı kolayca fark edebilir. Dolayısıyla Haham ve Ruhban kültürü sebebiyle hataya kapılmaktan geri duran herkes hakikate sadakat noktasında İslâm’la bütünleşme hazırlığı içindedir. Müminler siyasi gücün temsilcisi oldukları dönemlerde Yahudileri ve Hıristiyanları dini inançları bakımından birer paranteze aldılar. Osmanlı kültür dairesi içinde Yahudilere “Musevî” dedik. Yani onlar Musa aleyhisselâm ’ın vazettiği “namus” un, şeriatın yürütücüleriydiler. Hıristiyanlara “Nasranî” dedik. Onlar da Müslümanların nazarında İsa aleyhisselâm’ın ümmeti kabul edildi. İslâm’ın Yahudiliği ve Hıristiyanlığı yıkıp yıkmadığı sualinin cevabını kendiniz verin.

Kur’an-ı Kerîm’in nâzil olması demek yeni bir çağın baş göstermesi demekti. Neydi yeniçağ? Yeniçağla birlikte ortaya tarih boyunca bilincimizde yer edinememiş bir “biz” çıktı. “Biz” her biri hür bireylerden oluşan bir birliği temsil ediyordu. Müslümanlar olarak biz Ramazanda, on iki ayın birinde bütün günümüzü oruç tutarak geçirir olduk. Oruç tutmak demek İmsak’tan akşam ezanı okununcaya kadar hiçbir şey yiyip içmemek ve cinsi hazdan uzak durmak demektir. Yani İslâm’ın aslına sadık kalarak bütün beşeriyete bizi hayatta tutan şeyin ve bizi dünyaya getiren şeyin maddi hiçbir dayanağı olmadığını ve canımızı tamamen Allah’a borçlu olduğumuzu ilân ederiz. Bunu ecnebiler yapmaz. Bunu “biz”den başka hiçbir dinin saliki yapmaz. İnsan varlık düsturunu diğer varlıkların aksine kurulu düzene başkaldırmaktan alan bir canlıdır. Bedenimize bakın: Tavşan canını kurtarmak için yokuş yukarı kaçmak üzere, insan ileri gitmek üzere yaratılmıştır. İslâm kelimesinin anlamı teslimiyet demekse sual hemen kafamızda belirecektir: Kime veya neye teslimiyet? Teslimiyet âlemlerin Rabbi olan Allah’adır.

Batı medeniyeti adı verilen şeyin ehemmiyete lâyık bir temeli yoktur. Bu medeniyete renk vermiş olan herkes Hıristiyanların XII. yüzyılından itibaren ıkına sıkına bir “hürriyet” davasından söz etti. Güya ne yapıp edip baskısız ve gürbüz bir topluma varmanın yolunu bulacaklardı. Avrupalılar kendilerini insanlığa ters düşen öyle bir girdaba kaptırdılar ki, bugün yeryüzündeki bütün toplumların başı dönmüş haldedir. Avrupalılar önce Antik Çağ’ın eserlerini aşıp aşamayacakları tartışmasına girdi. Aşamayız diyenlere muhafazakâr, aşabiliriz diyenlere modern adı uygun bulundu ve bu modernlik toplumda modernliğe karşı çıkanları da kuşatacak kadar yaygınlık kazandı. Günümüzde karşımıza “post-modern” adını alan bir eğilim çıktı. Post-modern tabirine meşruiyet tanıyacak olursak bazı insanların modernliği aştıklarını kabul etmemiz gerekecek. Oysa Batı kapıldığı girdapta günden güne derine iniyor. Özgürlük, ilke birliği, tutarlılık adına tu kaka edilen modernlik Batı âleminde antik çağda yine özgürlüğün, yine ilke birliğinin, yine tutarlılığın adına hayranlıkla uç veren modernliğin akla gelmeyecek formlar icat ederek ruhlara nakşedildiğini gösteriyor.

Hıristiyanların 1917nci yılı yani Rus Çarlığı'nın kanlı sonunu bize gösteren yıl XX. yüzyılın ilk çeyreğine rast gelir. Gelir dağılımında olduğu kadar tahsil hayatında da adaleti gözetmeği vaat eden Bolşeviklerin yedi yıl devam eden iç savaş nihayetinde tesis ettikleri totalitarizm XX. yüzyılın bitmesine on yıl kala siyasi haritadan silindi. Çin Komünist Partisi ABD’nin fason imalatçısı işlevini üstlenerek “dünyanın ümidi” fırsatını ele geçirmek imkânını yok etti. Yani kambur üstüne kambur konuldu. Güya köleci toplum örgütlenmesinden feodalizme, oradan da kapitalizme geçmiş diye bilinen dünya sosyalizmin kapitalizme alternatif olacak yeteneği gösteremediğine şahit olmanın ötesinde kapitalist hegemonyanın pekişmesinde bir kötülük görmediğini gösterdi.

Demek ki, Avrupa merkezli düşünme yönteminde bir hata var. Avrupa merkezli düşünme dışında bir yöntem daha var mı? Var. Türkler Avrupa merkezli düşünme dışındaki yöntemin sahibidirler. Osmanlı devleti görüntüsü altındaki siyasi birlik tek tek hiçbir Avrupa devletiyle savaşa tutuşmamıştır. “Biz” hep Haçlı ordularıyla savaştık ve her seferinde (Yavuz Sultan Selim’in Şark seferleri dışta tutulmak kaydıyla) onları dize getirdik. Osmanlı idaresi Fatih Kanunnamesi hesaba katılacak olursa erkenden gıpta edilecek bir İslâm idaresi olmaktan kendini uzak tuttu. Buna rağmen dünya ister istemez Hilâl ve Salip çatışmasına şahit oluyordu. Yeryüzünde Osmanlı İmparatorluğu vardır demek dünya üzerinde varlığını İslâm’la tezkiye eden ve mevzuu ne olursa olsun İslâm’la muaheze edilebilen bir devlet var demekti.

Birinci Cihan Harbi 1917’de Rus Çarını, harp sona erince de Alman İmparatorunu, Avusturya-Macaristan monarşisini ve nihayet Osmanlı İmparatorluğu’nu tarih sahnesinden kovdu. Bu vakıa Türk topraklarında “biz”e giydirilen Cumhuriyet idaresini ikinci Hicret’imiz olarak algılamamızı mümkün kılıyor. Birinci Hicret’te Mekke’den çıkarılmıştık. Hıristiyan XX. yüzyılının ilk çeyreğinde önce Mekke’den ve akabinde Medine’den çıkarıldık. Buna mukabil başımıza bunların geldiğine akıl erdirecek yöneticilerden mahrumduk. Halen içimizde müminlerin emiri olmağa talip bir seçkin zümre bulunmuyor. Yüz yıldır kırık dökük yaşıyoruz vesselâm.

İsmet Özel, 25 Muharrem 1446 (31 Temmuz 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.