1965 yılında Fener Patrikhanesi ve Vatikan, karşılıklı olarak aforozlarını kaldırdılar. 1965 yılında. Yani o zamana kadar Fener Patrikhanesi ve Vatikan biri diğerini kendi itikatlarına göre kafir sayıyordu, biri diğerini Hıristiyan kabul etmiyordu. 1965 yılına kadar. Ama bu karşılıklı aforozların kaldırılması sonucunda birlikten kuvvet doğdu ve biz ondan sonraki gelişmelerle başka bir sürecin başlatıldığına dikkat bile etmedik. Yani Fener Patrikhanesi’nin ekümenik vasfı 1453 yılında bir mana taşıyordu ama 1965′ten sonra başka bir mana taşımaya başladı. Bu başımıza gelenler bakımından çok önemlidir. 1453 yılında İstanbul Türkler tarafından fethedildikten sonra Fatih Sultan Mehmet Fener Patriğini yanına çağırdı ve ona bir beraat verdi. Dedi ki, sen bundan sonra eskiden olduğu gibi patriksin. Bu olayın temsili resmi şu anda patrikhanede mozaik şeklinde var. O kadar önemli bir şey yani bu. Bu olay patrikhanenin gücünü Bizans döneminde sahip olduğu güçten en az beş misli artırdı. Yani patrikhanenin Bizans döneminde bir gücü var idiyse İstanbul’un Türkler tarafından fethinden sonra bu gücü daha çok arttı. Çünkü İmparator Hıristiyan iken patrik sadece Ortodoksların ruhuna hakimdi. Padişah Müslüman olduğu durumda patrik Ortodoks aleminin ruhuna, bedenine her şeyine hakim olmaya başladı. Çünkü bütün medeni durumları o insanların, yani bütün Ortodoksların patrikhaneden sorulur oldu. Yani patrik bir bakıma Müslüman padişahın emri altındaki imparator haline geldi. Bu olaydan sonra Fatih Sultan Mehmet Ermeni rahipleri huzuruna çağırdı ve onlara bir patrik seçmeleri isteğinde bulundu. Dedi ki aranızdan bir patrik seçin. Fatih Sultan Mehmet’ in bu emrine kadar bütün Ermenilerin kabul edeceği bir patriği yoktu. Dolayısıyla Ermeniler dini bir cesamet Fatih Sultan Mehmet’in emri dolayısıyla kazandılar ve rivayet edildiğine göre günümüze kadar ermeni patrikhanesi Fatih Sultan Mehmet’ in ruhaniyetine ayin düzenlermiş. Ben tabi bulunmadığım için bilmiyorum. Bunların anlamı nedir? Bunların anlamı şudur: bu topraklar Dar’ül İslam haline geldikten sonra devletin ciddi bir Hıristiyan desteği var. Yani Müslümanlar devlete vaziyet etmelerinin gereği olarak Hıristiyan alemini de arkalarını almış durumda idiler. Ve bu gerek Fener Patrikhanesi gerekse Ermeni patrikliği Osmanlı Devletini kendi devletleri sayarak hareket ettiler ve batıya karşı Müslim ve gayrı Müslim bütün Osmanlı tebaası yekvücut idi. Dolayısıyla bu yekvücut hali Osmanlı toplumunun dünyanın en müreffeh, en gelişmiş, en güçlü toplumu olmasını sağladı, kolaylaştırdı. Bu o kadar sağlam bir yapıydı ki son dakikaya kadar dünyada etkisini gösterdi.
Sivas’a tren 1936 yılında gelmiş. Sivas’a demir yolu döşeninceye kadar Sivas bölgenin en müreffeh, en parlak, en canlı ticaret merkeziydi. Çünkü yöreye ait önemli bir ilişkiler zinciri vardı, ticari ve sosyal ilişkiler zinciri vardı. Bu Müslim ve gayrı Müslim bir çok insan tarafından çalıştırılıyordu, işletiliyordu. Ama tren yolu vasıtasıyla mamul madde, ucuz mamul madde buraya ulaşınca bu sefer metropolle ilişkisini iyi kurmuş olanlar, geleneksel yapının dışında öne geçtiler ve Sivas’ın ticari önemi azaldı, çünkü dediğim gibi o bir ağın sonucuydu. Demir yolu doğrudan doğruya Sivas’ı emperyalist ilişkilerin içine soktu, onları bağladı. Bu Sivas’a mahsus bir şey. Bir çok başka gelişmeler var biliyorsunuz. 1839 yılında Tanzimat Fermanı okunuyor, ama 1838’de ne var? İngiliz – Osmanlı ticaret anlaşması. Balta Limanı’nda yapılan anlaşma. Bu anlaşmayla ne oluyor? İngiliz malları Türkiye’ye gümrüksüz giriyor. Bu ne demek oluyor? Bütün bu ihtiyaç maddeleri, biraz da dokuma ve mamul, günlük hayatımızda olan, işte sicimden çekice kadar bütün bu mamul maddeler çok ucuz, seri imalattan dolayı ve gümrüksüz olarak insanlara ulaşıyor. Bu ucuzluk karşısında yerli üretim rekabet edemiyor. Bilhassa dokuma. O yüzden tezgâhlar birer ikişer susuyorlar, birer ikişer devre dışı kalıyorlar. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen bir de biliyorsunuz Osmanlıda bir daimi vergi var. Yani kervan Sivas’tan Kayseri’ye gittiği zaman Kayseri şehremini ondan bir vergi alıyor. Dolayısıyla vergi ödediği için adam maliyetlere bunu bindiriyor ve dolayısıyla Sivas’ta sattığı fiyatın üzerinde satmak zorunda kalıyor Kayseri’de ne satıyorsa. Ondan sonra kervan Konya’ya gittiğinde bir de Konya şehremini vergi alıyor. Vergi % 7. Tüccarlar, kervan sahipleri İstanbul’a gidiyorlar, rica minnet hiç olmazsa yüzde beşe indiremez misiniz bu vergiyi diye. Bir sonuç alamıyorlar ve dolayısıyla Türkiye devamlı olarak yabancı imalata bağlı bir ilişki ile ayakta durabilen, yani para kazanmanın ancak hakim unsurların ajanı olarak gerçekleştirilebilen bir yapıya mahkum oluyor. Ve bu aslında tabi hızlı bir fakirleşme getiriyor. Bugün Türkiye diye bildiğimiz yer, bütün bu süreç içerisinde an be an fakirleşmiş ülke olarak tanıdığımız yer. 17. yüzyılın başında dünyada Türkiye’den daha güçlü ordusu olan, Türkiye’den daha zengin halkı olan, Türkiye’den daha iyi organize edilmiş bir ülke yoktu. Ama bu ilişkiler patır patır tersine döndü. Neden döndü? Çünkü 1571 yılında Türk donanması İnebahtı’da berhava edildi. Ondan sonra aynı yıl biliyorsunuz Kıbrıs adası Türkler tarafından fethedildi. Sadrazamın öyle mangalda kül bırakmayan laflar ederdi, biliyorsunuz. Diyor ki, işte biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik. Siz efendim donanmamızı yakmakla sakalımızı tıraş ettiniz, kesilen sakal daha gür olarak çıkar ama kesilen kol yerine gelmez! Ama öyle değil. Tam tersine oldu. Onlar donanmamızı yakmakla bizim kolumuzu kestiler, biz Kıbrıs’ı almakla biz onların sakalını traş ettik. Çünkü Kıbrıs iktisadi üs olarak eski önemine sahip değildi biz aldığımız zaman. O keşifler yoluyla zaten Avrupa başka alanlara açılmış durumdaydı, dünyanın başka alanlarına. Donanmanın yanması da bizim kolumuzun kesilmesi demekti. Gerçi, gerçekten kısa bir sürede donanma yerine kondu. Fakat bu kısa sürede yapılan bir imalat olduğu için, gemiler çok kısa sürede imal edildiği için eski güçlerinde değildiler. Dolayısıyla Türklerin Akdeniz hâkimiyeti artık söz konusu değildi. Eski gemilerin yerine koyduğumuz gemiler eski gemilerin vasıflarını taşımadıkları için savaşta o kadar, öbürleri kadar etkin olamıyorlardı. Buradan başladı iş. Ama bunun önemi ne?
Bunun önemi şu: Biz Türkiye de Müslüman ahali olarak birinci sınıf insanken, bütün toplumun bütünü bu birinci sınıf insanların başarısına destek veren durumdaydı. Ama 1571′den sonra gerçek patronun artık İstanbul’da oturmadığı, gayrı Müslim zümreler tarafından, gayrı Müslüm zümrelerin elit unsurları tarafından anlaşıldıktan sonra denge bozuldu. Yani bu sefer Osmanlı İmparatorluğu’nun o sadık tebaası batıdaki yükselen gücün kendisine destek olması halinde farklı bir hayata yol alabileceğini düşünmeye başladı ve birer birer bu uygulanan şeyler oldu. Osmanlı Devleti’ni milliyetçilik yıktı diyorlar değil mi? Çünkü bir takım insanlar, bir takım etnik unsurlar kendi başlarının çaresine bakmak için harekete geçtiler. Ama bu nasıl oldu. Bu bariz bir şekilde batı Avrupa’da doğan gücün Osmanlı Devleti’ni sıfırlamak üzere Osmanlı Devleti içindeki unsurları, yani merkezin dışında kalan, merkezin emrinde olan unsurları birer birer kendi tarafına çekmesi suretiyle oldu. Tabi buna ilk önce biliyorsunuz Yunanlılar başladılar. Yunanlılar hiç bir zaman milli iddialarından vazgeçmediler. İstanbul’un fethine rağmen. Orada özel bir yer kazanmayı başardılar, Osmanlı milletler sisteminde Greklerin iyi bir yeri vardı ve yine rivayet edildiğine göre Tanzimat Fermanı okunduğunda buna ilk itiraz edenler Grekler oldu, diğer gayrı Müslim unsurlarla eşitliği reddettikleri için. Şimdi bütün bunlar oldu bitti, bunları ne anlatıyorsun, olmuş işte diyebilirsiniz. Mesele şudur: 14.yüzyılda İtalyan site devletleri yoluyla kapitalizm temellerini atarken bizim yaşadığımız topraklarda kapitalizmle uyuşmayan, ama aynı zamanda kapitalizme galebe çalan başka bir iktisadi sistem kurulmaya başlandı. İtalyan site devletleriyle temellerini atan kapitalizm bir dünya sistemi idi. İtalyan site devletleri diyoruz, Venedik mesela bunlardan birisi. 4. Haçlı Seferi Venediklilerin alacak tahsili bahanesiyle İstanbul’u, yani Bizans İstanbul’unu yağmaladıkları haçlı seferidir. O sistem daha o zamandan işlemeye başlamıştır, ama dediğim gibi 14 yüzyılda, yani işte Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu 1299 olarak gösterenler var, 1300 olarak gösterenler var, bir yıl fark ediyor ama 14 yüzyıl başı bu. 14 yüzyılın başında Osmanlı Devleti tabi kurulur kurulmaz mükemmel bir teşkilata, çok etkin bir işleyişe kavuşmadı ama süreç içinde İtalyan site devletlerinde doğan kapitalist işleyişe üstünlük gösteren bir sistem, bir yapı geliştirdi. Bu yapı 1918 yılına kadar varlığını korudu. Tanzimat’a rağmen, Balkan savaşlarına rağmen ve seferberliğe rağmen. Birinci ve ikinci meşrutiyete rağmen. Bu yapı hala bir dinamik unsur içinde barındırılıyordu. Ama 1918 yılında bunun sonu geldi.
Yazdıklarım okunmuyor değil. Kimler okuyor yazdıklarımı? Bir yolda benimle yürümek, bir mesafeyi benimle kat etmek isteyenler mi? Bu sualin cevabına matuf bahsi hiç açmayalım.
Ülkemizde 1928 yılından sonra gözü kör eden kâtiplerin hükmü kalmadı. Latin harfleriyle okuyup yazmaya başladığımızdan bu yana önce mürettiplerin, sonra dizgicilerin ocağına düştük.
Vatan der demez küflü bir şeyden, modası geçmiş bir kavramdan bahsettiğimizin bilincindeyiz. Bu şeyin modası, yalnızca Türkiye’de değil, yerkürenin her bucağında bilhassa globalizasyon marifetiyle kast-ı mahsusla, bile isteye geçirilmiştir.
Nereye mi? Nereden geldiysek oraya.. İnsanın nereden geldiği konusunda sarih bir fikri olmasa da mutlaka bir yerden geldiğini idrak edecek seviyeyi tutturması iyidir.
Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak kurulduğumuz günden itibaren şunu söylüyoruz: İslâm’ın içinde hiçbir kötülük yoktur ama İslâm’ın dışında hiçbir iyilik yoktur! “Bunu gâvurlar daha iyi yapıyor” dediğiniz zaman İslâm’ın dışında bir iyilik arıyorsunuz demektir.
Türk milletinin başından neler geçti, başına neler geçti? Geçen yedi yüzyılın her elli yılı hususi bir dikkati hak ediyor. Asırlarca kasıtla bulandırılmış suyu durultan, durultmakla kalmayıp içilebilir hale getiren İstiklâl Marşı’dır.
Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak toplantılarımıza Bayram Tekbiri olarak da bilinen Teşrik Tekbiri ile başlıyoruz, arkasından Salât-ı Ümmiye getiriyoruz. Arkasından da İstiklâl Marşı’nı orijinal bestesiyle söylüyoruz.
Türk demokrasisinde Müslümanlar, merkezî yeri işgal ediyor. Yahut eğer Türkiye’de demokratik bir rejim sözkonusu ise, bu rejimin, üzerine nakış işlenen kumaşı Müslümanlıktır.