İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Bir yanağına tokat yiyince diğer yanağını saldırgana göstermek eziyet görmekten hoşlanıyor olmanın bir belirtisi midir? Yoksa bu tavır saldırganın ahlaki zaafını işaret etmenin bir yolunu mu ifade ediyor? Hiç şüpheniz olmasın ki, ikincisi. Hayatını gününü gün etme dürtüsüyle yaşamaya ayarlamış olanlar ahlaki seviyenin dibini temsil ederler. Resul-ü Ekrem ahlakı tamamlamak üzere gönderildiğini söyledi. Demek ki insanların zihin gücü bir İslâm peygamberi olarak Meryem oğlu İsa’nın neyi tamamladığını kavramağa yetmemişti, yetmiyordu. Size Allah katında faizi haram kılmakla birlikte kan davası gütmeği yasaklayan dinin intikam almağa niçin mümtaz bir yer ayırdığından söz edeceğim. Mümtaz bir yer ibaresine başvurmamın sebebi nedir? Kur’an şairlerin cazibesine sadece yoldan çıkmışların kapılacağını belirttikten sonra haksızlığa uğrayanların intikam almak gayesiyle şiir yazmalarını yerinde bir davranış sayıyor. Kur’an-ı Kerim’de kimlerin şiir yazma ruhsatına sahip oldukları sıralanırken İslâm’ın sınırları içinde kalmanın memnuniyetini dile getirenler zikredildikten sonra intikam davası güdenlerin anılması bizi düşündürmelidir.
Hasan el-Benna’nın Kur’an tilâvetini dinleyenlere bu vakıanın tesiri sorulduğunda onların “Adeta ilk defa indiriliyormuş gibi” ibaresini kullanmaları ibret vericidir. Müslümanların esareti onlar aralarında Asr-ı Saadet’i canlandırmadıkça son bulmayacaktır. Resul-ü Ekrem mescitte namaz kılınırken huzurda bulunmayanlara “Sizi bu şereften mahrum kılan nedir?” mealinde bir sual sorar. Aldığı cevap “Abdestimiz yok” olur. Bunun üzerine Allah Resulü iki eliyle kollarını toprakla mesh ederek “Böyle yapmanız yeterdi” cevabını verir. Bu hadiseden haberdar olan bir modernist Müslüman abdesti kol sıvazlamaya indirgeme hevesine kapılabilir. Oysa zikrettiğim vakıa ahlâkın yüksekliğine işarettir. Her Müslüman kıldığı namazın kendine ne ilâve ettiğinin ve namazdan uzak durmanın kendine ne kaybettirdiğinin bilincine varmalıdır.
Müslüman olmak cehaletten kurtulmanın ilk adımıdır. Bu yüzden Kur’an-ı Kerim’den haberdar olmayana biz Müslümanlar cahil deriz. Günde beş vakit namaz kılmak günde beş vakit küfürle, cehaletle savaşıyor olma durumunun benimsendiğini gösterir. Kur’an bilgisi olmayana âlim demek kâfirlerin payına düşer. Bâtıl demek butlana uğramış mânâsına gelir. Bu son derece kolay anlayışı burada dile getirmemin sebebi nedir? Sebebi benim naklettiğimden daha kolay anlaşılabilecek bir gerçeğin bulunmasına rağmen Müslümanların kahir ekseriyetinin buna aldırmayışında yakalayabiliriz. Kur’an-ı Kerim’in indirilmesiyle Tevrat ve İncil butlana uğramıştır. Musa’ya ve İsa’ya birer kitap verilmiş olması İslâm nazarında Yahudilere ve Hıristiyanlara meşruiyet sağlamaz. Yani Yahudiler ’in ve Hıristiyanlar’ın inançları bâtıldır. Meşru olan Müslüman erkeklerin Kitaplı dinlere mensup kadınlarla yaptıkları evliliklerdir.
Bilgi ve bilinç arasındaki farka hassasiyetle dikkat edelim. Şahsiyetimiz uhdemizdeki bilgiyle değil, kalbimizdeki ve/veya gönlümüzdeki bilinçle şekil alır. Bilinç ise mücerret değil, hayatımızda karşılığı olan bir şeydir. Edmund Husserl ’in dediği gibi bilinçten bahsediyorsak bir soyutlamadan değil, bilgi sahamızda mevcut olan bir şeyin bilincinden bahsediyoruzdur. Osmanlı Devleti’nde en önemli şey bilinç idi. Devletin seyfiye-kalemiye-ilmiye olarak üç kola ayrılmış sınıfları vardı. Devlet sınıfları devlete ait olmanın bilinciyle yaşıyorlardı. Seyfiye sınıfına mensup yani kılıç ehli olanların ebeveyni çoğunlukla Yeniçeriliğin geçerli olduğu günlerde Hıristiyan olduğu için sosyal işleyişin ne minval üzere cereyan ettiği zamanında meşkûk idi ve halen öyledir. Kalemiye adından anlaşılacağı gibi devletin emir kulu idi. Geriye İslâm müdafii olarak sadece İlmiye sınıfı kalıyordu. Bu sınıfa mensup kimseler çocukluğundan itibaren din bilgisiyle haşır neşir olduğundan III. Selim saltanatına kadar “Din asıldır, devlet onun feridir” ilkesine bağlı olarak görevlerini elinden geldiğince yapageldiler. III. Selim saltanatı sırasında harp sahasında Osmanlı’nın tattığı mağlubiyetler masada devleti öyle hükümler altına imza atmağa mecbur bıraktı ki, bu mecburiyetler ulemanın anlaşmaların İslâm’a uymadığı yolunda itirazlarına yol açtı. Devletin menfaatlerinin İslâm’dan önde tutulmasına razı âlim bulmak hiç zor değildi. Böylece yukarıda zikrettiğim ilke tersine çevrildi. Devlet esas sayıldı ve din onun feri durumuna düşürüldü.
Daha ilk mektepten itibaren bize Osmanlı Devleti’nin bir yükselme, bir duraklama ve bir de çöküş devri olduğunu öğrettiler. Batılı tarih görüşünü yaşatanlar Osmanlı hâkimiyetinden ve bilhassa Balkan hâkimiyetinden o derecede şikâyetçi idilerdi ki, aradan yaşanan yıl sayısına bakılırsa en uzun diyebileceğimiz “duraklama” devrini çıkarıyorlardı. Yani yükselme sona erince Batılılara göre çöküş başlıyordu. Bu tıpkı analitik felsefenin babalarından sayabileceğimiz Bertrand Russell’ın yazdığı felsefe tarihine Martin Heidegger’i dâhil etmeyişi gibiydi. Duraklama devrini var eden ve diğer devirlerden uzun kılan şey halkın itikadına bağlılığından başka bir şey değildi. Halk savaşa gidiyorsa “gâvur kırmağa” gidiyor ve çocuklar medreseye gidiyorlarsa din bilgilerini artırmak ve itikatlarını gerekçelendirmek amacıyla gidiyorlardı.
Osmanlı Devleti başlangıçta cihat fikrine sadakatin eseriydi. Gaza Beylikleri diyar-ı Rûm’u İslâm’la tanıştırmakla yetinmedi, yaşadığımız toprakların İslâm ruhunu emmesini de sağladı. Bu emişte eksik kalan bereketin cihan şümul vasfıydı. Bereketi Müslüman aile sofrasının bereketine indirgedik. Bu indirgenişin birçok mazereti bulunabilir; ama İstanbul’un fethinden sonra Fener Patrikliğiyle münasebetlerin, Ermeni Patrikliğini ihdas etmenin ve Hahambaşı ile uzlaşmaların mazereti yoktur.
İsmet Özel, 27 Şaban 1446 (26 Şubat 2025)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün