(...)
Şimdi diyoruz ki dünyada mali hegemonya olarak işleyen bir sistem var. Bu sistem bütün insanları kendi emrinde çalıştırıyor. Buna tâbi olmamak için bir yol tutturmamız gerekiyor. Dünyadaki mali mekanizma adından da anlaşılabileceği gibi parayla işleyen bir mekanizma. Para dediğimiz şeyin ne olduğunu anlamadan, dünyada mekanizmanın işleyişi konusunda sarih bir fikre varamayız. Yani parasız, para belirleyici unsur olmaksızın yaşayan bir hayat -yaşanılan bir hayat- bizim varmak istediğimiz bir nokta. Parayla birlikte biliyorsunuz faiz de söz konusu edilir. Yani faiz dediğimiz şey parasız düşünülemiyor. Ama biz Müslümanlar olarak meselenin ne olduğunu diğerlerinden yani gayr-i Müslimlerden daha iyi kavramak zorundayız. Ben tabii ki işim bu olduğu için faiz, para falan filan konusunda epey sayfa çevirdim. Ama işin ne olduğunu anlamam ancak İmam-ı Azam'ın bir beyanıyla mümkün oldu. Neden biz paranın belalı bir şey olmasından sakınmak için faizden uzak durmak zorundayız? Yani mutlak manada faizi niçin reddetmeliyiz? Bunu anlamamız lazım. Faizi kısmen dahi kabul etmemenin gerekçesi nedir? Yani faiz haram olan tek şey değil, ama faizin geçerli olduğu bir yerde bütün haramların kendine yayılmak için, çoğalmak için bir alan bulduğunu bilmemiz lazım. Yani bir yerde faiz varsa, orada her türlü kötülük olabilir. Her türlü kötülük, aklınıza gelebilecek her türlü kötülük.
İki kişi bekliyorlar. Birisi İmam-ı Azam, diğeri arkadaşı. Hava sıcak güneş de tepede değil herhâlde birazcık hareket etmiş batmaya doğru. “Burada, güneşin alnında durmayalım” diyor, İmam-ı Azam'ın arkadaşı. “Şu evin gölgesinde bekleyelim daha rahat ederiz” diyor. İmam-ı Azam “hayır” diyor. “Burada kalacağız, burada bekleyeceğiz”. “Çünkü” diyor “O evin sahibinin bana borcu var, eğer ben o evin gölgesinde durursam bu faiz olur” diyor. “O evin sahibinin bana borcu var, ben o evin gölgesinde durursam bu faiz olur” diyor. Ne anlıyoruz bundan? Mali bakımdan güçlü olanın lehine ne yaparsan bu faizdir. Mali olarak gücü elinde bulunduran insanın lehine ne yaparsan o faizdir. Onun için bir Müslüman’ın ağzından şu cümle sudur etmez: “Bugün dünyayı Amerika yönetiyor.” Bu adam dinden çıkar. Anlatabiliyor muyum? “O adamın bana borcu var, ben onun evinin gölgesinde durursam bu faiz olur.” Demek ki dünyada bir şey söz konusu, şimdi Müslümanlar ayetle ve hadisle sabit olduğunu bildiğimiz bir tavrı dinlerinin gereği sayarlar. Nedir o? Borçtan kurtulmak. Öyle değil mi? Yani bir Müslüman’ın ilk işi borçtan kurtulmaktır. Neden? Çünkü borç, borç verenin lehine işleyen bir sistem yaratır. Yani borç verebilenin rahat ettiği her şey kötüdür. Borç alanın sıkıntıda olduğu her şey kötüdür. Ve bugün dünya, insanların borçlandırılması esasıyla işliyor. Ve yani faizle işliyor. Herkes bir kere herkes, dünyada yaşayan her fert, imkânlarının ötesinde bir hayata icbar ediliyor. Herkes imkânlarının ötesinde bir hayatı yaşayabilmek için borçlanmak zorundasın. Yani borç almadığın takdirde yapamayacağın işler vardır. Yani bütün işler borç almadığın takdirde yapılamayan işler. Mekanizma böyle işliyor. Yani mekanizma tamamen gayr-i İslamî. Yani Avrupalılar Osmanlı Devleti’nde hâkimiyetlerini mutlaklaştırmak için - ki bu kırım savaşından sonra gerçekleşmiştir- devamlı olarak onlara banka açma telkininde bulundular. “Banka aç!” “Hani sizin bankanız” ve zaten ilk açılan Osmanlı bankası da Fransız-İtalyan Yahudilerinin sermayesiyle açılan bir bankadır. Ermeniler de böyle diyorlardı: “Osmanlı bankası ne kadar Osmanlıysa biz de o kadar Osmanlıyız” diyorlardı. Yani şimdi böyle şeyleri esas almadan nefes alamayız. Bunu herkes bilmesi lazım. İmkân... Eğer bir şey satın almak istiyorsan onu alabilecek güce eriş. Yani “alırım, nasıl olsa borcunu öderim” yahut “alırım o aldığım şey defaatle onun parasını çıkarır, ben onu işleteceğim.” Yani onu sen borçla aldın, sonra o bir iş yapıyor -aldığın alet ya da bilmem ne- sen diyorsun ki “Onunla onun borcunu öderim, kâra da geçerim.” Bu aslında dünyada yürüyen işi sadece hızlandırmış olmuyorsun, pekiştirmiş oluyorsun. Yani bu olur mu, olmaz mı? Bu konuda insanlar olur mu olmaz mı diye düşüneceklerine oluyor mu olmuyor mu diye bir baksınlar. Yani senin hayatın borçlanmadığın zaman mı içine sinen bir hayat, borçlandığın zaman mı? Yani bunu herkes kendi hayatında birer birer, gün be gün anlayabilir yani. Dolayısıyla yani bir yola girilecekse bu yola insanların Adem ahfadından olduğu ve Allah tarafından kendilerine bildirilmiş olan şeyin dışında bir şeyi geçerli saydıkları takdirde, bundan dolayı helak olacaklarını bilmeleriyle yaşanabilir.
Yani ilk işimiz şeytanlaşmaktan kurtulmak olmalıdır. İlk işimiz. Şeytanlaşmak nedir? Şeytanlaşmak kendini bir bok sanmaktır. Şeytan Allah’a niye itiraz etti? “Onu balçıktan yarattın, beni ateşten.” Ateşin balçıktan daha üstün olduğuna da kendisi karar veriyor yani. İnsan müstağni olduğu zaman muhakkak azar. Ateşin balçıktan daha üstün olduğunu nereden çıkardın yani. Yani benim yaptığım senin yaptığından daha iyi. Nereden belli? Ben helal bir iş yapıyorum sen yapmıyorsun. O zaman iyilik kötülük diye bir şey karşılaştırması yapmıyoruz, doğru yanlış diye bir şey karşılaştırması yapıyoruz. Yani insanlar kâfirler eliyle, kâfirler diliyle öyle bir yola sokuldular ki her parçanın diğeri aleyhine işlediği bir terkip esas alındı. Yani insanı bütünlüğünden, tamlığından ayırdılar ve bu ayrılma, yani insanı parçaladılar ve her parça diğeri aleyhine çalışıyor. Yani mesela şöyle bir laf söylüyorlar: “Benim özel hayatıma karışamazsın.” Yani demek ki hayatın bir özeli var bir geneli var. Ondan sonra “İş hayatında çok başarılı.” “Türkiye ekonomik bakımdan iyi.” mesela. Yani şu bakımdan kötü ama şu bakımdan iyi. Yani İnsan fert olarak da toplum olarak da bir şeydir. Başka bir şey olduğu zaman o artık o olmaktan çıkmıştır. Yani “ben iki şahsiyetliyim”. Bunların hepsi küfrün bize yutturdukları dolmalardır. Yani insan her parçanın diğeri aleyhine işlediği bir bölünmeye uğrar. Bu bilerek yapılmış bir şeydir, kasten yapılmış bir şeydir. Ve insanları Roma İmparatorluğu’nun icat ettiği sloganla “divide et impera: böl ve yönet” yani bir yeri parçalayabiliyorsan orayı idare etmekten kolay hiçbir şey yok. Şimdi demek ki yani bu dünyada işler neden dönüyor? Yani insanların borçları neden her gün biraz daha artıyor? Çünkü borç veriyormuş gibi yapan -onu da anlamamız lazım- yani dünyada öyle birileri birilerine bir şey, borç vermiyor. Sadece kölelik şartlarını ağırlaştırıyor. Yani “Sen kölem olacaksın ama daha yakışıklı bir köle olmak istiyorsan şunu da yapacaksın.” Yani o kölem olacaksın kısmını belki ilk planda söylemiyor, ama “Nasıl olsa anlamaz.” diye onu başka bir dilde söylüyor. Sen de o dili öğrenmeye çalışıyorsun.
(...)
İsmet Özel, Sönmez Ocağın Beş Yılı Sergisi - Sivas, 14 Zilkade 1433 (30 Eylül 2012)
Sönmez Ocağın Beş Yılı Sergisi - Sivas
Marşımızın isminde yer alan istiklâl / استقلال kelimesi Arapçada olmayan bir kelimedir. Daha doğrusu evvelden olmayan günümüzde ise kullanılan bir kelimedir.
Kimiz biz Türkler? Irkçı olduğumuzu söylüyorlar. Bunu söyleyenler Türk ırkının özelliklerini zikretme kaabiliyeti de gösterebiliyorlar mı? Türklük dediğimizde kavmiyetçilik yaptığımızı söyleyenler de var.
Biz şu anda ne isek dünyanın bundan sonra alacağı şekil de birebir bizim bugünkü halimizle irtibatlıdır. Defalarca, yıllarca söyledik. İstiklâl Marşı sadece 12 Eylül 1980 darbesinden sonra hazırlanan ve 1982 yılında halk oylamasıyla resmiyete kavuşan Anayasa’da zikrediliyor.
"İstiklâl Marşı Türk milletinin geleceğinin karartılamayacağı konusunda hem bir vaat, hem bir teçhizat, hatta mühimmat olarak düşünülmüştür. İstiklâl Marşı’nın varlığı bir milletin gelecek başarılarının çerçevesi çizilmek için doğmuş bir şeydir.
İstiklâl Marşı’nı O Musiki İle Söylerseniz Bütün Vurguların, Bütün İşaret Edilen Fikrî Esasların Temayüz Ettiğini Görürsünüz
İstiklâl Marşı’nın beste yarışması açılmıştır. Yirmi dört beste gelir ve bir karara bağlanmaz, İstiklâl Marşı bir besteye oturtulmaz. 1930’a kadar İstiklâl Marşı yirmi dört farklı besteyle değişik değişik bölgelerde söylenerek gelir.