İstiklal Gündemi'nde Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel'in yıllar önceki bir yazı başlığındaki beyanını “dünlenmek, bugünlemek, yarınsamak” adına hatırlatmayı münasip bulduk.
(...)
Mesele ne? Sen, ben, kimiz, neyiz, yani derdimiz ne? Ortaya çıkıp ona buna saldırmanın âlemi yok. Ama kendimiz eğer helal lokma diye bir şey biliyorsak ona göre davranmamız gerekiyor. Benim yazı başlıklarımdan bir tanesi şudur: “Erimezsen Eritirsin.” Şimdiye kadar eğer Müslümanım diye afra tafra eden insanlar prensip sahibi olmuş olsalardı ve söylediklerinde samimi olsalardı, Türkiye başka türlü olacaktı. Ama olmadı. Zaten Türkiye’de İslâm’ın aslî karakteri fark edilmesin diye bir siyasal İslâm başlatıldı 1973 yılında ve her safhada bu alâkalı zevat sözüm ona karşı çıktığı çevrelerin onlara açtığı yere yamalandılar.
(...)
İsmet Özel, Dördüncü Olağan Genel Kurul Konuşması, Ankara, 14 Şaban 1437 (21 Mayıs 2016)
Türk demokrasisinde Müslümanlar, merkezî yeri işgal ediyor. Yahut eğer Türkiye’de demokratik bir rejim sözkonusu ise, bu rejimin, üzerine nakış işlenen kumaşı Müslümanlıktır. 1950’deki DP zaferi, kamu vicdanı tepkisi ile güçlenen bir hareketin uzantısıydı. Eskilerin yerine “alternatif” olma şansını ele geçiren kim olursa bu başarıya yaklaşabilirdi. 27 Mayıs darbesinin ihdas ettiği kaideler Türkiye’de sosyal adalet şartlarının birinci mesele yapılmasını âmirdi. Böylece siyasî arenada Müslümanlık uzun yıllar boyunca olduğu gibi, “geçmişin muhasebesi” özlemi içinde telâkki edilebildi. 12 Mart Muhtırası’nın temin ettiği düzenlemenin peşinden Müslümanlığın dikkati çeker bir tarzda siyaset sahnesine çıkması, bütün demokrasi tarihi boyunca büyük mikyasta oyu dirije etmiş gücün nisbeten serbest bırakılması anlamına geliyordu. 12 Eylül sonrasında yapılan ilk seçimde Müslümanların sivil karakterli bir hükümeti tercih ediyor olmaları en belirleyici rolü oynamıştır. Mesele bundan ibarettir ve Türkiye’de yegâne dinamik siyasî tercih, İslâmiyet lehine yapılan siyasî tercihtir. Nitekim özel payandalarla ayakta tutulmaya gayret edilen sol, siyasî geleceği bakımından unufak olma yolunda bir seyir takip ederken, her biri Müslümanların oyuna talip çok sayıda sağ kadro, Türkiye’de yayılma alanı bulabilecek bir bolluktan istifade edebilmektedir.
Sözün kısası, Türkiye, XIV. asırda Müslümanlık sebebiyle ortaya çıkmış bir devletin, Müslümanlığı adapte gayesiyle ayakta durma çabalarının Müslümanlığı gözden çıkarma noktasına varmasıyla kurulmuş bir organizasyondur. Türk siyasetinde Müslümanlık, yegâne tema olmaktan başka bir yere sahip olamaz. Bunun göze batmayacak bir şekilde devamı, Türkiye’nin sıkı ve kapalı bir rejim altında kalmasıyla mümkündür, ama açık rejim alanına girilir girilmez Müslümanlık göze batar bir mesele olarak herkesin önüne çıkacaktır. Ne zamana kadar? Türkiye’de Müslümanlığın gerçek yerinin, Türkiye’de gücü elinde tutan herkes tarafından tanınmasına, Müslümanlığın Türk toplumunun tabiatının bir parçası olduğu fikrinin anlaşılmasına kadar. Bu noktadan sonra Türkiye’de siyaset yapılmaz mı? Elbette yapılır. Ama şartların yeni normlarla belirlendiği bölge içinde.
Madem Türkiye’de açık rejimin bulunması Müslümanlığın lehinedir ve halkın oyuna başvurularak varlık kazanan her iktidar İslâmiyet’in önemini inkâr edemez durumdadır, o halde Müslümanlar için açık rejim lehine cehd göstermenin önem kaybına uğradığı söylenebilir mi? Hayır, tam tersine. Açık ve halkın davranışını, düşüncesini hesaba katan bir rejimin Müslümanlık lehine fırsatları olduğu kadar, Müslümanlığa köklü engeller çıkarabilecek bir temel karakteri de vardır. Bu da açık siyasî rejimin yalnız Müslümanlık karşısında değil, bütün düşünce ve inanışlar karşısında ilgisiz kalarak yaşamayı mümkün kılması, sosyal hayatın yalnızca kitle iletişim araçları ve üretim şartlarının güdümüyle yürütülebilmesidir. Eğer Müslümanlar, içinde yaşadıkları açık rejimi tatmin vasıtalarının faydasını azamiye çıkarmak ve dünya hayatı içinde acılardan mümkün olduğu kadar uzak, hazlara mümkün olduğu kadar yakın bir yaşama biçimini tek yaşama biçimi olarak seçmek gibi bir yola saparlarsa, Türkiye’de Müslümanlık adına sahip olunan siyasî avantaj derhal bir dezavantaj haline dönüşüverir. Eğer Müslümanlar, açık rejimin her şeyin açılmasını öngören havasına uyup kendileri erimeyecek olurlarsa bilinmelidir ki, toplumun gaflet ve çaresizlik sebebiyle önceki dönemlerinde erimiş unsurları da kendilerine gelecekler ve İslâmî bir doğrultunun faziletine bağlanacak yollar tutacaklardır.
Müslümanların açık rejim içinde erimelerinin başlangıç noktası, vicdan meseleleri ile toplum hayatında tutulan yerin birbirinden ayrıldığı noktadır. Müslümanlar, düşünceleri ile davranışları arasında ne kadar büyük mesafe olursa o kadar çok eriyecekler ve bu erime karşısında tedbir almak belki bir zamandan sonra çok geç sayılacaktır. İslâm düşmanlarının Türkiye’deki Müslümanlık karşısında çok tedirgin oldukları açık seçik belli. Biz Müslümanlar için kendi toplumsal hedeflerimiz istikametinde mesafe katetmek, sadece dirayet, olgunluk, sabır, bilgi ve hepsinden önce, hepsiyle birlikte ihlâs işidir. Lâkin İslâm düşmanları, biz Müslümanlar karşısında da açmaza düşüyorlar: Bizim Türkiye’de her düşünce sahibi insan gibi manevra yetkimiz olabileceğini kabul edecek olurlarsa, kendi manevra yeterlikleri günden güne azalacak, eğer Müslümanların herhangi bir manevra yapmaya hakları yoktur deyip bunu uygulamaya kalkarlarsa, o vakit kendi mevcudiyetlerini, kendilerini meşru kılan temelleri kundaklamış olacaklar. Böylesi bir ortamda biz Müslümanların, büyük adımları değil, emin adımları tercih etmemiz anlaşılabilir bir davranış türüdür.
İsmet Özel, Tehdit Değil Teklif, Muharrem 1408 (Eylül 1987)
* “TEHDİT DEĞİL TEKLİF” ile “İRTİCA ELDEN GİDİYOR” kitaplarının yazıları konularına göre sıralanıp tek bir kitap olarak neşredilmiştir. Mezkur yazı Tehdit Değil Teklif kitabındaki diğer bütün yazılar gibi TİYO neşriyatında İrtica Elden Gidiyor kitabında yer almaktadır.
* Yazıdaki vurgular tarafımızdan yapılmıştır.
Vatan der demez küflü bir şeyden, modası geçmiş bir kavramdan bahsettiğimizin bilincindeyiz. Bu şeyin modası, yalnızca Türkiye’de değil, yerkürenin her bucağında bilhassa globalizasyon marifetiyle kast-ı mahsusla, bile isteye geçirilmiştir.
Bugünün tarihini biliyor musunuz? Hangi zamandayız? 1397 yılının Cemaziyel’evvel ayının 12’inci gününde miyiz; 1393 yılının Nisan ayının 18’inci gününde miyiz; yoksa bugün1 Mayıs 1977 mi ?
Madem Türklerin (cumhurun) demir dağı eritmek gibi bir gayesi yoktu, o halde hangi sebeple bir başkanı vardı? Akla gelebilecek ilk sebep asayişin teminidir.
1965 yılında Fener Patrikhanesi ve Vatikan, karşılıklı olarak aforozlarını kaldırdılar. 1965 yılında. Yani o zamana kadar Fener Patrikhanesi ve Vatikan biri diğerini kendi itikatlarına göre kafir sayıyordu, biri diğerini Hıristiyan kabul etmiyordu.
İstiklâl Marşı Safahat’ta Yer Almaz
İstiklâl Marşı bir şekilde ortaya çıktı. Burası İstiklâl Marşı Derneği ama burası Mehmed Akif derneği değil. Ben İstiklâl Marşı Derneği başkanıyım ama burası İsmet Özel derneği de değil.
Türkiye’de bombalar patlamıyor son yıllarda, şehirlerimizde sokak çatışmaları olmuyor. Doğu Anadolu’dan gelen ölüm haberleri dışında Türkiye’de siyasi hava sistemin istediği gibi kabadayılıktan uzak özelliğini koruyor.
İstiklâl Marşımız Türk siyasetinin vesikasıdır. Bugün bilinen Türkiye Cumhuriyeti siyasî tarihi İstiklâl Marşı ile zıtlaşma halindedir. Şöyle ki: İstiklâl Marşımız “Hakkıdır, Hakk’a tapan milletimin İstiklâl” diyor.
Demek Türkiye’de bizim meselemiz “biz” olup olmadığımız konusundaki sarahattir. “Biz” dediğimiz zaman birbirimizi kastediyor muyuz? Bundan daha önemli hiçbir şey yok. Eğer “biz” dediğimiz zaman birbirimizi kastedebiliyorsak bizden hiçbir şey koparamazlar.