YALANIN KÖKÜ
İSMET ÖZEL
.

Türk iseniz anadilinizi öğrenirken “yalanın kökünün kazınması” deyimiyle mutlaka karşılaşmışsınızdır. Büyük bir ihtimalle bunun yapılmasının gerekli olduğuna da ikna edilmişsinizdir. Eğer öyleyse yanlış bir şeye kandınız demektir. Yalanın kökü kazınmaz. Niçin? Yalan dediğimiz şey insan anlayışında aslı olmayan şeydir. Neyin aslı vardır? Meselenin özü bu sualin cevabında saklı. İnsanlar bu sualin cevabı sebebiyle anlaşmazlık içindedir. Bazılarına göre insanlar dünyaya onu bayındırlaştırmağa gelmişlerdir. Bunlara modern kültür medeniler adını yakıştırmış. Diğer bazı başkalarına göre kalıcı yapıtların hepsi insanlık aleyhinedir. Bunlara Antik Çağ’dan beri barbar demek adet olmuştur. Garip olan şu ki, her iki taraf da insanın bir gaye uğruna yaratıldığı hususunda hemfikirdir.

Mesele göründüğü kadar sade ve anlaşılır değil. İnsanın herhangi bir gaye ile yaratılmadığı, kendini inşa ettiği fikri bütün beşeriyeti bugün bulunduğumuz noktaya getirmiştir. Âdem ile Havva’nın soyundan gelen insanoğlu kendi eliyle bugün asla hakkından gelemeyeceği bir çevre ile kuşatılmıştır. Bu kuşatılmayı günahlarının mazereti olarak gösteriyorlar. Kur’an bize, biz Müslümanlara ahiret yurdunun dünyadan daha hayırlı olduğunu öğretti. Hesabın Allah’a verileceği günün geleceğini biliyoruz. Gerek ahiret yurdunun dünyadan daha hayırlı olduğunun ve gerekse dünyada yaşadıklarımızın hesabını Allah’a vereceğimizin aslı var mı? Var ve biz buna iman diyoruz. Var olan ömrümüzü Allah’ın kâinata sığmadığı ve fakat mümin kulun kalbine sığdığı düşüncesiyle tüketiyoruz.

İmanın kendi aslı olduğunu bilen yegâne millet Türk milletidir. O halde soralım: İmanın aslı var mıdır? Eğer imanı şirkle, putperestlikle, ideologi tutkunluğuyla eşdeğer sayıyorsanız imanın aslı yoktur. Beyaz veya siyah ırkın üstünlüğüne inanmanın imanla bir ilişkisi yoktur. İman bize Arap’ın aceme, acemin Arap’a üstün tutulamayacağını, başımıza seyit olarak geçenin burnu halkalı bir zenci köle olması halinde bile ona itaatte kusur etmememiz gerektiğini öğretti. Öğrenerek beşerden insana yükseliyoruz. Edepten nasibini alamamış olanların üstün bir karaktere sahip olması da imkânsızdır. Eğer talim ve terbiye içimizdeki rahmet tohumunu çatlatmıyorsa aldığımız ne talim, ne de terbiyedir. Modern çağın doğurduğu inkılaplara bir de bu gözle bakın. Bakın ve her devrimin tatsız ve kaba bir şaka olduğunun farkına varın.

Farkına vardığımız her şey bizi ya saadete veya felâkete yönlendirecektir. Acaba hangisine? Eğer Allah’ın yarattığı her şeyin bizzat sahibi olduğunu anladıysak saadete doğru ilk adımı atmış olacağız. İlk adım hayra kavuştuğumuz anlamına gelmez. Saadete yönlendiğimize kanaat getirmek için hem ikinci adımı atmak ve hem de bu ikinci adımın hakkını vermek mecburiyeti altındayız. Bu da Sünnet-i Seniyye ’ye sadakatle mümkün olur.

Sosyologinin, antropologinin, etnologinin dinleri tek tanrılı, çok tanrılı olarak tasnifi yanlıştır. İnsanlık macerasına yeni bir bakış açısı gerekiyor. İnsanlar tek başlarına ve başka benzerleriyle birlikte kutsallık fikrine nasıl ulaştı? Kutsallıkla ihtiyaç arasında ne türden bir bağ var? Bu ve bunlara benzer suallere tatminkâr bir cevap bulabilmemiz için var olan her şeyin ve başta insanın biçimine bakmamız şarttır. Hangi kültür ortamında olursa olsun her insan biçimini çevresiyle kazanır. Yürüyebilmemiz ve konuşabilmemiz için bizden önce yürüyen ve konuşan yetişkinlere ihtiyacımız vardır.

Türkler yürümek ve konuşmak mastarları üzerinde düşünmek zorundadırlar. Biz Türkler düşmanımız üstüne yürürüz. Eğer düşman bizim üstümüze gelirse onu başımızdan savmak için savaşırız. Konuşmak için attan inmek, bir yere konmak zorundayızdır. Kendi kendine konuşana deli deriz. Konuşmak için konan iki tarafın mevcudiyeti kaçınılmazdır. Nasıl bitkiler büyüyüp gelişmek uğruna havayla ve nasıl hayvanlar üremek için zamanla savaş halindeyse insanlar da hayat alanlarını ele geçirmek ve genişletmek uğruna karşılarına çıkan diğer insanlarla savaş halindedir. Savaş masraflarını karşılamakta yetersiz kalanlar ömürlerini bağımlı ve esir kavimler olarak geçirecektir.

İster beşeriyet katmanında pineklesin, isterse insanlaşma makamı uğruna uğraşa dalsın “Homo Sapiens” dünyaya fırlatılmış, dünyaya “terk” edilmiş değildir. Nedir insanın vaziyeti? İnsanlar dünyaya kalubelada verdikleri söze sadık kalıp kalmadıklarının imtihanını geçirmek üzere bırakılmış durumdadır. Terk edilmekle bırakılmak arasındaki farkı kavradığınız zaman dünyanın Müslim ve gayri-Müslim olarak bölünüşündeki hikmete erersiniz. Rabbimizin Allah olduğunu kabul ettiysek dünyadaki ömrümüz sadakatle geçecektir. Ruhların yaratıldığı gün Allah’ın Rabb vasfını reddettiysek Allah dünya hayatı dolayısıyla imana vasıl olup olmadığımıza bakacaktır. Hâsılı kelâm insan doğduğu andan itibaren bir yön benimsemek durumundadır. Saadeti mi, felâketi mi seçtiğimizi ancak hesap gününde anlayabiliriz. Yani son pişmanlık fayda vermez. Yalanın kökü insanda değildir. Kökü insanda olan doğru bir büyüme süreci yaşar. Bu süreçte başımıza gelenler ahiretteki yerimizi tayin edecektir.

İsmet Özel, 8 Rebiülevvel 1446 (11 Eylül 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.