Gün battı mı gün biter. İslâm saatinin aslı budur. Biz Müslümanlar bize günü temin eden şeye değil, güne eşlik eden şeye gün-eş deriz. Hayra dönük olmayan şeylerin alenen işlenmesini rahatsızlık verici buluruz. Güpegündüz dediğimizde ortalık apaydınlıkken demiş oluruz. Dolayısıyla esrarlı şeylerle gün boyunca uğraşmayız. Güneşin kendini göstermesinden gözden kayboluşuna kadar her gün başlı başına bir maceradır. Hava bulutlu, yağmurlu, fırtınalı olsa da gün boyunca güneş bizimledir. Gizlenmeyeni güvenli buluruz. Hâlbuki güneşli günlerin mesut günler olduğu bir Avrupalı uydurmasıdır. Çünkü güneşi görmek çoğu elverişsiz hava şartlarını tabii sayan Avrupalı için bir saadet kaynağıdır.
Modernlik insana uygun hayat biçimini uygunsuz sayanların el üstünde tuttukları şeydir. Yani insanın temel güdülerine zıt giden her şey modernlik peşinde olanların hoşuna gitmiştir. Modernleri güneşin görünmeyişi ile günün sona ermesi ilgilendirmez. Onları ilgilendiren insanların Yunan ve Roma Medeniyetlerinin başarılarına yeniden kavuşabileceklerine ve bu başarıların çok üstüne çıkabileceklerine duydukları kesin inançtır. Bu inanca hak vermek mümkün mü? Eğer modernlik iki yüzü de keskin bir bıçak benzetmesine uysaydı modernliğe hak verip vermeyeceğimizi tartışabilirdik. Ne var ki modernlik iki yüzü de keskin bir bıçak benzetmesine uymuyor. Modernlik uysa uysa tek yüzü keskin bir bıçak benzetmesine uyuyor. Bıçağın bir yüzü keskin diğer yüzü kördür. XVIII. yüzyıl Avrupa’sının aydınlanma felsefesi gereğince gelişmeye ve evrime duyulan güven bugünün XXI. yüzyılında yerkürenin her bucağında kabul görmüş görünüyor.
Dünyada cereyan eden hadiseleri değerlendirme makamını gasp etmiş insanlar gelişmenin alternatif maliyetini hesap dışı tutuyor. Neden yapıyorlar bunu? Buna insan psikologisinin bir tuhaflığı diyebiliriz. “Savaş hayatımı kurtardı” diyor Ludwig Wittgenstein. Bu sözlerden savaş patlak vermeseydi genç filozofun intihar edeceğini anlıyoruz. Savaş çıkmasaydı ve filozof intihar etseydi insanlık neden mahrum kalacaktı? Makine çağı başlamadan önce gemiler vardıkları hedefe yelken gücüyle varırlardı. Motorlu gemilerin inşasının tabiatın yapısına hangi zararları verdiği dikkate alınmış mıdır? Oysa yelkenli gemiler döneminde gayet canlı bir deniz ticareti yürürlükteydi. Yürürlükte olma hadisesine yerküredeki bütün hâkim sınıflar dikkat kesilmiştir. Türkler bir millet olarak andığım kuralın tek istisnasıdır.
Osmanlı Devleti’nin bir duraklama devri var. Dünya tarihinde adı sadece bu devlette anılan ve fetihlerin devam ettiği, toprak kaybının asgari seviyede kaldığı bir dönem bu. Aynı zamanda Batı Medeniyeti ’ni örnek alan devletin her safhada geri kaldığı ve milletin sahip çıktığı, toprakta özel mülkiyetin, polisin olmadığı düzen fikriyle gayri-Müslim taşkınlıklara cevap verme olgunluğu gösterdiği bir dönem. Balkan Savaşlarında hiçbir başarı elde edemeyen Türkler millet olarak hiçbir hayatiyet belirtisi göstermedikleri halde Çanakkale zaferi kazandı. Bu kazanç İstiklâl Harbi’nin başlatılması için kifayet etti. Mondros mütarekesinin imzalandığı sırada Türk askerinin denetimi altında bulunan her yer millî sözleşmeğe (Misâk-ı Millî ’ye) konu oldu. Misâk-ı Millî ‘ye Meclis’in yeminle bağlı oluşu cumhuriyet idaresinin halk nazarında 37 sene meşru sayılmasının sebebi sayıldı. Türk devletinin sınırlarının ne olduğu meselesi bir daha hatırlandı mı? Hayır, hatırlanmadı. Birbirini takip eden kuşaklar düzendeki çarpıklığın ne kadar kâr getirdiğini yaşayarak gördü.
Her türlü dolandırıcılığın kol gezdiği Türk topraklarında yazımızın, takvimimizin, kendimize has ölçülerin geri alınması gerektiğini şart görmek olmayacak duaya âmin demek midir? Bunu bilmiyorum. Kendi öz yazısını geri alamayan ve üstelik onu Arap harfleri diyerek küçümseme tavrı benimseyen bir milletin siyasi ve/veya iktisadi bağımsızlığı bahis konusu edilebilir mi? Biz Batı Medeniyeti’nin kölesi olmağa dünden razıyız diyenlerin teşkil ettiği milletin bir ferdi olmağa benim gönlüm razı değil. Bu kadarla bitmiyor. Tarih sahnesine hiç çıkmamış milletlerin tarihte bir yerleri olup olmadığından da emin değilim. Bana onlara ancak sosyologi, belki de ancak antropologi disiplini içinde yer verilebilirmiş gibi görünüyor. Türk milletine mensup olmak tarihin cereyan tarzına dokunmakla gerçekleşen bir şey. Devlet teşkilatının Batı’ya teslimiyetle ömrünü uzatabileceği hatasına düşmüş olması bir vazifenin, andığım hatanın izalesine dair vazifenin yerine getirilmesini de gerektiriyor. Bu yüzden hata işleyenlerin muaheze edilmesi şartına takılmış halde yaşıyorum. Batı’ya razı olanlardan da razı değilim.
Türkler tarihin cereyan tarzına dokunarak sahneye çıktılar. Türklerin ayak bastıkları tarih sahnesi binlerce yıllık birikimin aleyhineydi. Nitekim Avrupalılar Türk tesirini yok edecek şeyi Antik çağda aradı. Batı Medeniyeti I. Cihan Harbi’nin sonuna kadar insanların önüne bir külliyatmış gibi çıktı. Oysa âlemlere rahmet olan bir resule âlemlere rahmet olan Kur’an-ı Kerîm Türklerin Gaza Beylikleri döneminde Diyar-ı Rûm’u Dar-ül İslâm şekline getirmesinden çok önce indirilmişti. Bu indiriliş vakıasına Türkler dâhil olmak üzere bütün Müslümanlar karşıdan baktı. Bu karşıdan bakışı bize en çok Ramazan ayı anlatıyor. Çünkü Ramazan bütün insanlığa Allah’ın yaratıcı gücünü haykırıyor. Var olanın varlık sebebini onu canlı tutan nesne (yiyip içme) ve fiillerde (cinsî temas) aramayın, Allah’ın yaratması olmasa canlı veya cansız hiçbir şey hissedilebilir sahada yer alamazdı. İslâm dâhilindeki amellerin tümü kul yararınadır. Sadece oruç Allah içindir ve Allah onun mükâfatını bizzat verecektir. Sayıya gelmeyecek miktarda noksanımız var. Noksanlarımıza rağmen Muhammed ümmeti olmanın kıymetini bilen bir topluluk olarak yüzyıllar geçirdik. İslâm yazısını ve İslâm saatini elimizden alanların bir kalkışmağa cüret etmemizden korktuklarını biliyoruz.
İsmet Özel, 14 Ramazan 1444 (5 Nisan 2023)
İkaz: Her hakkı mahfuzdur. Bu sebeple yazının bütün olarak bu sayfadan başka bir yerde neşredilmesi yasaktır. Ancak kaynak gösterilmesi (İstiklâl Marşı Derneği internet portalinde yer aldığının ifade edilmesi) ve bu sayfaya doğrudan aktif bağlantı verilmesi şartıyla yazının kısa bir bölümü iktibas edilebilir. Eser sahibinin tayin ettiği usule bağlı kalmak suretiyle bu yazının her türlü neşri, 5846 sayılı Kanun hükümlerine tabidir.
İstiklâl Harbimiz bizim millî kurtuluş savaşımız değildir, bağımsızlık savaşımız da değildir. İstiklâl bağımsızlık demek değildir. İstiklâl Arapça bir kelime değildir. İstiklâl Türkçe bir kelimedir. Arap dilinin kurallarına göre Türkler tarafından türetilmiş bir kelimedir
İstiklâl Marşı’nın rüyayla irtibatı vardır. Şunu İstiklâl Marşı’na itiraz edenler de sık sık dile getirirler: Derler ki, İstiklâl Marşı’nda iki dil var, iki farklı üslup var. Bu gerçekten de böyledir.
Yazdıklarım okunmuyor değil. Kimler okuyor yazdıklarımı? Bir yolda benimle yürümek, bir mesafeyi benimle kat etmek isteyenler mi? Bu sualin cevabına matuf bahsi hiç açmayalım.
- Bir dernek kurmayı ne zaman düşündünüz? Süreci biraz anlatır mısınız?
- Bir sual işaretiyle dile getirdiğiniz bu ifade beni neye cevap vereceğim hususunda tereddüde düşürdü. Merakım şu: Bana iki soru mu sordunuz; yoksa ortada bir soru var da, siz sorunun iki safhada cevaplandırılmasına mı talipsiniz? Bir “lâhavle...” çekip cevap teminine gayret edeceğim; söylediklerimin sizin öğrenmek istediklerinizden hangisine uyduğuna karar vermek okuyana kalmış.
“İnsan hayra dua ediyormuşcasına şerre de dua eder. Çünkü insan pek acelecidir.”17/11
Bizi cehennem ateşinden kurtaracağına inandığımız söz “la” ile bir olumsuzlamayla başlar. Bu demektir ki insanoğlunun dünyada geçen hayatı varlıkla yokluk arasındaki sınırın nereden geçtiğini bilmekle şartlandırılmıştır.
Yani her aşamada önümüzde Türkiye için hayrı talep eden, hayır için dua eden enayiler ve Türkiye’nin asla paçasını kurtaramayacağını düşünen uyanıklar vardı. Bugün hâlâ aynı şey söz konusu.