EBCED HEVVEZ HUTTİ KELEMEN

Hevvez, hutti, kelemen 

Ben bu işe gelemen 
Bacaklarım gısacuk 
Falakaya giremen 
(Türk çocuklarının bir tekerlemesi) 
 
Laura, Laura, Laura 
Don’t spit on the floor-a 
Use the cuspidor-a 
That’s what it is for-a 
(Amerikalı çocukların bir tekerlemesi)
 
 
Dünya bir şekilden bir başka şekle girerken Türkiye tutulan hesabın ihmale gelmez kalemlerinden biri durumundadır. Kuzey Kıbrıs’la veya Kuzey Irak’la bir alacak-verecek davasına duçar olarak, Afganistan’la veya Arjantin’le emsal gösterme derdine duçar olarak... Dünyanın ve dünya olaylarının Türkiye’yle münasebet halinde bulunduğu kabul edilen bölgelerinde eğer bir mesele doğmuşsa çözümde oynadığı veya oynayacağı rol bakımından bir ülke ve bir devlet olarak Türkiye’nin ikinci sıraya düşürülemeyişi dikkatlerden kaçmamalıdır. Yeri ilk sırada bulunan ülkelerden biri mi Türkiye? Hayır. Dünyanın biçimi konuşulurken Türkiye’nin ne dediğine, ne diyeceğine kulak kabartılıyor mu? Hayır. Yine de Türkiye’nin yok sayılmasıyla birlikte bir tedirginlik kaynağının doğmasından endişe ediliyor. Türkiye’nin adı “güçlü” ülkeler arasında anılmıyor, burası doğru; ama daha doğru bir husus daha var: Türkiye adının “önemsiz” ülkelerle yan yana anılması gerektiğini hiç kimse, Türkiye’ye lânet okuyanlar bile söyleyemiyor. Mustafa Kemal, Aralık 1921’de “Haddimizi bilelim.” demişti. Aradan geçen seksen sene boyunca, haddimizi bilmek ne kelime, mahdutluğuyla maruf bir ülke olarak kumaşımız sıcak suda yıkanmış saf yünlü kumaş gibi öyle bir “çekti” ki Türkiye artık ona biçilen kıyafetle vücudu örtemiyor. Türkiye’ye esvap olur diye tahsis edilen kumaş küçüle küçüle setr-i avret için bile kifayet etmez oldu. Buna rağmen Türkiye’nin mevcudiyetine düşmanlık duyanlar hâlâ rahat bir nefes alabilmiş değil. Türkiye’nin sadece “var” olması yürürlükteki dünya şartlarından en çok faydalanan kesime huzursuzluk veriyor. Bu huzursuzluğa Türkiye’de yaşayan herkesin bir mim koyması gerekiyor. 
 
Kazancını Türkiye’nin kayıplarıyla artıranların bildikleri bir şey var. Onlar Türkiye’nin önemini biliyor. Üstelik onlar Türkiye’nin fark edilen öneminin zengin doğal kaynaklarından gelmediğini de biliyor. Türkiye’nin taşıdığı önem modernliğe ilişkin bir tarih perspektifi dolayısıyladır. Bu önem sebebiyledir ki Türkiye alenen ve fütursuzca zarara uğratılabiliyor, oyuna getiriliyor, haksız muameleye tâbi tutuluyor; ama her nedense Türkiye’yle kurulan münasebetler onun varlığını küçümsemek suretiyle gerçekleştirilemiyor. Türkiye’de söz sahibi unsurların (gerek sermaye çevrelerinin, gerek asker-sivil bürokrat kadroların, gerek medya kuruluşlarının ve gerekse siyaset erbabının) tarih bilinci bakımından acınacak bir durumda bulunmalarına rağmen Dünya Sistemi hiçbir zaman Türkiye’nin dizginlerini gevşek bırakma riskine girmiyor. Türk tarafı neyin ne olduğuna vâkıf değilse bile ‘karşı taraf’ anasının gözü. Karşı taraf Türkiye’nin Türkiye olarak kaldığı müddetçe bu ülkenin bir gün kendisini (Türkiye’nin karşısında yer alan tarafı) can pazarına uğrayacak derecede uğraştıracak bir makam kazanacağını gayet iyi biliyor.
 
Türkiye’nin yerküre üzerindeki özel anlamı “kökü mazide olan âti” olması sebebiyledir. Dünyada varlığı yüzünden gelecek vâdeden yegâne ülkenin Türkiye olduğunu söyleme durumundayız. Bunu söylemenin bir züğürt tesellisi yerine geçtiği kolaylıkla ifade edilebilir. Yahut Türkiye’ye dünyada “havalı” bir yer tahsis etmeye gayret edenlerin aşağılık duygusundan hız alan boş bir böbürlenmenin kurbanı oldukları dile getirilebilir. Eğer Türkiye’ye üstün bir yer tanımak palavracılık değilse sözü edilen üstünlüğün hangi dayanaklara sahip olduğu meraka değer. Ben hayalperest bir insan değilim. Türklüğün dünyada başat duruma geçeceğinin hayalini kurmuyorum. Dünyanın rezil ve sefil şartlarını alt etmede Türklüğün ve Türkleşmenin bir imkân sunduğunu savunuyorum, o kadar. Böyle yaptığım için Türkiye’nin gerek dünyanın aldığı ve alacağı şekil bakımından ve gerekse insanlığın kurtuluşu bakımından önemini vurguladığım zaman şartların en müşahhas mahiyette olanlarını göz önüne alıyorum. Dünyanın halini net olarak şu şekilde tasvir edebiliriz: 
 
Dünyada yürürlükte olan düzen merkez-çevre (Frenkçe söylersek metropol-peripherie) bağlantısı içinde bir hegemonyayı yansıtır. Bu düzenin tesisine yol açan kapitalizm ABD’de billûrlaşmıştır. Kapitalist ilişkilerin ABD’de billûrlaşmasının başta gelen sebebi dünyanın bu yöresinde feodal geçmişin etkisinden masun bir sermaye gücünün tanzim edici rol oynayışıdır. Eğer yerküreyi ifsat eden hegemonyayı pekiştiren ilişkilerden kurtulmak isteniyorsa yani kapitalizme bir son vermeksizin insanlığın çıkış yolu bulamayacağı inancı hâlâ hayatiyet sahibiyse ikrar edelim ki çıkış yolunun ne kapitalizmin ıslahından, ne de onun yerini (kapitalist ilişkilerin dönüşüme uğraması demek olan ) sosyalizmin almasından geçmediği bir tecrübe sabittir. Geçmişi feodal ilişkilerle yoğrulmayıp da modern dünyada (de facto) varlık sahibi olmayı başarmış yegâne ülke Türkiye’dir. Bu ülke kapitalist gelişmenin gerçekleştiği ülke ve bölgelerle hem-hudut olmakla birlikte kendine mahsus bir iktisadi işleyişi son ana (kapitalizmin küreselleşme adını verdiği aşamasına) kadar korumuştur.
 
Türkiye diğer bütün “Batılı-olmayan” ülkelerden gerek kolonyalizme konu olmayışı bakımından ve gerekse “Batı” akıl düzeninin yeniden şekil verme çabaları karşısında tarihî konumundan devşirdiği bağışıklıkla hareket etmesi bakımından ayrılır. Olayların son dört yüz sene süresince akışı insanlığı iki insan tipinin karşı karşıya geldiği bir noktaya sürüklemiştir. Birinci tipe Amerikalı veya Amerikan tipi diyoruz. İkinci tipin adı ise Türk. Dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar insanların hepsi bu iki tipten birinin çemberi içinde yer almak mecburiyetindedir. Kapitalizm dünyayı Amerikan standartlarına uygun şekle sokmuştur. Tersi de doğrudur: Amerikalı deyince kapitalist millete mensup bireyi anlarız. Amerikanlık ve kapitalistlik öylesine kaynaşmıştır ki dünyanın her bucağında insanlar Amerikan’ca konuşmasa ve ABD ile vatandaşlık ilişkisi içinde olmasa bile Amerikalı sayılacak özellikler taşır. Buna mukabil Türklüğün yerini fark edebilmek için anti-kapitalist bir zihniyetin ufkunu kolaçan etmemiz gerekiyor. Eğer bu gezi sırasında tökezlemez de başlangıç noktamıza kavuşabilirsek irfanıyla zenginleşeceğimiz şey oluşumunu Dünya Sistemi’nin içinde gerçekleştirmemiş bulunan bir Türkiye’nin mahsulü sayılmakla iftihar eden ve en bariz vasfı Müslümanlık olan Türklüktür. 
 
Amerikanlaşmanın eninde sonunda Türkleşmeyle bir zıtlık yaratacağı gerçeğinin farkına varmak kâhin olmayı gerektirmiyordu. Gereken şey yalnızca vatan sevgisi ve haysiyetten ibaretti. Bu ikisinin, yani vatan sevgisi ve haysiyetin, “harc-ı âlem” veya “torbada keklik” olduğunu sananlar yanılırlar. Vatan sevgisi ancak zahmeti çekilen bir özümlemeyle ve engellere karşı verilen bir uğraş sonunda sahip olunabilen bir duygudur. Hiç kimse “Ben vatanımı seviyorum” deyip işin içinden çıkamaz. Tam tersine, bir insan “Ben vatanımı seviyorum’ sözünü sarf eder etmez bir işin içine girer, başına bir iş alır ve kimilerinin başına bir iş açar. Sahtekâr bir kimsenin de “Ben vatanımı seviyorum” demesi mümkündür ve umumiyetle bu sözü sahtekârlar güruhu söyler. Hâlbuki sürüyle sürüklenme sırasında vatan sevgisinden bahis açmanın kıymeti harbisi yoktur. Âlemle gelen düğün-bayram sırasında “Ben vatanımı seviyorum” sözünü sürülükten kurtulup millet vasfı kazanmış olanların hususiyetle ağızlarına yakıştırmaları şarttır. Haysiyeti önce edinmek ve o zamandan sonra da muhafaza etmek ise başlı başına bir titizliğin ürünüdür. 
 
Vatan sevgisi nasıl özümlenebilir (temessül edilebilir)? Vatan sevgisi hayvanî bir mahiyet arz edebilir, vatan sevgisi beşerî bir keyfiyete dayalı olabilir veya vatan sevgisi insanî bir durumdan doğup yankılanabilir. İnsanın vatanı doğduğu yer değil doyduğu yerdir diyenlerin vatan sevgilerinin hayvanî mahiyette olduğundan şüphe etmeye mahal yoktur. Hayvanî duygunuzla tatmin olmayı ve bir vatana sahip olmayı aynı kompartımana sığdırabilirsiniz. Duygularınız beşerî katmana yükselmişse vatan sevginize sebep olan kabı sizi hal-i hazırda tatmin eden araçlar değil, yetişme sürecinde alınan etkiler doldurur. Beşerî vatan sevgisi “bireyleşme” ne kadar büyükse, o kadar büyüktür. Vatan sevgisinin insanî bir durumdan doğabilmesi için üstün bir insan modelinin, o vatanı sahiplenebilecek derecede üstün bir insan modelinin tasarlanması gereklidir.
 
Dünyadaki ve bilhassa Avrupa’daki milletler (Avrupa deyince işin içine kolonilerini de katmamız lâzım) milletlik vasıflarını modernleşmenin bir ürünü olmaları sebebiyle az veya çok kapitalist düzenin değirmenine su taşıdıkları kadar kazanabilmişlerdir. Böyle olduğu içindir ki kapitalizm, Türk milleti hariç, bütün milletleri çarkları arasında öğütmüş, bünyesine sindirmiştir. Milâdın yirmi birinci yüzyılında dünyanın şirketler devletine karşı ‘ilk millet’’ haline gelme imkânına sadece Türkler sahiptir. Aynı anda bir geçmişten, bir halden ve bir gelecekten bahsediyoruz. Türkler ne kadar Türkiye’nin yaptığı bir millet ise Türkiye de o kadar Türklerin hayat verdiği bir ülkedir. Bu cümleyi okur okumaz içinden “öyleyse de olmaz olsun” diye geçireceklerin varlığından haberdarım. Türklerin varoluş cehti itibariyle mühimmat ve teçhizat bakımından hangi eksikliklerle malûl olduklarını biliyorum. Türkiye’nin de güllük gülistanlık bir yer olmadığını herkes biliyor. Bunları bilmek insanı bazı yükümlülüklerle karşı karşıya bırakacak veya hiç yadırganmayan düşük bir ahlâkın “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” ahlâkının gereğini yerine getirme rahatlığına kavuşturacak. 
 
Amerikanlaşmayı kabullenenler ve Türkleşmeyi göze alanlar...  Bu iki unsurdan hangisinin galebe çalacağını bir tahmin konusu yapma taraflısı değilim. Vatanın ne olduğu hususunda zihinlerde oluşan sarahat her şeyi belirleyecek. Hem Amerikanlaşmayı kabullenenler ve hem de Türkleşmeyi göze alanlar kendilerine bazı sorular soracak ve kendi sorularını kendileri cevaplandıracaklardır. Millet vatana ne verdi? Vatan millete ne verdi? Millet vatandan ne aldı? Vatan milletten ne aldı? Türklük Türkiye’ye ne verdi? Türklük Türkiye’den ne aldı? Türkiye Türklüğe ne verdi? Türkiye Türklükten ne aldı? Amerikanlık Amerika’ya ne verdi? Amerikanlık Amerika’dan ne aldı? Amerika Amerikanlığa ne verdi? Amerika Amerikanlıktan ne aldı? Bu soruları ciddiye alıp almamakla kaç kıratlık insan olduğunuzu ölçme imkânına kavuşabilirsiniz. Bu soruları ciddiye almak zihninizin sizi yere sermek isteyenler tarafından biçimlendirilmesine de bir sınır çekmek anlamına gelecektir.
 
Bu mektubun başına biri Türkiye’den, diğeri Amerika’dan iki tekerleme koyuşum meselenin boyutları hakkında bir fikir vermek içindir. Türklerin elifbası artık yok. Amerikanların da tükürük hokkası (cuspidor) yok. Artık ne Türk çocukları falakaya giriyor, ne de Amerikalı yetişkinler tütün çiğniyor. Dikkatlerimizi iki milletin nereden geldiklerine, nerede durduklarına, nereye yöneldiklerine çevirdiğimiz zaman da, çevirmediğimiz zaman da mutlaka bu ikisinden biri kazançlı çıkacak. Kimin hayvan, kimin beşer, kimin insan mevkiine talip olduğu neye dikkat edildiğiyle anlaşılacak.
 
İsmet ÖZEL
Cuma Mektupları – 7’den.

 

Hangi Ümidin Taşındığı İstiklâl Marşı'ndan Öğrenilebilir

- Bir dernek kurmayı ne zaman düşündünüz? Süreci biraz anlatır mısınız?

- Bir sual işaretiyle dile getirdiğiniz bu ifade beni neye cevap vereceğim hususunda tereddüde düşürdü. Merakım şu: Bana iki soru mu sordunuz; yoksa ortada bir soru var da, siz sorunun iki safhada cevaplandırılmasına mı talipsiniz? Bir “lâhavle...” çekip cevap teminine gayret edeceğim; söylediklerimin sizin öğrenmek istediklerinizden hangisine uyduğuna karar vermek okuyana kalmış.

1965'ten Sonra Başka Bir Sürecin Başlatıldığına Dikkat Bile Etmedik

1965 yılında Fener Patrikhanesi ve Vatikan, karşılıklı olarak aforozlarını kaldırdılar. 1965 yılında. Yani o zamana kadar Fener Patrikhanesi ve Vatikan biri diğerini kendi itikatlarına göre kafir sayıyordu, biri diğerini Hıristiyan kabul etmiyordu.

BAŞINI ÖRTEN KIZLAR FELSEFE BİLMELİDİR

Hükümranlığı altında bulunduğumuz medeniyet çerçevesinde erkekler günlük hayatlarını sürdürmekte iken Müslüman kimliklerini dışa vurmak mecburiyeti altında kalmıyorlar.

İstiklâl Marşı Cephede Okunmak Üzere Yazılmıştır

İstiklâl Marşı’nın cephede okunmak üzere yazıldığı bir yorum değildir, bir gerçektir. Garb Cephesi Komutanlığının isteği üzerine İstiklâl Marşı yazılmıştır. Garb Cephesi kurmay başkanı olarak İsmet Paşa –gerçi- o zaman albaydı herhalde- Maarif Vekâleti’ne gelerek der ki: “Biz orduca İstiklâl Marşı istiyoruz.”

İstiklâl Marşı İle Asrın İdrâki

İstiklâl Marşı İle Asrın İdrakine Baktığımızda Gayet Net Bir Tablo Görürüz: 

1. Asrın idraki bize her şeyin imkânlar nispetinde mümkün olduğunu; önce imkânları ele geçirmek gerektiğini telkin ediyor.

İstiklâl Marşı Kanundur

İstiklâl Marşı herhangi bir metin değildir. İstiklâl Marşı 12 Mart 1921 günü TBMM tarafından millî marş olarak kabul edilmiştir. Yani İstiklâl Marşı’nın kanunî bir dayanağı vardır.

Saymayan Sayılmaz 1

İçinde bulunduğumuz vaziyeti size izah etmek istiyorum. Sizden gelecek soruların kalkış yerini işaret edebilmek için; bu aynı zamanda, sizden gelecek sorulara hangi açıdan cevaplar sunacağımın da bir işareti olacak. Çevreye başından beri dikkatle yaymak istediğim şey buranın bir İsmet Özel kulübü olmadığının anlaşılmasıdır. Ama ne yazık ki işin bir başka yönü var ki o yönü ihmal ettiğimizde bir tür verimsizliğe hapsolunuyoruz :

"Şimdi, şu mayınların temizlenmesi meselesini düşünün: Güney sınırımızdan mayınlar temizlenecekmiş."

Ben 1944 doğumluyum ve 1950 yılında ilkokula başladım. Ben doğduğum sırada Amerikan askerleri Almanya’yı işgal etmek üzere Almanya sınırını geçmekteydiler.