İçinde bulunduğumuz vaziyeti size izah etmek istiyorum. Sizden gelecek soruların kalkış yerini işaret edebilmek için; bu aynı zamanda, sizden gelecek sorulara hangi açıdan cevaplar sunacağımın da bir işareti olacak. Çevreye başından beri dikkatle yaymak istediğim şey buranın bir İsmet Özel kulübü olmadığının anlaşılmasıdır. Ama ne yazık ki işin bir başka yönü var ki o yönü ihmal ettiğimizde bir tür verimsizliğe hapsolunuyoruz : Dernek olarak başarıya götürmek istediğimiz işin doğrusu İsmet Özel’siz yapılamıyor. Oysa benim başından beri, diyelim ki dokuz aydır, bütün gayretim bu işin, her yönüyle İsmet Özel’siz gerçekleşmesini sağlamaya matuftur. Hangisi olursa olsun, eğer yapılan bir iş yalnızca bir kişinin özelliklerine rapt edilmişse, o işin doğruluğuna kanaat getirmek çok zordur. İnsanlık olarak da, Türklük olarak da sapmalar bizi hep şahsi fikirler dolayısıyla bulmuştur. İstiklâl Marşı Derneği’nin yaptığı iş eğer sadece benim varlığımla mukayyetse, burada yanlış bir şey yapılıyor demektir. Ama şimdilik ve şimdiki durum öyledir ki, işe yarayabilen alan, sadece benim varlığımın sağladığı alanla aydınlığa kavuşabiliyor.
İstiklâl Marşı’nın kabul edildikten kısa bir süre sonra rafa kaldırıldığı besbelli; ama onun çok yüceltilmiş olmasına rağmen, raftan indirilmesini Cumhuriyet tarihi boyunca söyleyen bir Allah’ın kulu çıkmadı. Anlatabiliyor muyum? İsmet Özel’in bir yeri varsa bu işi akla getirmesidir. Müzeye kaldırır gibi İstiklâl Marşı’nı Anayasa’ya hapsediyorlar. Bu marş millete her kelimesiyle lâzım mıdır, değil midir onu anlayalım.
Son durumdan başlayalım isterseniz, bugün varılan noktadan. Burası İstiklâl Marşı Derneği ve dünyada bizim İstiklâl Marşı’mız gibi metni olan bir başka millet yok. Bu nedretin bir manası var, bu manayı keşfedebilirsek bundan çok istifade edebiliriz. Türk milletinin kendi İstiklâl Marşı’ndan istifade etmesine engel olan şartlar manzumesi içindeyiz. İstiklâl Marşı’nı rafa kaldıranlar Türkiye’de bir ulus-devlet olduğu varsayım ve iddiasıyla hareket ediyor. “Medeniyet” tarafından dayatılmış bir mantık düzeni karşısındayız ve dolayısıyla milleti hasım bilenlerin niyetleri doğrultusunda ısmarlanan çözümleri bir çare gibi algılamamız kuvvetle muhtemeldir. Geldiğimiz nokta Misâk- Millî sınırları dahilindeki Kuzey Irak’a bir operasyon yapılıp yapımayacağı, bunun kısa vadede gerçekleşip gerçekleşmeyeceği, kapsama alanının nasıl tayin edileceği noktasıdır. Tıpkı 1964 yılında Kıbrıs’a çıkartma yapılmak istenip de ABD’den gelen mektupla bunun yapılamayışına benzer bir durum içindeyiz şu anda. Kıbrıs çıkarması andığım tarihten tam on yıl sonra ve bir fırsatın kullanılması ile gerçekleşmiştir. O fırsatın ülke içinden ve ülke dışından hangi imkânlar dolayısıyla ele geçtiği iyi tahlil edilmelidir. Biz Kıbrıs olayıyla Kürdistan meselesini aynı düzlemde kavrama mecburiyeti ile yüzyüze gelmişsek, demek ki, biz şu an Kürdistan itibariyle 1964’deyiz. On sene sonra bu işin nasıl tezahür edeceğine dikkat kesilebiliriz.
Peki ne oluyor? Şu oluyor ağabeyler: Şu anda bir iş yattı. Hangi iş? Uzun yıllar var ki Türkiye Cumhuriyeti kıyafetindeki bir Türkiye’nin haritadan silinmesinden bahsediyorum. Türkiye haritadan silinecek olursa, biz Türklerin yaşadığı topraklara hangi kıyafetlerin yakıştırılacağı meselesi, insanların gözünün o kıyafetlere alışmasıyla sıkı sıkıya bağımlı. Kıbrıs’a 1964’teki teşebbüs vuku bulsaydı kim bilir neler olacaktı; ama olmadı. Topraklarımızda bir Türk-Yunan konfederasyonu tesis etmek, Türk topraklarından Büyük Kafkas Konfederasyonu dahilinde yer tutmak kastı ile bir hisse koparmak; bu yöndeki bütün beklentiler 15 sene sonrasına ertelendi. Yani böyle sonuçların alınması için yapılan seyahat sırasında uzunca bir mola verildi. Önceliğin Orta-Doğu haritasına verilmesi, ömrünü kâr peşinde koşarak tüketenlerin azamî kârının teminatıdır. Şu anda Türkiye, Lübnan için İsrail neyse Irak için “o” olması pozisyonuna sokuldu. Tersinden söylersek, Türkiye’yi, İsrail için Lübnan neyse Türkiye için Irak “o”dur durumuna getirdiler. Bu konuda dünya ölçüsünde bir konsensüs sağlandı. Avrupa birliğinin şampiyonları Türkiye’nin duhul tarihini 2030 olarak göstermişlerdi. Bulanık kalan bir tek mesele, bu arada bize, otları, itleri, insanlarıyla ülkede yaşayanlara ne olacağı meselesi. Planlar başarıyla uygulanabilirse, bizler de Türkiye’de esas vatandaşların Yahudiler olduğu bir 15 sene daha yaşayacağız. Süreç boyunca Türkiye’de yaşayan insanlar, Yahudilerin işini kolaylaştırdıkları oranda itibar ve mevkii sahibi olacak. Bunu bilen biliyor ve zaten işini şimdiden ona göre ayarlamış durumda. Rota ehven. En azından şu anda para ve yer kapma metodu bakımından bir sarsıntı, bir sıkışıklık yok. Bu arada birçok şey konuşulacak: Kürtçe eğitim dili olsun mu falan filan. Kimileri evet diyecek, kimileri hayır diyecek.
Biz ne yapacağız bu arada. Niye İstiklâl Marşı Derneği’ni kurduk? Bizden istenmeyen bir cüretkârlıktı İstiklâl Marşı Derneği’ni kurmak. Oysa istenen derneğin hiçbir cüretkâr tarafının bulunmamasıydı. Bizden rahatsız olanların bizdeki cüretkârlığı söndürmesi, önemsizleştirmesi de herhalde zor değil. Bunu fark edecek kadar aklım başımda ve ayaklarım yere basıyor. Şimdiye kadar nasıl bir hayat yaşandı Türkiye’de? Pratik olarak Türkiye’nin, sadece bu memleketin, dünyada yürütülmekte olan işler dolayısıyla mümtaz bir pozisyonu benimsemesi yönünü yok edenlerin bütün vazifelerini yapmış olma hissiyle dopdolu oldukları bir hayat yaşandı Türkiye’de. Cumhuriyetin ilanından itibaren “meşruiyet” Türkiye’nin bünyevî bir dönüşüm geçirmesine engel olanların inhisarındadır. Buna bir 15 sene daha ilave edin. Şimdiye kadar yapılana 15 yıl daha ekleyin. TC’nin ömrü ilk on senede ve 1973’den sonra sıkışıktı. Ama şimdi diyorlar ki en azından bir 15 sene daha bir sıkışıklık, bir sıkıntı yok. Miladi olarak 2007’deyiz, 15 eklersek 2022’ye denk geliyor. Bak, 100 seneye denk geliyor, gördün mü?
Bu konuşma Saymayan Sayılmaz programı dahilinde 20 Kasım 2007 tarihinde yapılmıştır.
Metnin tamamını okumak için tıklayınız.
Bizi cehennem ateşinden kurtaracağına inandığımız söz “la” ile bir olumsuzlamayla başlar. Bu demektir ki insanoğlunun dünyada geçen hayatı varlıkla yokluk arasındaki sınırın nereden geçtiğini bilmekle şartlandırılmıştır.
Türklük bir ırk meselesi değil. Yani Türk lâfzının doğuş zamanından şimdiki zamana kadar hiç kimsenin eline Türklüğü soy sop davasıyla ileri götürme gücü geçmemiştir.
Ben 1944 doğumluyum ve 1950 yılında ilkokula başladım. Ben doğduğum sırada Amerikan askerleri Almanya’yı işgal etmek üzere Almanya sınırını geçmekteydiler.
Türk milletinin başından neler geçti, başına neler geçti? Geçen yedi yüzyılın her elli yılı hususi bir dikkati hak ediyor. Asırlarca kasıtla bulandırılmış suyu durultan, durultmakla kalmayıp içilebilir hale getiren İstiklâl Marşı’dır.
İstiklâl Marşı’nın beste yarışması açılmıştır. Yirmi dört beste gelir ve bir karara bağlanmaz, İstiklâl Marşı bir besteye oturtulmaz. 1930’a kadar İstiklâl Marşı yirmi dört farklı besteyle değişik değişik bölgelerde söylenerek gelir.
Sancak bir orduya ait ama hangi orduya ait? Sancak İslâm ordusuna ait bir tabirdir. Başka kimsenin sancağı yok, bir bizim sancağımız var. Bu sancak da sancak-ı şeriften geliyor.
23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldığında Antep’e “Bize mebus gönderin!” telgrafı gelir. Antep’in ileri gelenleri toplanıp, “Eğer Ankara’ya biz gidersek ve Ankara İstiklâl Harbi’ni kaybederse İstanbul bizi sürgüne gönderir