İSMET ÖZEL KİTAPLARI
Faşist İtalya’nın ve Nasyonal Sosyalist Almanya’nın hava kuvvetleri İspanyol cumhuriyetçilerinin yuvalandıkları Guernica, Almeria, Badajoz, Madrid, Barcelona, Valencia gibi şehirleri bombalıyordu. Bu olaylar iki savaş arasına sıkışıp kaldı demeyin, Hıristiyan 1936-39 yılları sırasında vuku bulan İspanyol İç Savaşı’nın şartları bugün ayniyle varit. Cumhuriyetçilerin hükümet kurmalarına karşı harekete geçen dört subaydan biri olan Franco’nun 1975’te ölümünden bir yıl sonra İspanyol kralı ABD'ye yaptığı ilk gezide Washington’la anlaşarak ülkesine geri döndü ve İspanya, bugün sayısı 17'ye baliğ olan federal devletlere bölünerek, Avrupa Birliği’nin bir üyesi olarak idame-i hayat ediyor. Basklar bağımsızlık iddialarını askıya aldılar ve sanki onların yerini Katalanlar sahiplenmiş görünüyor. İspanya ne Birinci (1914-18) Cihan Harbi'ne, ne de İkincisine (1939-45) dâhil oldu. Hollanda da Birinci Cihan Harbi’ne girmedi. Rahat bırakılsaydı belki İkincisine de girmeyecekti. Nasyonal Sosyalist Almanlar Fransızların tahkim ettiği Maginot hattına hiç bulaşmadan Hollanda üzerinden geçip Fransa’yı işgal etti.
İtalyanlar ve Almanlar Avrupa’da milli birlik edinmede geç kaldıkları için aşağı gördükleri halkların topraklarını ele geçirmede de geç kaldılar. Geç kalmalarına rağmen Almanların Afrika kıtasında, hem Hint Okyanusu’na bitişik kıyıda, hem de Atlantik Okyanusu’na bakan kıyıda geniş müstemlekeleri vardı. Avustralya’da ve bugün Endonezya diye bildiğimiz bölgede üstün müstemlekeci güç Almanlardı. Aynı bölgede bir de Bismarck Takım Adaları yer alıyordu. İtalyanlar Libya’yı, Habeşistan’ı, Somali’yi ele geçirmişlerdi. Müstemlekeciler gecikmiş olmakla kendilerinden öncekileri aratmayan faaliyette bulundular. Avrupa kültüründe savaşı kaybeden millet hem yönetici zümreden, hem de müstemlekelerinden mahrum kalıyor. Dolayısıyla her iki Almanya hem imparatorlarından ve hem de müstemleke arazilerinden uzak düştü. İtalya aynı kaderi İkinci Dünya Savaşı’nın mağlubu olarak Almanya ile paylaştı. Türk hâkimiyetinin hâlâ yürürlükte olduğu topraklarda VI. Mehmet’in tahta çıkışının 1918 yılına, yani Cihan Harbi’nin son yılına denk gelmesi dikkat çekmelidir. Dikkatimizi I. Abdülmecid saltanatında İngiliz sefirine “Küçük Padişah” denildiği ve Düyun-u Umumiye’nin bakanlık olarak (üstelik zamanında bugünkü İstanbul –Erkek- Lisesi’nde hususen kaim olduğu) faaliyet gösterdiği ülkede düvel-i muazzamanın tavrına çevirmeliyiz.
Dünya Sistemi’ni para hâkimiyeti mi, yoksa kanun hâkimiyeti mi ayakta tutuyor? İşlerin yürütülmesinde kanunlara riayet etmenin rolünü kimse inkâr edemez. Ne var ki beşeriyetin kanun hâkimiyeti iki ucu da pis bir değnektir. Zayıfların hakkını gözeten bir düzeni esas alırsanız güçlüler kanun hâkimiyetini ele geçirmede geç kalmayacaklardır. Hak aramanın çetin olduğu düzende ise toplu yaşamanın bütün elverişli şartları güçlülerin denetimine bırakılmış olacaktır. Eğer insanlığın lehine işleyen bir düzene gerek duyuyorsak toplu yaşamanın kurallarının gökten inmesini kaçınılmaz saymak zorundayız. Çözüm zorla değil, gönüllüce baş eğilen kurallardadır. Tarih boyunca hiç kimse para hâkimiyetine gönüllüce baş eğmiş değildir. Para insanları aç kalma, imkânlara kavuşamama tehdidiyle yönetir. Yani gerçekte para hâkimiyeti yoktur; hâkim olan açgözlülüktür.
İnsana ait şeylerin tamamı “edinilmiş” şeylerdir. “Öncesiz” yani tarihsiz insan olmaz. Bu yüzden Türklüğün ve dolayısıyla Müslümanlığın tekevvününe dair her şey bilim dışı sayılmıştır. Türk bugün yaşadığımız topraklarda nasıl baş gösterdi? Türk varlığını Osmanlı hâkimiyeti altındaki yörelerde fark etmek mümkün müdür? Bu suallerin sarih cevabını bilmiyoruz. Bildiğimiz bu suallerin sarih ve doğru cevapları olduğu ve bu cevaplara erişmenin yollarının tıkandığıdır. Türklük ve Müslümanlık bahsindeki cehaletimizi medeniyetlik iddiasında bulunan Batı’nın künhüne vararak kısmen de olsa yok edebiliriz. Batı düşünce alanında bağımsızlığını analitik geometriyi icat eden Descartes (1596 – 1650) ile başlatmış ve Newton (1643 – 1727) ve Kant (1724 – 1804) sayesinde tartışılmaz üstünlük mevkiine oturmuştur. Bugün cahiller nazarında “tartışılmaz üstünlük” halen yürürlüktedir. Oysa Heisenberg (1901-1976) Belirsizlik İlkesi ile bilimin tartışılmazlığını yıktı. Gödel ’in (1906-1978) ve Tarski’nin (1901-1983) çalışmaları sebebiyle şiirin yani kendilik bilgisinin bilimsel (!) kafalar tarafından da ciddiye alınmasına şahit olduk.
Olduk da ne oldu? Bugün neyin neresindeyiz? Çözümü siyaset katmanında bulma gayretine dalmadıkça boşa kürek çekeceğiz. İsrail Gazze şeridinde yürüttüğü harekâtı İbranî-Hıristiyan medeniyetin barbarlık karşısındaki tavrı teziyle savunuyor. Özünde değişen bir şey yok. George Walker Bush 11 Eylül saldırıları sonrasında Irak’a ve Afganistan’a karşı yürüttüğü harekâtı Haçlı Seferleri teziyle savunmuştu. İsrail günümüzdeki konumunu beraat ettirmek için Haçlı Seferleri’nden söz edemiyor. Çünkü Yahudilerin Haçlı Seferlerinden ne miktarda zarara uğradıkları tarihî bir gerçektir. İşin özü şu sualin cevabında saklıdır: Gelirimizi nereden elde ediyoruz ve kazandığımızı nelere sarf ediyoruz?
Gelirimizle mali hegemonya olarak tasvir ettiğimiz Dünya Sistemi’nin işleyişini birlikte andığımızda söylediklerimin bir belâ olarak gürbüzleşen ilişkilerin gelir dağılımındaki adaletsizlikle benzeştiğini dile getirdiğimi farz edebilirsiniz. Öyle olsaydı ekonomik hesaplamalarından kâr kavramını ihraç eden Sovyetler Birliği çökmez, bir süre sonra dünyanın yeni süper gücü olarak selâmlanacağı söylenen Çin ABD’nin oyuncaklarından biri haline dönüşmezdi. Hayır, dünya ekonomik ilişkiler sebebiyle dönmüyor.
Eflatun “kralların filozof, filozofların kral olduğu” bir ideal cumhuriyetten söz eder. Böyle bir ihtimal I. Cihan Harbi akabinde Dünya Sistemi tarafından ortadan kaldırıldı. Daha derin değişiklikler de yaşadı dünya. Yönetici derken, filozof derken Antik Çağın kavramlarıyla haşır neşir oluyor muyuz? Hiç sanmıyorum. Bazı aklı evveller “İşçi sınıfı yenildi, yaşasın kadınlar!” şiarıyla kendilerini avutadursun bizatihi kadınlar gösteriş uğruna yaptıkları harcamalarla Dünya Sistemi’nin ekmeğine yağ sürüyor. Dikkat edin: Kadınların kurtuluşu onların değerlerinin yüceltilmesi yolundan kolayca saptırıldı. Kadınların kurtuluşu onların erkekleşmelerinde aranıyor. Gelecekte bir Amazon toplumu kurmağı hayal edip etmediklerini bilmiyorum. Kulaklarına küpe takanların, saçlarını arkadan atkuyruğu gibi bağlayanların erkekliklerinden huzursuz olduklarını söylemek mümkün. Benim otorite ve hegemonya kavramlarının hakları olan anlama kavuşmaları yolunda söylediklerim hepten fazlalık ve lüzumsuzluk mu?
İsmet Özel, 3 Safer 1446 (7 Ağustos 2024)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in okurken hem sağdan hem soldan başlanan kitaplarının sekizincisi olan “İSLÂMLA DAMGALANMIŞ VAROLUŞ” neşrolundu.
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor.
İçinde iki CD ile ciltli olarak sunulan Erbain'in bu hususi baskısı bütün