BAKTIN MI, GÖRDÜN MÜ?
İSMET ÖZEL
.

Türk hâkimiyetinin söz konusu olduğu topraklarda en az 400 yıl devam etmiş bir Batılılaşma maceramız var. Kimileri bu maceraya “muasırlaşma” demekten hoşlanıyor. Hem ilk ve hem de son merhalede esas çaba Avrupa’da bulunan devletlerden herhangi biriyle benzeşme gayesine matuf olduğu için doğru adlandırma “Batılılaşma” olmalıdır. Muasırlaşma deyiminin yanı sıra çıkış yolu adına anılan iki tabir daha vardı: Türkleşme ve İslâmlaşma. Ne oldu? 400 sene sonunda asrileştik mi? Bir türlü ne işe yaradıklarına akıl erdiremediğimiz gökdelenlere, Türk boğazları üzerinde hangi işlevi gördüğünü gayet iyi bildiğimiz; ama ısrarla bilmezden geldiğimiz köprülere ve daha nice çıkıntıya rağmen kendine medeni lâkabı yakıştıran dünyanın asrî saymadığı bir ülkede yaşıyoruz. Kalkış noktalarımızın yanlışlığı sebebiyle Türkleşme ve İslâmlaşma bahislerinde her gün biraz daha bocalıyoruz. 

Üzerine ayak bastığımız toprak yani coğrafyamız kaderimiz mi? Lozan Antlaşması'nın Türkiye’nin tapusu olduğunu iddia edenlerin Çanakkale ve İstanbul boğazlarını içine alan bölgenin andığımız antlaşmada beynelmilel denetime terk edildiğinden haberleri var mı? 1936 yılına kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin beynelmilel ticaretin hangi sahasında söz sahibi olduğu şüphe götürür. Boyun eğdiğimiz devletin yürürlüğü el yordamına kalmış. Kimin elinin yordamına? İbranî-Hıristiyan medeniyet bütün kültür değerlerini güvence altına almış. Görüntü sizi yanıltmasın: İnkılâplar sebebiyle Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Müslüman hüviyetin zerrece kıymeti yok. Sadakat göstermemiz beklenen bir düşünce de yok. Her merhalede bir fiilî durum sebebiyle gülüyor ve/veya ağlıyoruz.

Modernleşmeyi insaniyetin farzlarından biri sayan görüş kökleri Batı’da olmayan Rusların ve Japonların eriştikleri başarılara Türklerin erişememiş olmasına hayretle bakıyor. Oysa vakıada hayret edilecek bir taraf yok. Eğer varsa Batı’da medeniyet iki kanatla havalanmıştır. Halen havada duruyorsa bu iki kanat sebebiyledir. Kanatlardan biri İbranî, diğeri Hıristiyan’dır. Rusya Ortodoksluğunun kalkınmasına yeteceği zannıyla hareket etti. Japonya üst tabakasının Katolik olmasının modernleşme yolunda karşılaştığı bütün zorlukları alt etmesine yeteceğine içten inandı. Yani Batı’yı uçuran İbrani kanada gerek olmadığı kanaati her iki ülkede de geçerli idi. Yahudi düşmanlığı her iki ülkede de yaygındı. Türklerin tarih sahnesinde inkâr edilemez bir yer edinmeleri Türk hâkimiyetinin Rus ve Japon gücüyle karşılaştırılmasına engeldir. Türklerin başarılarını İslâm’ın başarılarından koparamazsınız. Bundan sonra da ancak İslâm gölgesinde Türkler lehine bir gelişme kaydedilebilir.

Mesele Türklerin titreyip de mi, yoksa titremeden mi kendilerine gelecekleridir. Türklerin kendilerinden yüz çevirmeleri bir kıyamet alâmetidir. Öyleyse tersi istikametteki her hareket kıyameti uzaklaştıracaktır. “Türklerin kendilerine dönmeleri” imkânsızdır diyorsanız gerçekçi olmanın yolunu buldunuz demektir. Benim söylemekten hoşlandığım kendime ait bir deyiş var: Olmamış olmaz, olmuş olmamış olmaz. Yani bizim yenidir diye bildiğimiz her şey daha önce vuku bulmuş olanın tekrarıdır ve eğer bir şey olmuşsa onun olmadığını iddia etmek beyhudedir. Türklerin dünyada İslâm’ın gücünün ikrar edilmesine sebep olmaları bir ilk olmayacaktır. Tarih atlaslarına İslâm’ın yayıldığı yerleri görmek kastıyla baktığınızda bugün Türklerin yaşadığı yerlerin Bizans toprakları olduğunu göreceksiniz. Türkler Haçlı Seferleri sırasında İslâm’ın silâhlı gücü olarak boy gösterdiler. Gazilerin başarıları önce bugünkü Güney-Doğu topraklarımızda fark edildi. Gaza Beylikleri ’nin İslâmî endişeleri Bizans kültürünün Türk hâkimiyeti altındaki topraklardan sökülüp atılmasına sebep oldu. Bugün bayrağımızdaki ay-yıldız Antik çağdan itibaren hayatta tutulmuş bir simgedir. Türkler İslamlaştıkları ölçüde İslamlaştırdılar. 

Her şey neye ve nereye baktığımıza ve baktığımız şeyde ne gördüğümüze sıkı sıkıya bağımlıdır. Avrupa’ya baktık. Ne gördük Avrupa’da? Bilhassa Tanzimat Fermanı’nın okunmasından itibaren gördüğümüz “düvel-i muazzama”dan başka bir şey değildi. 1838’de Erzurum’da doğup 1891’de Viyana’da intihar eden Sadullah Paşa’nın en bilinen eserinin adının XIX. Asır olması, yani kendi zamanını tayinden acziyet zaman kavramını ne çabuk kaybettiğimizin belirgin işaretidir. Ne istediğimizi bilmeden kuru kuruya terakki etmek istiyorduk. Batılaşmacı aydınlara göre İslâm bizi harabeye çevirmişti. Hiç olmazsa Asya topraklarımızı elde tutmak umuduyla adının “İttihat-ı İslâm” olmasını düşündüğümüz teşkilâtın adı “İttihat ve Terakki” ye dönüştü. Devlet İttihat ve Terakki’nin İstiklâl Harbi’ne katkısını itiraf etmiyor. Devlet en az 400 yıldır işlediği hataların hepsini üstlenmiş durumda. Karşımızda asrileştiği yani dünyadaki güç odaklarına yaranabildiği ölçüde varlığını tebarüz ettirebilen bir devlet var. Devleti Türklük hizasına çekebilecek bir odaktan mahrumuz.

İsmet Özel, 4 Muharrem 1446 (10 Temmuz 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.