YIKIP DEVİRMEK
İSMET ÖZEL
.

Yirmi birinci Hıristiyan yüzyılının ilk çeyreği sona ermek üzereyken yeni, demokratik bir Suriye’den söz ediyorlar. Acaba yüz sene önce saltanatı ve çok geçmeden hilâfeti hasıraltı eden ülkemizde yenilikten ve demokrasiden söz ediliyor muydu? Hiç sanmıyorum. Bilakis tedrisatında kökten bir değişiklik yapmış ülkede Avrupa’nın başına eskisinden daha büyük bir belâ açılacağından korkuluyordu. Korkanlar korkmakta haklıydılar. İnkılâpların Türklerin yaşadıkları topraklara taze kan pompalaması işten bile değildi. Türk topraklarını idareleri altına aldıklarını NATO’ya ve CENTO’ya bağlılıklarıyla birlikte ilan eden 27 Mayıs 1960 askeri hareketi Avrupa’nın ve dolayısıyla dünyanın bütün korkularını giderdi. Türk hegemonyası altında bulunması beklenen topraklar III. Selim saltanatı sırasında başladığı yerinde sayma hareketinin hudutları içinde kalmağa devam etti.

Bir yenilikten ve fakat ölü doğmuş bir yenilikten söz ediliyor. Suriye adıyla anılan ülkede devrilmiş bulunan Sünni çoğunluk ve bilhassa paralı kesim tarafından desteklenen bir Rafızî yönetimdir. Galip konumunda bulunanların kılık kıyafetlerine verdikleri şekle bakılacak olursa görünen odur ki, yeni gelenler Dünya Sistemi’nin isterlerine dünden razıdır. Terörist listesinden silinmek için can atıyor ve İsrail’le savaşmayacaklarını açıkça beyan ediyorlar. Anladığımız odur ki, Yugoslavya’nın haritadan silinmesi sonucu Balkanlarda ortaya çıkan durumun bir benzerine şahit olacağız. Dünya Sistemi bir arıza emaresi göstermeden işliyor. Yani İkinci Cihan Harbi sonrasında Londra’dan Wall Street (ABD)’e taşınmış bir metropolümüz var. Bunun yanı başında asırlar boyu Dünya Sistemi’nin derdini çektiği gibi kaymağını da yemiş ve II. Dünya Savaşı sonunda ABD tarafından müstemlekeleştirilmiş Avrupa duruyor. Bu duruşun günümüzde Ukrayna’ya ve İsrail’e verilen açık destek sebebiyle yarı-metropol vasfı belirgindir. Yüksek tabakası XVII. Hıristiyan yüzyılından beri tamamen Katolikleşmiş Japonya, nüfusunun çoğunluğu Protestan (veya isterseniz Evanjelik) dinine intisap etmiş Koreliler ve “monkey business”le vakit kaybetmektense ABD’nin fason imalatçısı rolünü hevesle benimsemiş Çin Dünya Sistemi’nin çarklarının gıcırtısız dönmesini sağlamakla kalmıyor metropole her bakımdan yaranacak politikalar üretiyorlar.

Dikkatimizi dünyanın arz ettiği manzaraya çevirirsek Suriye’den insanlık hesabına bir açılım beklememiz ahmakça olur. Hegel’in “Weltgeist” kavramı gayri-Müslimlerin yeryüzünü tasvirde kullandıkları düşünme aygıtlarını fark etmede işimize yarayacaktır. Hâlâ Avrupa merkezli düşünmenin verdiği hasarın yedeğinde düşünüyoruz. Başka bir düşünme yolu var mı? Evet, var. Sayıları kaç kişi olursa olsun insanlar yalnız dünyanın değil, bütün kâinatın çekilip çevrilişinde yönetici makamını elinde tutan Allah’ın rahmetinden haberdar oldukları zaman dünya kökten değişecektir. Allah’ın rahmetinden haberdar olmak Allah’ın rahmetinin gazabını aştığını da bilmek demektir. Türkler dünyadaki hiçbir kavmin yapmadığı bir şey yaptı: Doğu Roma’yı, Bizans’ı, Küçük Asya’yı, Diyar-ı Rûm’u Dar-ül İslâm haline getiren onlardır. Bu kadarla kalmadılar: Şam’ı, Bağdat’ı, Halep’i değil, İstanbul’u İslâm’ın gıpta edilen beldesi haline getirdiler. Yüzyıllar boyunca Avrupa’da bir kişi din olarak hangi sebeple olursa olsun İslâm’ı benimserse ona “Türk oldu” denirdi.

Kafanızı Türklerin millî hasletlerini sayarak ütülemek istemiyorum. Cuma selâmlığından çıkışta cemaat “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var” diye haykırınca Sultan Vahdettin “Mağrur olacak halimiz mi kaldı?” diyesiymiş. Mesele neden veya nelerden mağrur olunacak meselesi değildir. Osmanlı’nın gururu Osmanlı’yı gülünç hale getirdi. Nerede Türk olduğumuzu hatırladıysak orada galip geldik. Balkan savaşları sırasında Türk olduğumuzu unuttuğumuz için haysiyetimiz yaralandı. Yaralanmış bu haysiyet Fransız ve Britanya donanmalarının kendilerine güvenerek Çanakkale Boğazı önlerine gelmelerine yol açtı. 1915’te İstanbul’u kolayca ele geçirecekler ve Rusya’ya teslim edeceklerdi. Rüzgâr gayri-Müslimlerin arzuladıkları istikamette esmedi. Türk yani Müslüman olduğumuzu Çanakkale savaşında hatırladık ve Winston Churchill’i “Biz Çanakkale’de Türklerle değil Allah’la savaştık” demeğe mecbur bıraktık.

İkinci Cihan Harbi’nden eve dönen beyazlar 40’lı yılların sonunda bir “baby-boom” yaşadı. Savaş sonrası yetişen bu gençler dünyada olup bitenle kitaplarda yazılanların uyum içinde olmadığını fark etmede gecikmedi. Dolayısıyla 1960’lı yılların başlarında Alman üniversitelerinde okuyanların öncülük ettiği bir devrimci dalga yükseldi. Onların hızla yükselttikleri dalga piyasada etkisini yani tersinden bir etki gösterdi ve devrimci moda kıyafeti altında kapitalistlerin çılgınca para kazanmalarına yol açtı. İşin aslına bakacak olursak Fransız devrimi sonrasında bir yürek burkuntusu olarak yaşayan yıkıp devirme duygusunun kitap okuyan kesim üzerinde asıl I. Cihan Harbi sonrasında müessir olduğunu görürüz: Daha savaş bitmeden Rus çarı devrildi. 1922’de Mussolini Duçe olmanın, 1934’te Hitler Führer olmanın lezzetine kavuştu. Yalnız solcular değil, sağcılar da kendi yürüttükleri hareketin birer devrim olduğuna inanıyor, kendilerine katılmayanları devrime ihanetle suçluyorlardı.   

Dünyanın şekline bir bakalım: Siyaset literatürüne “ikinci dünya” adıyla geçmiş ve soğuk savaş hikâyesiyle dünyanın avutulup uyutulmasına sebep olmuş, Sino-Sovyet çatışmasının başrolünü üstlenmiş SSCB haritadan bir haftada silindi. İtiraf edelim: Elimizde imkânsızı istemekten daha kuvvetli bir silâh yok. Eğer “mümkün” çözümlerden birine rıza gösterirsek boyun eğdiğimiz imkân diyet olarak bizden insanlığımızı isteyecektir. Oysa insanlığımızı feda ederek bir kavme, bir millete mensup olamayız. Yani insanlığımız insanlığımızı dışa vurma tarzımızdan ibarettir.

İsmet Özel, 24 Cemaziyelahir 1446 (25 Aralık 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.