İSMET ÖZEL KİTAPLARI
37 senedir Cumhuriyet idaresinin ömrü. Ne zaman ki, 27 Mayıs 1960 tarihine ulaşıldı işte o zamandan sonra bir İkinci Cumhuriyetten bahis açıldı. Meriyetteki kanunlar baştan numaralandırılmağa başlandı. Yeni bir çağdan söz etmemizin daha önemli bir göstergesi iktidar ve muhalefet ayrımının en köklü ifadeler durumuna geldiği DP hükümetleri sırasında gerek iktidar ve gerekse muhalefet dış politika hususunda hemfikir idiler. Bu demekti ki, 1950-60 arasında ne CHP’nin, ne de DP’nin beynelmilel ilişkiler itibariyle birbirinden farkı yoktu. Tasrih edelim: Sakarya Meydan Muharebesi ile Büyük Taarruz arasında geçen bir yıl boyunca gözle görülebilen sınırlar bakımından varılan Dünya Sistemi uzlaşması yürürlükte kaldı.
Bir Dünya Sistemi uzlaşmasının yürürlükten kalkması bir başka uzlaşmanın yürürlüğe girmesi demekti. Türkiye Cumhuriyeti’nin elinden tarih içinde bir müstemleke durumuna düşmeyişinin imtiyazları alındı. Ne oldu? Türk topraklarının kaderi tartışılabilir oldu. Bu hadise beynelmilel ilişkiler itibariyle 1914 Hıristiyan yılına geri dönülmesi anlamına geliyordu. Böylece 37 yıllık tahsil düzeni heba edilmemiş, bu dönüşü kolaylaştırma denemesini kolaylaştırmış sayılıyordu. Paradigma değişimi kimleri daha çok servet ve daha yüksek bir makama kavuşturmuştu? Birçoklarının gözünde “Türkler gelmeden önce Anadolu, Anadolu’ya gelmeden önce Türkler” tezi yeniden yerine oturmuştu. Bir yerlerden gelmişti Türkler ve geldikleri yere dönmeliydiler. Gerçekten böyle mi olmuştu? Türkler bir nüfus nakliyatı yoluyla mı milletten sayılıyordu? Türklerin Orta-Asya’dan geldikleri iddiasının iler tutar bir tarafı var mıydı? Hayır, yoktu. Türkler tıpkı Avrupa’da doğmuş milletler gibi varlıklarını sahip çıktıkları topraklarda başlatmış ve saygın bir çizgiye getirmişlerdi. Ancak arada ciddi bir fark vardı: Avrupa milletleri millet olmalarını milli pazarlarına, yani kapitalin yerel kentsoylular elinde birikimine borçlu olmalarına mukabil Türkler millî değerlerini sermaye birikimine koydukları engellere borçlu idiler. Türk olarak bildiklerimiz toplum selâmetini İslâm ahlakında arayan insanlar idi.
Batı’da bir medeniyet doğduğu ve bu başarı(!)nın taklidinden nimet kesp edileceği fikri III. Selim saltanatıyla devletin ana fikri olmuştu. Bunun sonucunda devletle millet arasında bir uçurum doğduğu bilinmiyor değildi. İnkılaplara rağmen şerefinden zerrece fedakârlık yapmağı düşünmeyen millet bir yol arıyordu. Ne yapmalıydı da Türklerin haysiyetini dünyaya hissettirmeliydi? Devlet gidebileceği en uzak noktaya Türkleri yirmi seneye yakın bir zaman boyunca bayram olarak kutlama seviyesine düşüren 27 Mayıs’la gitti. Toplum selâmetini İslâm ahlakında arayan insanların birer ucube oldukları fikrini 27 Mayıs toplumun başına taç yaptı. 27 Mayıs olmasaydı “İmamın Karısı” gazino sahnelerinde göbek atmayacaktı.
Yapılanlar yapılacak işler değildi. Toplumun işleyişindeki sakatlık o kertede gözler önündeydi ki 27 Mayıs’tan sonra hükümet kuran her başbakan enkaz devraldığından söz ederek kendine temiz bir saha elde etmeğe çalıştı. 27 Mayıs’ın kendini yalnız hissetmemesi için bir 12 Mart 1971 ve bir 12 Eylül 1980 yaşandı. Her askeri müdahale tesirini ekonomik yapıda gösterdi. Giderek hesaba katılacak ebattaki her sermaye birimi Türkiye aleyhine çalışanların emrinde dış bir güç olarak yaygınlık kazandı. Gerçekte Milâdın 1839uncu yılında okunan Tanzimat Fermanı’nın neyi tanzim ettiği gözlerden saklanmıştır. Gülhane Hatt-ı Hümayunu ile birlikte Türk toprakları kapitalizmin avı haline getirildi. Lozan Anlaşması Düyun-u Umumiye’yi kaldırarak sadece yaranın cerahatini gözlerden uzak tuttu. Kanayan yara olduğu gibi kaldı.
Dolayısıyla enkaz devraldığını söyleyen her hükümet bilerek veya bilmeyerek kanayan yarayı işaret ediyordu. Kanayan yaramız mamul madde ihraç eden ve ham madde ithal eden bir ekonomik yapının (ki Milâdın XVII. yüzyılına kadar Türk ekonomisi bu esasta işliyordu) tersine döndürülmesiydi. Enkaz devraldığını söyleyen her hükümet Türklerin bir dilenci millet olmadıklarına veya olmayacaklarına iman etmiş insanları bünyesinde barındırıyordu. Enkaz devralındığını dile getirmek Türk topraklarında epey zaman kötü idarenin yürürlükte kaldığının itirafıydı. Düşünün ki, köylüler cumhuriyetin ilk yıllarında candarma demektense “yumurtacı” demeği tercih ediyorlardı. Yani yumurtadan başka köylülerin ellerinde gasp edilecek hiçbir şey bırakılmamıştı. Tek parti yönetimi denince köylülerin tahsildar korkusu ve candarma dipçiğinden başka anladıkları yoktu.
On yıl devam eden Demokrat Parti hükümetleri sırasında milletin cebinin para gördüğüne itiraz edebilen yoktu. Demek ki enkaz fütursuzca cumhuriyet ilân edebilen amiyane pozitivizmin yıkıcılığının husule getirdiği bir şeydi. Amiyane pozitivizm Türk topraklarında bir hükümet hastalığıydı, insanlar hangi menfaat öbeğinin imkânlarından yararlanıyorlarsa onlara kredi açıyorlar ve kolayca taraf değiştirir olmağı yadırgamıyorlardı. Bu çürük doku millet hayatının teşkiline ve idamesine yarar mı? Hiç sanmıyorum.
İsmet Özel, 7 Rebiülahir 1444 (2 Kasım 2022)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün