İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Türklerin başlamasını bildikleri söylenir. Eğer öyle olsaydı toplumumuzda şimdiye kadar birçok şeyin hitama ermesi, olup bitmesi gerekirdi. Meselâ “Batılılaşma”… Osmanlılar tarihten neyi anladılar? Neyin tarih sayılmasını istediler? İşe devletimizin III. Selim saltanatında Avrupa devletlerinin taklidinden medet ummasıyla başlanıldı. Ortaya çıktı mı taklidin bir semeresi? Taklidin dört asır boyunca ortaya çıkardığı her gün biraz daha eciş bücüş hale giren bir toplumdan başka bir şey değildir. Batılılaşma heveskârlığımız yüzünden Türk toplumunda kimin baş, kimin ayak olduğunu kesinlikle bilmiyoruz. Başlamadaki samimiyet o işin sonunun geleceğinin işaretidir. Samimiyetimiz düşman bildiklerimizin himayesini kazanmağa mı dönüktü? Dananın kuyruğunun koptuğu yer burasıdır. Bir işe samimiyetle başlamanın o işe başlayanın veya başlayanların vakti yetmese bile işi bitirme vaktini ele geçirenlerin kullanabileceği bir imkânın işareti olduğunu ezberimizde tutmalıyız.
Tarih bize batılı olmadıkları halde Batı’nın sahip olmakla övündüğü şeyleri ele geçiren iki kavim olduğunu gösteriyor: Rusya ve Japonya. Rusya Ortodoks Hıristiyanlığından bir hâsıla temin etme gayretindeydi. Bu sahada epey mesafe kat ettiğini ve aldığı mesafeden günümüzde de istifade ettiğini iddia edebiliriz. Hıristiyanlık Japon topraklarında kıyasıya bir mücadele verdi. Cizvitler propagandalarına XVI. Hıristiyan asrında başladılar ve XVII. asrın sonlarında bütün Japon yüksek tabakası Katolikleşmişti. Yani gerek Rusya’da ve gerekse Japonya’da başarı saydığımız her şey Kilise’nin bir lütfundan öteye geçmez. Kilise gerek doğrudan ve gerekse dolaylı yoldan Rusya’ya kanat germemiş olsaydı ikisi de Batılılaşmanın yarı yolunda tökezleyecekti. Elbette birçok işi başarmada hem Rusya ve hem de Japonya kendi tarihlerinden güç aldı. Dünya Sistemi’nin hayatiyetini hesap dışı tutmayalım. “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” buyuruyor Hadis-i Şerif. Alıp satmak kendi başına bir ortam, bir güç üretiyor. Bu güç kapitalizme de, modernizme de ve bizatihi Dünya Sistemine de hükmediyor. Bu gücün etkisiyle resmiyetin kolu ne Putin’i savaş suçlusu ilan etmeğe, ne de Rusya’yı devre dışı bırakmağa uzanabiliyor.
1977 yılından beri mevkutelerde yazılarım yayınlanıyor. Yazılarımın okurları fiilî duruma rıza göstermeğe çağırdığını sanmıyorum. Yazılarımı okuyanlar bir yenilenme çağrısıyla yüz yüze gelmişlerdir. Her an taptaze bir başlangıç yapılabileceğine inandım. Hayatım buydu benim. Bir Hadis-i Şerif’le verilmiş emrin gereğini yapmağa tabiatıyla hazırdım. Kıyametin koptuğunu gözümle görsem bile elimdeki son hurma fidanını dikmekten geri durmayacaktım. Sahip olmadığım şeyi devredemeyeceğimi her nasılsa öğrenmiştim. Neydi sahip olduğum şey? Kendim. Kendimi devretmenin bir yolu olmalıydı. Bu da hayatımı ciddiye almamla mümkün olabilirdi. Öyle de yaptım. Her an taptaze bir başlangıç yapılabileceğine inanan bir “ben ”im vardı. Kendimi ciddiye almağı ancak mensup olduğum ortamı hesap içinde tutarak başarabilirdim. Kendim ve ortamım… Bu ikisinin irtibatlı olması zorunluydu. Bir şeyhe mi bağlanmalıydım? Böyle bir şey benim çok istiyor olmama rağmen gerçekleşmedi. Çünkü kendini şeyhlik makamında bilen kişiler dünyada dönen dolaplardan istifade edenlerdi. Oysaki ben onların sözünü ettiğim dolapları dönmez hale getirmelerini bekliyordum.
Netice-i kelâm, kendimi devretmemin yolunu ancak bir “başka ben” (alter ego) bulduğum zaman açabilirdim. Giderek birçok başka ben de oluşabilirdi. Bu cümleyi eşitliğin asla gerçekleşmeyeceğini, her varlığın biricikliğini bilerek yazıyorum. Biz insanlar şimdiye kadar açtıysak yeni bir devri akıntıya kapılarak değil, akıntıyı etkisiz hale getirerek açtık. Eğer rüyamız kapitalizmin sonunu görmeğe kadar uzanıyorsa bunun kendini şartların fevkinde gören insanların eseri olacağını akıldan çıkarmamamız lâzım. Nasıl oldu da Diyar-ı Rûm Dar-ül İslâm haline geldi? Bu sualin cevabını kimsenin itiraz edemeyeceği bir şekilde vermek XVII. yüzyılda Avrupa’da doğan “bilim ”in temelden eleştirisiyle mümkün olacak. Bu eleştiri ezbere Kur’an bilen insanların ne yapıp da Türklere mahsus bir dilin doğmasına yol açtıklarının yöntemini de açıklayacak.
Matematik fiziğe uyarlanabilir miydi? Hayır. Gödel’in Teoremi’ne göre aritmetiğe konu olan doğal sayıların her hangi bir formal sisteminde bir formül vardır ki, bu formül uyarınca sözünü ettiğimiz sistem tutarlıysa önermemiz ne ispat edilebilir, ne de ispatı imkânsız hale getirilebilir. Bu tutarlı sistem sebebiyle önermemizin kabulü de, reddi de imkânsız hale gelir. Yani bilim ilerlediği için dünya daha yaşanılır hale geldi sanmak ahmakçadır. Peki, nasıl oldu da dört yüz yıldır bilim adamları kendi varsayımlarını acımasızca gözümüze soktular? Hayatımız tehlikeye mi girdi? Daha kötü bir şey oldu. Tehlikeyi hayatımız haline soktuk. Kendimizi değil tehlikeyi muhafaza ediyoruz. Yanlışın taçlandırılmasını kınayan bir söylemle karşılaşmıyoruz. Avrupa’nın bir savaş arifesinde olduğu iddiasında bulunan Polonyalı devlet adamının uyarısı kimde ne etki uyandıracak? Doğrusu bunu pek merak ediyorum.
İsmet Özel, 24 Ramazan 1445 (3 Nisan 2024)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün