TOPLUM MU, BİREY Mİ?
İSMET ÖZEL
.

Sosyalist olmak lügavî olarak “toplumsalcı” olmak demekti. Kolayımıza gittiği için “toplumcu” deyiveriyorduk. Benim gençliğimde toplumcu olup olmamak okuryazarların gündelik hayatında önemli bir yer işgal ediyordu. Zeki Müren bile kendinin toplumcu olduğundan dem vuruyor, “ancak” diyordu, “ben kandan hoşlanmadığım için tam sosyalist sayılmam. Bana yüzde otuz toplumcu diyebilirsiniz.” Niçin 27 Mayıs 1960 sonrasında tahsil görmüş insanlar arasında toplumculuk böylesine yaygınlaşmıştı? Çünkü Türk milletinin kaderiyle daha yakından ilgilenen köylüler dâhil, bir başka toplum zümresi yoktu. Cumhuriyet sonrası inkılâplar tahsil görmüşlerin omuzları üstünde duruyor, “bilimsellik” onların inşa ettiği zırhın içinde korunuyordu. Hasta olunca üfürükçü hocaya değil de, doktora gidilmesi tavsiyesini onlar icat etmişti. Ordu kendini 27 Mayıs darbesinin sahibi sayıyor, sivil bürokrasi de ikinci orduymuş gibi davranıyordu. 27 Mayıs’ı öven şiirler yazılıyor, tablolar boyanıyordu.

Niçin sivil-asker bürokrasi Emekli İnkılap Subaylarına, Üniversite’den kovulan 147’lere rağmen kısa zamanda ihtilâlin muhafızı haline gelmişti? Çünkü işini kaybetmeyen bürokratlar eski günlerin geri geleceği hayaline kapılmışlardı. Eski günlerde II. Dünya Harbi vardı. Harp sırasında devlet, emrindeki insanlara sahip çıktı. Savaşın korkunç yüzüne bakmalarına mani oldu. Cephede değildik; ama cephe gerisinin bütün sıkıntıları Türk hâkimiyeti altındaki halkın üzerine bindi. Millet gerçekten aç kaldı. Buna bir çare bulmağa yanaşan da çıkmadı. Bürokratlar dışındaki herkes, esnaf, zanaatkâr, tüccar boğaz tokluğuna çalıştı. Oysa Demokrat Parti’nin yürüttüğü iktisat politikası piyasayı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş derecede canlandırmıştı. Bu alış verişle uğraşan herkesin cennet kokusu alması demekti. Milletin cebi para gördü. Köylü çarık yerine lastik giymeğe başladı. Demokrat Parti’nin hükümet ettiği yıllarda cennet kokusu alamayanlar sivil-asker bürokrasi mensuplarıydı. Onlar on yıl sabit gelirli olmanın cezasını çekti.

Türk hâkimiyetindeki toprakların modernleşme hevesi tuhaflıkta belki bütün toplumları geride bırakıyordu. “Belki” dedim, çünkü Mao Zedung “Çin’deki devlet memurlarının yüzde kırkı vatan hainidir” dediğinde Çin’in bazı bölgelerinde halkın bir araya gelerek devlet memurlarının yüzde kırkını öldürdüğü haberinin yayıldığını biliyorum. Modernleşme her bakımdan İslâm’la tenakuz halindeydi. Modernlik hatırına atılan her adım halkın İslâm’dan beklediğine ters düşüyor, Modern kurumları benimsemek Müslüman olarak yaşamanın şartlarını zorlaştırıyor, kimi yerde de imkânsız kılıyordu. Avrupa bizden banka açmamızı bekliyor ve hayır kurumları oluşturmamızı istiyordu. İslâm düşmanlığı barizdi: Hem banka, hem de hayır kurumları İslâm aracılığıyla kişilerin kişilere olan güvenini sarsmağa matuftu. Batı Medeniyeti kişilerin yerini kurumların almasını istiyordu. Böylece toplumun manipülasyonu, hileli yönlendirilmesi, güdümlenmesi çok daha kolaylaşmış olacaktı.

En az dört yüzyıl devam eden Batılılaşma macerası sonunda Batı Türklerden her istediğini kopardı. Artık dokusu çürümüş bir toplum içinde yaşıyoruz. Çürümekten arınmak için toplumun örgütlenmesine mi, yoksa bireyin cesaretli çıkışına mı ümit bağlamalıyız? Bir millî hedef güdülmedikçe toplumun örgütlenmesi sadece felâketi davet eder. İki Harp arasında Avrupa’da iki totaliter düzene şahit olduk. Bunlardan ilki İtalyan Faşizmi, ikincisi Alman Nasyonal Sosyalizmi idi. Mussolini’nin Kilise ile arası iyi idi. Vatikan Devleti 1929 yılında Faşistler iktidarda iken tesis edildi. Buna mukabil Faşizm dünya üzerinde doğduğu topraklarda hakarete uğrayan bir düzen olarak bilindi. Nasyonal Sosyalizm Faşizmle aynı kaderi paylaşmadı. BRD halkın devletle ilişkisi bakımından hâlâ Nasyonal Sosyalist dönemin kanunları gölgesinde nefes alabiliyor. Almanların Reichbürger’leri hiç eksik olmadı. Faşizmle Nasyonal Sosyalizm arasındaki farkı nerede aramalıyız? Faşistler gelecekte Roma İmparatorluğuna geri dönüleceği vaadinde bulunmuşlardı. Bu vaadin gerçekleşmesi defalarca ve defalarca imkânsız olduğundan samimi bir Faşiste rastlamamız imkânı yoktu. Bu boşluk Faşizmin hakaret sıfatı hususiyeti kazanmasında faydalı oldu. Nasyonal Sosyalistler gelecekte Almanya’nın bin yıllık hayat sahasını ellerinde bulundurmağı vaat etmişlerdi. Oysa başarılı bir Yıldırım Savaşı yürüten Almanlar kolonilerini bile geri alamadı.

Meselemiz Avrupa’nın kaderini tartışmak değil. Lâyık oldukları son onları bekliyor. Aynı hükmü Türkler söz konusu olduğunda da yürütebiliriz. Biz Türkleri de lâyık olduğumuz son bekliyor. Sonumuz biz yazımızı geri aldıktan sonra güncellik kazanacak. Niçin yazımıza önem atfediyoruz? Çünkü Türk toplumunun sırrı herhangi bir başka vasfında değil, yazısında saklı. Kur’an harfleriyle yazmak hem mensubiyetimizi, hem de aidiyetimizi dile getirir. Dinimizi yegâne kültür birikimimiz saydığımız için Arapça kelimelere Türkçede muhtevayı esas alan yeni anlamlar verdik. Fena kelimesi “geçicilik” anlamını Türkçede askıya aldı ve “kötülük” mânâsına gelmeğe başladı. Türkçe konuşurken Arapçada yeri olmayan bazı sesler çıkarırız. Uyuşmazlık halinde tercih ettiğimiz telâffuz Arapçadır. Bu tutum Türkçeyi Arapçanın evirilmiş bir biçimi kılmaz. Türkler Müslümanlığı varlıklarının ayrılmaz parçası saydıklarından Arapçayla iç içe yaşamağı tabiî saymışlardır. Meselâ ben Kur’an harfleriyle ünsiyet kuruncaya kadar Türkçede “kalabalık” kelimesinin bulunduğunu sanırdım. Hâlbuki andığım kelime Türkçede “galebelik” gibi yazılıyor. Niçin 1928 Milâdî yılından sonra Türkiye Cumhuriyeti hudutları dâhilinde kendi harflerini yaşatan, giderek besleyen ve gürleştiren bir zümre çıkmadı? Bu benim merakımı celbeden bir sualdir. Eğer cevabı Cumhuriyet idarecilerinin zorbalığında bulacak isek CHP’nin 1950 Hıristiyan yılından sonra bileği hakkıyla niçin iktidara gelemediğinin cevabına da yaklaşmış oluruz.

Türklerin ana yurdunun Orta Asya olduğuna inanan bir toplumdan Kur’an harfleri yolunda sıkıntıya katlanan ve bu yolda ölen insan çıkmayışı hayret uyandırmayabilir. İçinde yaşadığımız toplum “alafranga” olmayı alay konusu etmedi. Buna mukabil “alaturkalık” çocukların dilinde bile ciddiyetsizlik, gevşeme anlamında kullanıldı. Türk milleti kendini millet haline getiren İslâm’la bir daha tepeden tırnağa yıkanmadıkça hiçbir toplum kuruluşu ciddiye alınır konuma kavuşamayacaktır. Batı medeniyeti bireyi toplum karşısına yerleştirerek marifet gösterdiğini sanıyor. Oysa birey ancak toplumun bireyidir. Napolyon Bonapart Fransız milletine bir imparatorluk hediye etti. Fransızlar bu hediyeyi memnuniyetle el üstünde tuttu. O kadar ki yeğenini de III. Napolyon olarak tahta oturttu. Biz Türkler de galip geldiğimiz hiçbir savaştan ötürü kötümserliğe kapılmıyoruz. Kefeni de yazımızı geri aldığımız zaman yırtmış olacağız ve bu başarı bir bireyin başarısı olacak.

İsmet Özel, 20 Zilhicce 1445 (26 Haziran 2024)


İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.