YIRTARIM DAĞLARI, ENGİNLERE SIĞMAM TAŞARIM
İSMET ÖZEL
.

İstiklâl Marşı ordunun siparişi üzerine cephede okunmak için yazılmıştı ve yarışmada birinci gelene bir ödül konulmuştu. Şaşırtıcı olan şudur: Ortaya çıkan ne bir sipariş sonucu bir şeye, ne de altından para karşılığı kalkılacak bir şeye benziyordu. Her ne kadar metnin altında Mehmet Akif imzası bulunuyor idiyse de Türk milletinin iman dolu göğsünden doğrudan doğruya neş’et etmişti. Dahası, İstiklâl Marşı bir bitişten, bir enkazdan değil, bir başlangıçtan haber veriyordu. Şu cümle katiyetle yanlıştır: “Bir imparatorluk sona erecek ve onun yerine cumhuriyet ihdas edilecek.” Hiç kimsenin ve giderek Mustafa Kemal’in zihninde cumhuriyet fikri yoktu. Cumhuriyete ulaşma düşüncesi Osmanlı fikriyatında ve hele de Batılılaşmacı zümrede asla bir ümit olarak yer almıyordu.

Ne olacaktı peki? İstiklâl Harbi’nin Türklerin zaferiyle sona ermesi akabinde dünyada Sovyet düzenine hiç benzemeyen ve kapitalizmin mezarını kazacak bir yaşama biçimi yükselecekti. Olabilir miydi bu? Aklımızı koruyabilseydik olacaktı. Düzenin Türkler lehine çalışması için İstiklâl Marşı elimize verilmiş sağlam bir senetti. Kanun-i Esasî gölgesinde bir monarşi yapacağımız şeylere engel olmak şöyle dursun alacağımız sonucun bereketli olmasını temin edecekti. Öyle olmadı. Cumhuriyetin ilânından sonra bazı şeyler değil, her şey ters gitti. Hıristiyan takviminin 1928inci yılından sonra kâfirler gibi tersten yazmamız kanunileşti. O tarihe kadar bütün alt yapı yerine yerleştirilmişti.

Siyasette Batılılaşma akımı hiç hız kesmedi. Sadece Adnan Menderes’in Başvekil olduğu yıllarda bir tereddüt yaşandı. Menderes’in “İnkılapların halk tarafından benimsenmiş olanlarına dokunmayacağız. Eğer inkılaplardan bazıları halkın tepkisiyle karşılanmışsa onları benimsetmek için çaba göstermeyeceğiz” mealindeki kültür siyaseti Türkiye’de inkılapların inkılaplara sıkıca bağlı olmaları sebebiyle sonuç vermedi. Kur’an harflerini kast ederek: “Bu harflerle beraber Kur’an’ı da tarihe gömüyoruz” diyen Milli Eğitim Bakanı’nın adı “yoktan var edilen şehir” dedikleri Ankara’nın işlek caddelerinden birine verildi. Bir başka İslâm düşmanının Tunalı Hilmi’nin adı da itibarlı bir bölgede halen geçerlidir. Ben Türk milletinin halen bir gölge veya bir yankı millet olup olmadığı hususunda mütereddidim. İslâm’ın itibarını kendi ailesine ABD’de Mormon’ların etki ve tavsiyeleriyle nakleden Korkut Özal bugünkü AKP iktidarının cesamet kazanmasına (her ne kadar ağabeyi Turgut Özal’ın 1977 genel seçimlerinde İzmir’den bir MSP milletvekili seçilmesini sağlayamadıysa da) büyük emek sarf etti. Bu paragrafın başında belirttiğim gibi: Siyasette Batılılaşma akımı hiç hız kesmedi.

Batılılaşma akımının hızını ancak ahiret yurdunu dünya hayatına tercih edenler kesebilirdi. Bu insanlar hazırda var mıydı? Yoksa onları nereden, nasıl elde edebiliriz? Millet olarak kendi cevherimizi harekete geçirmek en isabetli yoldu. Dünyanın hiçbir yerinde bir millet ithal edildiği görülmemiştir. Esasen bir millet ithali fikri Türk gerçeğiyle ve Türk vatanının parlaklığı düşüncesiyle uyuşmaz. Gerçeğe dönmek tarihe dönmek anlamı taşırsa çok kolay bir sonuç alabilecektik.  Türklerin Türk vatanını, Türk vatanının Türkleri husule getirdiği anlaşılırsa bu bakımdan mesele çözülmüş olacaktı. Bizim şehit oğulları olduğumuz doğru. Fakat aynı zamanda gazi oğulları değil miyiz? Gaziler kültür olarak Bizans’ı yerle bir etti. Bu yılmazlık onların İslâm dünyasında benzersiz olmalarını sağladı. Milâdın XVII. yüzyılına kadar Türk toprakları ham madde ithal eden ve mamul madde ihraç eden bir ülkeyi tasvir ediyordu. Kim bizi millî varlığımıza sımsıkı sarılmaktan uzaklaştırdı? Sadece kabahatliyi yakalamak çözüm getirecek değildir. Kabahatin kökünü kurutmalıyız. Yazımızı geri almadan bunu başarmamız imkânsız.

Öncelikle Türk yazısının kargacık burgacık olmadığını anlamamızın akabinde Türk varlığının hayatiyetini ancak yazımızın temsil edebileceğinin akıl gereği olduğunu fark etmeliyiz. Fark etmezsek ne olur? Olacak şey çürümüşlükte derinleşmemizdir. Yeryüzünde Türklerin sapkın kalışından istifade eden milyarlarca insan yaşıyor. Sapkınlığımızı terk etmemiz ancak İstiklâl Marşı’na sahip çıkmamızla mümkün olacak. Sapkınlığı terk etmemiz Batı tarzında herhangi bir devlete veya onun herhangi bir kurumuna özenmekten vazgeçmemizle olur. III. Selim saltanatından itibaren duçar olduğumuz illeti üzerimizden atmazsak değişme farklı bir kölelik tarzının seçilmesinden ileri gidemez. İstiklâl Marşı bize Türklerin fizikî ve metafizik bütün varlığının aynı mekânda vücut bulduğunu öğretiyor. Bu bakımdan İstiklâl Marşı başlı başına bir programdır.

Balkan savaşları sonunda Bulgarlar Edirne’yi ele geçirmişti. Çanakkale’de Batı’nın askeri gücü ilk defa Türklerin karşısına çıkma cesaretini buldu. Balkanlardaki farklı etnik toplulukları Osmanlı yönetimi aleyhine milliyetçi deliller getirerek kışkırtmışlardı. Bu yüzden 1915’te hiçbir zorluğa uğramadan İstanbul’u hâkimiyetleri altına alacakları umudundaydılar. Kapitalizm Türklerin askeri bakımdan sıfırlandığı zannına kapılmıştı. Oysa Batı Churchill’in diliyle konuşursak Çanakkale’de Allah’la savaşmak mecburiyeti altında kaldı. Çanakkale savaşları bir avuç Müslüman Türkün İstiklâl Harbi’ni başlatmasına imkân verdi. Bundan günümüze kadar sonrası Türkler için imkânların heba edilmesi tarihidir. İmkânların heba edilmesinin kendimizin heba edilmesi olduğunu anlayıp kapitalizmin yabancısı olduğu bir gelişme yolu üzerine kafa yoran bir zümremiz olmadı. Mehmet Akif “Ben vatan haini miyim ki peşime polis takıyorlar?” diye sormuştu. Türk milletinin manevi dayanaklarını yeni bir gelişme yolu görmek cumhuriyet idarecileri gözünde vatan hainliğiydi.

Günümüzün siyaset dilinde çok sık telâffuz edilmese bile bir tabir yer alıyor: “Beka sorunu”… Bir milletin beka sorunuyla yüz yüze gelmesi ne demektir? Bir milletin mevcudiyeti niçin, hangi gerekçeyle sorgulanacaktır? Bu sualleri bize Lozan'ın imzalanması üzerinden 100 sene geçmesine rağmen bu anlaşmanın yerini Sevr’e devredemeyişi sorduruyor. Cumhuriyet idaresi NATO’ya ve CENTO’ya girmek için can atıyordu. NATO’nun Türk topraklarını SSCB’ne karşı savunma yükü altına girmediği çok geç anlaşıldı. Türkiye bir tatbikatı fırsat bilip gemisini batıran NATO’ya hiç sert tavır göstermedi. Niçin Avrupa Birliği’nin bir parçası olma fikri bazı zihinleri meşgul ediyor? Çünkü Türkiye’nin beynelmilel ilişkilerde adı geçen bir kuruluşta anılması, bu ister NATO ve isterse Avrupa Birliği olsun,  “kalıcı” oluşuna delil temin edecek. Türkiye’nin varlığı beynelmilel ilişkilere teyelle tutturulmuştur. Büyük Taarruz ’un Türklerin Sakarya Meydan Muharebesi zaferinden bir yıl sonra başlamasına dikkat edin. Dünyanın güç odakları bu bir yıl içinde Türklerin nasıl bir idareyi hak ettikleri görüşünde birleşmişlerdir.

Dünya kıyamete gitmekten gocunmuyor. Dünya çözümü imkânsız meselelerle sarmalandığı zaman “Mesih” gelecek ve bu gezegen bin yıllık mutlu günlere kavuşacak. Bu hikâyeye inanan Müslümanların sayısı arttıkça dünyanın güç odaklarının keyfi yerine geliyor. Oysa olaylar tamamen güç odaklarının beklentileri yönünde akmıyor. ABD’de bazı hâkimler Filistin lehine hareketlere girişen hukuk öğrencilerine hâkimlik hakkı sürecinde zorluk çıkaracaklarını beyan ettiler. Beyan edilmeyen daha nice husus var. Bazı siyaset adamları dünyanın II. Cihan Harbi sonrası değil, III. Cihan Harbi arifesi şartları altında olduğunu iddia ediyor. Türkler hâlâ inkılapların acısıyla kıvranıyor. Acaba titreyip de mi kendilerine gelecekler, titremeden mi?

İsmet Özel, 21 Zilkade 1445 (29 Mayıs 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.