İsmet Özel: Değerli basın mensupları, değerli konuklar,
Bugün, İstiklâl Marşı Derneği'nin benim hatırlayabildiğim basın mensubu eşliğinde ikinci basın toplantısını yapıyoruz. Hayretler içinde yapıyoruz, çünkü basın mensupları var basın toplantımızda. İstiklâl Marşı Derneği bundan sekiz sene önce kurulduğunda, 2007 yılında, hiçbir basın organında haber olmadı. İstiklâl Marşı Derneği'nin kurulduğunu hiçbir basın kuruluşu okuyucularına duyurmadı. Onun için biz İstiklâl Marşı Derneği olarak, basının bize olan ilgisizliğine alışkınız. Artık bunu kanıksadık. İstiklâl Marşı Derneği'nin Türkiye'de önemli bir işlev sahibi olduğu görüşünde değilim, İstiklâl Marşı Derneği'nin Türkiye'de vazgeçilmez bir işlevi var. Dolayısıyla, başka bir kuruluş tarafından yerinin doldurulamayacağı söz konusu. Neden, "İstiklâl Marşı'nı Kim Yazdı?" sorusuna cevap vermek üzere bir basın toplantısı yapma ihtiyacını duyduk? Şundan: Türkiye'nin mevcudiyetine hizmet edecek her şey zaman içinde varlığını kaybetti. Bugün, artık İstiklâl Marşı dışında Türkiye'nin varlığını teminat altına alabilecek hiçbir şey kalmadı. Dolayısıyla İstiklâl Marşı aleyhine, İstiklâl Marşı'nı zaafa düşürecek bir şeyler, Türkiye'nin idamesi aleyhine şeyler haline geldi. Basın toplantımızın kısa cevabı bizzat İstiklâl Marşı'nın şairi, yani İstiklâl Marşı'nın altında imzası bulunan zat tarafından verilmiştir. Hepinizin bildiği gibi, Mehmet Akif Ersoy bütün şiirlerinin yer aldığı Safahat'a İstiklâl Marşı'nı dâhil etmemiştir. Bunun sebebini sorduklarında "O benim eserim değildir, milletimin eseridir." demiştir. Dolayısıyla 'Safahat'ta onun yeri yoktu' diyen bizzat Mehmet Akif'tir. Bu soru çok bariz bir şey. İstiklâl Marşı'nın gerçekten Mehmet Akif tarafından yazılmadığı, Türk Milleti tarafından yazıldığı fantastik bir şey olarak görülüyor. Millet nasıl bir araya gelmiş ve bunu yazmış? Ama bu anlaşılmayacak bir şey değil. Bir kere bu metnin adının İstiklâl Marşı olduğuna dikkat etmek lazım. Yani milli marş değil bunun adı. İstiklâl Marşı'ndan başka bir adı yok. Söz konusu olan şey nedir? Söz konusu olan şey Türk İstiklâli'dir.
İstiklâl Marşı'nın içinde Türk kelimesi geçmez; İstiklâl Marşı'nın içinde İslâm kelimesi geçmez. İstiklâl Marşı'nın adının neden İstiklâl Marşı olduğu sualinin ortada Türklerin İstiklâli dışında bir cevabı yoktur. Pratik olarak İstiklâl Marşı yazılırken Tacettin Dergâhına girip çıkanların kimler olduğunu tespit etmek polisiye bir şey. Çok önemli değil. Ama şüphesiz ki, bir çok insan geldi gitti Tacettin Dergahı'na İstiklâl Marşı yazılırken. Ve birçokları İstiklâl Marşı'nın ortaya çıkmasında Mehmet Akif'in nelere dikkat etmesi konusunda kendisiyle görüş alışverişinde bulundu. Bunda şaşılacak hiçbir şey yok. Çünkü söz konusu olan bir milli marştır; ve bu milli marş Türk İstiklâli'ne dairdir. Şimdi modern çağda milletlerin ortaya çıkışı göz önüne alındığında, dünyada adet yerini bulsun diye, bir ihtiyacı gidermek üzere yazılmış milli marşlar dışında dünyada sadece üç milli marş vardır ki; bir milletin diğer milletler karşısındaki tavrını yansıtır. Birincisi bu Marseillaise olarak bildiğimiz Fransız milli marşı; ikincisi nakaratı "Deutschland! Deutschland! Über alles!" olan Alman milli marşı; üçüncüsü de adı İstiklâl Marşı olan marştır. Bu üç marş bütün dünyada adet yerini bulsun diye yazılmamış, yazılmalarıyla bir iş üstlenmiş marşlardır. Yani "İstiklâl Marşı'nı kim yazdı?" sorusuna "İstiklâl Marşı'nı Türk Milleti yazdı." cevabını verdiğimiz zaman öyle fantastik bir şey söylemiş olmuyoruz. Türk Milleti'nin tarihten silinme tehlikesine karşı yükselmiş bir avaz. Onun için İstiklâl Marşı'na kınayıcı bir eleştiri getirmek isteyenler "Bir milli marş 'korkma' diye başlar mı? Kim korkuyor zaten!" falan gibi safiyane ifadelerde bulunuyorlar. Halbuki korkulacak bir şey vardı ve tıpkı İstiklâl Marşı'nın başlangıcında dediği gibi: "Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak" Yani, bu millete mensubiyetiyle iftihar eden son kişi ortadan kalmadıkça bu milleti temsil eden bayrak tesir gücünü kaybetmeyecektir. Şimdi, Amerika Birleşik Devletleri'nin başını çektiği bir Türkiye aleyhtarı koalisyon; Türkiye'den yeni bir anayasa istiyor. Ve bu yeni anayasa 1982 Anayasası'nda İstiklâl Marşı'nı koruma altına almış olan maddenin yok olmasını temin için arzulanan bir anayasa. İstiklâl Marşı 12 Mart 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde milli marş olarak kabul edildi. Dolayısıyla İstiklâl Marşı'nın bir şekilde meclis tarafından kabul edilmesi yüzünden hukuki bir ağırlığı var, bir kanun değerinde İstiklâl Marşı; çünkü meclis tarafından kabul edilmiş, yasama organı tasdik etmiş. Bu yüzden zaten bir koruması olan bir şey. O yüzden 1921 Anayasası'nda İstiklâl Marşı'ndan bahis yoktur, 1924 Anayasası'nda İstiklâl Marşı'ndan bahis yoktur, 1961 Anayasası'nda İstiklâl Marşı'ndan bahis yoktur, 1982 Anayasası'nda İstiklâl Marşı, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler arasındadır. Neden? Bu günden tam 55 yıl 44 gün önce, 27 Mayıs 1960 sabahı, 29 Ekim 1923'te ilan edilen cumhuriyet Amerikalılar tarafından lağvedildi. Yani o sabaha kadar bizim bir Türkiye'miz vardı. Biz İstiklâl Harbi sonunda ele geçirdiğimiz bir Kur’an devletine sahiptik. Bütün inkılaplara rağmen bir Kur’an devletine sahip olduğumuzun delillerinden birisi 1969 yılında Yargıtay Başkanı İmran Öktem'in cenazesinde çıkan olaylardır. 1969 yılında alenen din aleyhtarlığı ve dindar aleyhtarlığı yapan bir adamın cenaze namazının kılınmasına itiraz eden insanlar harekete geçtiler. Şunu anlatmaya çalışıyorum; hadisenin Nurculukla, cartla curtla alakası hiç önemli değil. Türkiye'de mevki, makam sahibi insanların İslâm aleyhine haklı veya haksız bir beyanda bulunmaları toplumda bir haklı tepki uyandıracak kıvamdaydı. İmran Öktem'in cenaze namazının kılınmasına itiraz edilmesi üzerine imamlar kaçtılar. "Ben bu namazı kıldırırsam kim bilir başıma ne gelir" diye kaçtılar, sonunda bir formül bulundu. Aslında imam olmayan ama elinde onunla ilgili bir ruhsatı bulunan, Gözübüyük soyadlı birisi kıldırdı namazı. Bilmem anlatabildim mi? Yani, Türkiye'de İslâm aleyhine mevki makam sahibi bir insanın konuşuyor olması, kendini bir belaya atması manasına geliyordu 27 Mayıs'tan sonra bile. Sonra Türkiye'de siyasal İslâm yoluyla İslâm'ın küçük görülebilir bir şey olduğu temin edildi. Bugün İstiklâl Marşı'na yapılan laf atmalar elimizde kalan son milli gücün yok olmasını temine matuftur. Yani üyelerimizden biri bile "İstiklâl Marşı deyip de 82 Anayasası'nı savunur duruma düşmeyelim" diyebilmiştir. Yani 82 Anayasası'nı savunup savunmama hiç önemli değil. Ama 82 Anayasası'na İstiklâl Marşı'nın neden dâhil edildiğini fark etmek lazım. 27 Mayıs ile başlayan şey nasıl bir sonuç verdi? Bugün temmuz ayında mıyız? Geçtiğimiz 27 Mayıs'ı sessiz sedasız geçti. Halbuki 27 Mayıs yirmi sene boyunca milli bayram sayılıyordu ve üstelik 30 Ağustos ile aynı seviyede kabul ediliyordu 27 Mayıs hadisesi. İstiklâl Marşı'nın bizzat kendisi dikkate değer olan bir şeydir. 41 mısranın 41'i de Türk varlığının dünya üzerinde ne manaya geldiği konusunda zihin aydınlatıcı bir şeydir. Yani İstiklâl Marşı'nın işitilmemesi, anlaşılmaması için özel bir gayret sarf edilmiştir. Bu yüzden de bugün, okullarda, resmi dairelerde, spor karşılaşmalarında söylenen İstiklâl Marşı bestesi İstiklâl Marşı'nın anlaşılmasına mani olmak üzere kabul edilmiş bir şeydir. Hiçbir musiki değeri yoktur. İşlevi, sadece, İstiklâl Marşı'nın ne dediğinin bilinmesine mani olmaktır. Yani o iki kıt'a dahi anlaşılmaz bir şeydir; 'obe' denir İstiklâl Marşı'nda. Bu mühim bir şey. Biz İstiklâl Marşı'nın millet olarak bir tek mısraının bile ağırlığını çekebilecek durumda değiliz. Türkiye'de bir toplum hayatı var, fakat bu toplum hayatı İstiklâl Marşı'nın bir tek mısraını bile yüklenebilecek değerde değil, bir tek mısraını bile! Onun için İstiklâl Marşı Derneği, İstiklâl Marşı'nın ne dediğini duyurmak üzere bir beste uyguluyor fakat onun da sonuçlarını tatminkar bir şekilde alabilmiş değiliz.
İstiklâl Marşı'nın vazgeçilmezliğine işaret eden bir tek siyasetçi siyaset alanında değil. Mumla arasanız bulamazsınız. Yani açıkça insanlar diyorlar ki: "Benim İstiklâl Marşı'yla bir problemim yok ama o maddeler değişecek." demiyorlar mı? Herkes öyle diyor. O maddeler arasında Türkiye'nin başşehrinin Ankara olması falan filan da var. Birileri, sanki onları koruyormuş gibi havalar atıyorlar ama herkesin derdi İstiklâl Marşı'nın korunmaz hale getirilmesi. İstiklâl Marşı'nın devreden çıkarılmasının girizgâhı olarak Andımız'ı devreden çıkardılar. Kendilerine göre çok haklı sebepleri vardı: "Türk olmayan insanları niye 'Türk'üm' diye bağırtıyorsunuz?" diye. Mesela bunun bir ara formülü olabilirdi. O andı söylemek isteyenler bir tarafta kalırdı. Söylemek istemeyenler de kendilerini ayırabilirlerdi. "'Ben Türk'üm' diye bağırmak istemiyorum" diyenlere o hakkı tanıyabilirdik. Ama, 'Türk'üm' diye bağırmak isteyenleri niye bundan mahrum bırakıyorsunuz? Bu girizgâhın arkasından İstiklâl Marşı'nın, dediğim gibi, devreden çıkarılması gelecek tabii. Bunun hazırlığını gözlemliyoruz. Ama zaten İstiklâl Marşı Derneği'nin mevcudiyetinin izahı şuradır: Biz diyoruz ki "İstiklâl Marşı metni 1921 yılında milli marş olarak kabul edildi. Aynı yılın müteakip aylarında Sakarya Meydan Muharebesi Türkler tarafından kazanıldı. İstiklâl Marşı'nın gayesinin sadece bu olduğu görüşüyle İstiklâl Marşı rafa kaldırıldı." Yani Sakarya Meydan Muharebesi'nden sonra İstiklâl Marşı sanki bir vitrin malı gibi algılandı; ne dediğine hiç kimse kulak vermedi. Tam tersine İstiklâl Marşı'nın aleyhine bir yönetim tarzı uygulamaya kondu. Bunu da sekiz senedir söylüyoruz: "İstiklâl Marşı 'Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli/ Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli' diyor. Halbuki Türkiye'de ezan on sekiz sene yasaklanabildi. İstiklâl Marşı eğer rafa kaldırılmamış olsaydı bunu yapmaya kimsenin gücü yetmezdi. Ama yetti birilerinin gücü ve Türkiye çok partili seçim dönemine girdiği zaman ezanını geri alabildi.
Şimdi, İstiklâl Marşı Derneği kuruldu. İstiklâl Marşı Derneği de, Allah izin verirse, ezanımızdan sonra yazımızı da geri alabilecek bir hamleyi başlatmak niyetinde. Bu bir basın toplantısı ve sanıyorum ki sorunun cevabını verecek kadar konuştum. Şimdi sözü ikinci başkanımız Durmuş Küçükşakalak'a bırakıyorum.
Durmuş Küçükşakalak: Hepiniz hoş geldiniz. Ben de İsmet Bey'in o bıraktığı yerden; yani İstiklâl Marşı Mehmet Akif'in eseri değildir, Türk Milleti'nin eseridir; bunun fantastik bir şey olmadığını izah etmeye çalışacağım. Şimdi Eşref Edip'in Mehmet Akif'e "İstiklâl Marşı'nı Safahat'a niçin koymadınız?" sorusu üzerine, o hepimizin bildiği, "O benim değil milletimin eseridir, milletimin malıdır. Ben sadece gördüğümü yazdım" diyor bu soruya karşılık. Mehmet Akif'in gördüğü neydi? Burası önemli. Hep atlanan şey, o günün fiziki şartları itibariyle bakacak olursak Ankara'ya kadar gelmiş Yunan birlikleri var; Türkiye'nin doğusundan ve güneyinden birçok yer işgal altında; Ankara'yı Sivas'a mı, Konya'ya mı, Kayseri'ye mi taşısak tartışmaları yapılıyor; İstanbul işgal altında; Bursa düşmüş, vs.… Yani fiziken herkesin gördüğü şeyler var. Bunu Mehmet Akif'ten başka şairler de görüyor aynı zamanda. Öyleyse Mehmet Akif'in gördüğü başka bir şey olması lazım, yani başka birileri de yazabilmeliydi İstiklâl Marşı'nı. Demek ki Mehmet Akif başka bir şeyler gördü. Ne gördü? Gördüğü bir rüyaydı. Öyle yakıştırma bir şey değil. Tacettin Dergâhındaki oda arkadaşı Konya mebusu Hafız Bekir Efendi'nin anlattığı bir anekdot var. Diyor ki: "Bir gece vakti Mehmet Akif aniden uyandı." aynı odada kalıyorlar Tacettin Dergâhında, "kağıt aradı, bulamadı. Ve duvara bir şeyler yazdı. Sabah namazına kalktığımızda Mehmet Akif'in yattığı yer yatağının yanındaki duvardan bir dörtlüğü kazımaya çalışırken gördüm." diyor. O dörtlüğün başında da “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım” mısraı olduğunu söylüyor. Elimizde böyle bir bilgi var. Yani bu bilgi eğer Türk Milletinden biriysek işimize çok çok yarayan bir bilgi, yok İstiklal Marşı muarızı kesimdeysek, İstiklal Marşına itirazı olan insanlardansak aleyhe kullanılabilecek de bir bilgi. Buradan şunu çıkarabiliriz rahatlıkla, yani biraz sinematografik olabilir, yani bazı yerlerin çok ışıklandırmasını iyi ayarlayıp, kameraları iyi yerleştirip kurmakla, İstiklal Marşını kimin yazdığını bu tablodan rahatlıkla bulabiliriz. İstiklal Marşının rüyayla irtibatı vardır. Bunu İstiklal marşına itiraz edenler de bunu sık sık dile getirirler. Derler ki İstiklal Marşında iki dil var, iki farklı üslup var. Bu gerçekten de böyledir, aynı zamanda bunu Kur’an-ı Kerim için de söylerler, işte Kur’an-ı Kerim’de kim kime ne diyor? Yani bu sadece haşa Muhammed’in(s.a.v.) yazdığı bir şey değil başkaları da buna katkıda bulunmuştur gibi iftiraları aynı insanlar sıralar. İşte İstiklal Marşındaki bu iki dil, ikili dilin sebebi rüyayla irtibatlı olmasıdır. Mehmet Akif rüyasında bir şeyler gördü ve ona cevaben “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım” mısraı ile başlayan iki dörtlüğü yazdı. Bu nasıl oldu? İstiklal Marşına biraz dikkatli bakarsak her iki kıtada bir muhatap değişir yahut özne değişir. Başlangıçta “Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”, birisi birisine korkma diyor, yani gizli özne diye bir şey varsa -nedir onun Türkçe tabiri- o sendir “Korkma” denilen. Yani burada Türk Milletinin eseridir bu. Türk Milleti kimlerden müteşekkildir? İki unsurdan müteşekkildir, bir Şehitler bir de Şehitoğulları. Türk Milletinin üçüncü bir unsuru yoktur. İstiklal Marşı Şehitler ile Şehitoğulları arasında bir mukabeledir, bir konuşmadır. Mukabele nasıl yapılır? Ya ayniyle karşılık verilir, yani hediyeleşmede de bu vardır, bir hediyeye mukabili verilir yahut daha fazlası verilir. İstiklal Marşında sürekli bu ziyadesiyle yapılan bir mukabele şeklinde yürür. İlk önce, Mehmet Akif’in rüyasında gördüğü şehitler, bunlar yeşil sarıklı mıdır, askeri üniformalı mıdır, rütbeli midir, er midir, bilmiyoruz. Mehmet Akif’ten, kendi dilinden böyle bir şey işitilmiş de değildir. Çünkü Mehmet Akif “ben bunu rüyada yazdım” falan filan diye anlatacak kadar çiğ bir adam değildi. Sadece Eşref Edib’e söylediği “ben sadece gördüğümü yazdım” sözünden, bir de Konya Mebusunun aktardığı o anekdottan yola çıkarak biz bunu bu şekilde Türk Milletinin eseri olduğunu delillendiriyoruz.
Şimdi İlk önce şehitler söze başlıyor, diyorlar ki:
Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak;
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.
O benim milletimin yıldızıdır, parlayacak;
O benimdir, o benim milletimindir ancak.
Çatma, kurban olayım, çehreni ey nazlı hilâl!
Kahraman ırkıma bir gül! Ne bu şiddet, bu celâl?
Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helâl
Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!
Şimdi dikkat edecek olursak ilk iki kıtada muhatap “sen”dir, hilaldir, karşıdaki bir şeylerdir. “Sana olmaz dökülen kanlarımız sonra helal” kanı dökülmüş birileri söylüyor bunu. “Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl”. Yani bunu diri birilerinin söylediğini farz edersek, “hakkımı alırım, söke söke alırım” der gibi bir şeye çıkar bu. Ama bunu hak etmiş, cenneti hak etmiş birilerinin söylediğini düşünürsek bu yerli yerinde bir sözdür “Hakkıdır, Hakk'a tapan, milletimin istiklâl!”
Daha sonra o Mehmet Akif’in duvara yazdığı dörtlük geliyor. Üçüncü ve dördüncü kıtalar şehitoğullarının şehitlere cevabıdır. Korkuyorlar şehit oğulları, bu can korkusu değildir! İddia ettikleri gibi “Türk korkmaz” falan filan gibi hikayelerle “bir marş nasıl böyle başlar” diye eleştirirler. Bu can korkusu değildir. Bu en başta yeryüzünde İslam’ın silinme korkusudur, tehlikesidir. İkincisi vatan diye bir şeyin kalmama korkusudur, dilin kalmama korkusudur. Korkular bunlardır. Yani bir sıradan can korkusu ten korkusu değildir. Bu korku içindeki şehit oğullarına şehitlerin hitabı sonucunda, Mehmet Akif’in şahsında Mehmet Akif şunları söylüyor şehit oğulları adına:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim, bendimi çiğner, aşarım.
Yırtarım dağları, enginlere sığmam, taşarım.”
Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim îman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir imanı boğar,
"Medeniyyet!" dediğin tek dişi kalmış canavar?
Bu şehit oğullarının şehitlere yaptığı mukabeledir. Daha sonra tekrar hitap değişir. Yani normalde dikkat çekmesi lazım ama birçoğunun dikkatini çekmiyor, sadece işi gâvurluk olanların dikkatini çekiyor İstiklal Marşındaki bu iki dillilik, bu şizofrenik hal. Şimdi kim kime ne diyordu, ne yapıyordu bir anda karışıyor. Şimdi şehitler tekrar söze başlıyor, diyorlar ki:
Arkadaş! Yurduma alçakları uğratma, sakın.
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Gövdesi olan birine hitap ediyor, söylüyor bunu “Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.”
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.
Gaipten de haber veriyor, yani bunu başka türlü izah edemeyiz. Hakkın vadettiği günler olduğunu biz Kur’an-ı Kerimden öğreniyoruz ama sanki kendi söylüyormuş gibi gaip olmuş birisi gaipten haber veriyor bize.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Cennet vatan ibaresini de şehitler kullanıyor ilk defa, çünkü cennetteler… Mukabele ziyadesiyle yapılır dedik, hemen bunun ziyadesini şehitoğulları “cennet vatan” ibaresini duyar duymaz ileriye götürüyorlar, bunu daha ileri taşıyorlar. Şimdi şehitoğulları söze başlıyor.
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Yani şühedanın ölüler olmadığın, ayet-i kerimede buyurulduğu gibi onların kanlı canlı, diri olduğunu gören şehitoğulları
Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.
Yani canı, cananı, bir varı olan birileri söylüyor bu sözleri.
Rûhumun senden İlahî, şudur ancak emeli:
Değmesin ma' bedimin göğsüne nâ-mahrem eli!
Bu ezanlar-ki şehâdetleri dinin temeli-
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.
“Şu ezanlar” demiyor, “bu ezanlar” diyor. Yani “şu dışardan gelen ezanlar” değil, “ bu ezanlar, benim hemen yanımda okunan ezanlar”. Yani toprağın altındakiler söylemiyor bunu, toprağın üstündekiler söylüyor bunu. Mesela çok kopuk ibaredir “o zaman” diye başlayan bir mısra var. “Ne zaman ne oldu? İstiklal Marşıyla ne alakası var? Önceki kısımla ne alakası var?” diyebileceğimiz bir şekilde başlıyor. Hâlbuki şehit oğullarının bu mukabelesi üzerine şehitler en sonunda diyorlar ki:
“O zaman vecd ile bin secde eder -varsa- taşım.”
Taşı olup olmadığı belli olmayan birisi söylüyor bunu.
“Her cerîhamdan, İlâhî, boşanıp kanlı yaşım”
Yaralarından kanlar boşalan, taze taze kanlar boşalan birisi söylüyor bunu.
“Fışkırır rûh-ı mücerred gibi yerden na'şım”
Açıkça na’şı olan, na’şı yerde olan, gömülü olan biri söylüyor.
“O zaman yükselerek arşa değer belki başım!”
“Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!”
Baştaki o “nazlı hilal” şimdi “şanlı” oldu, çünkü şehitler, şehit oğullarını gördü. Yani bıraktıkları işi ileriye götürecek birilerini görüp baştaki, ikinci kıtadaki “nazlı hilal” şimdi “şanlı” oldu.
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Kanı dökülmüş birisi söylüyor bunu.
“Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl”
Ki bu da çok ilginçtir. İkinci kıtada “kahraman ırkıma”, burada da “ırkıma yok izmihlal” deniyor. Şehitler bir ırk olmuş, ırk olmayı başarmış, başarmış demeyelim, ırk olmak nasib olmuş insanlardır. Yani aynı şey için ölmüş insanlar ırk olabilir. Aynı şey için ölecek insanlar ırk olmaya namzettir. Yani İstiklal marşı ırkçı bir metindir, faşist bir metindir. Irkçılığın zirvesi de aynı şey uğruna ölmektir, ölmeyi göze almaktır. Son kıtayı okuyarak bitiriyorum:
Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
Ebediyyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl;
Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet,
Hakkıdır, Hakk'a tapan milletimin istiklâl!
Bir de burada “niye beş mısrayla bitiyor?” bunu kimse anlayabilmiş, çözebilmiş değil. Mehmet Akif’e sorsanız o da “ben bilmiyorum” der büyük ihtimalle. Çünkü şehitler böyle söylemiş, onlara sormak lazım. Özetle söyleyeceğimiz İstiklal Marşı, evet Mehmet Akif’in eseri değildir, Mehmet Akif’in de içinde bulunduğu Türk Milletinin eseridir ki dediğimiz gibi Türk milleti iki unsurdan oluşur; şehitler ve şehit oğulları, üçüncü bir unsuru yoktur. İstiklal Marşına itiraz edenlerin hepsinin şehit oğlu değil onun bunun çocuğu olduğuna hükmetmemiz gerekir.
Teşekkür ederim.
İsmet Özel: Şimdi Genel Sekreterimiz Mustafa Tosun, basın mensuplarına ve misafirlerimize İstiklal Marşının yazarının kim olduğuna dair fikirlerini beyan edecek, buyurun.
Mustafa Tosun: Teşekkür ederim.
İstiklal Marşı'nı kim yazdı? Cevap verildi, Türk Milleti yazdı. Türk Milleti de kimlerden oluşur sorusunun cevabı da az önce net bir şekilde verildi. Şehitler ve şehitlerin oğulları ve kızları, bu Türk Milleti. Yakın zamana kadar İstiklal Marşı üzerine iki tür eksiltici yaklaşım sergilenmeye çalışılıyordu. Bunlardan biri şuydu: İstiklal Marşı'nı Mehmet Akif yazdı. Mehmet Akif'in şiirlerinden biri ama Safahat da var. “Safahat'taki tüm fikirlerine de müracaat etmeli miyiz; etmeliyiz, onu da baş tacı etmeliyiz” diyen bir yaklaşımdı. Bu yaklaşım bir sulandırma girişimiydi. Mehmet Akif'in İstiklal Marşı'nı yazarken ulaştığı hem edebi seviye hem zihni açıklık seviyesi önceki şiirlerinde o kadar yok. Bu konuya çok girmeyeceğim ama İstiklal Marşı metni tamlık bakımından bir zirve. Bu manada, Mehmet Akif'in edebi değerinin ötesinde bir fikir referansı olarak alınacak İstiklal Marşı'yla kıyaslanacak bir yönü yok. Bu yaklaşım birinci yaklaşımdı. İkinci yaklaşımsa aslında bunun öz veya üvey kardeşi bir yaklaşım. Bu yaklaşım da; “Madem İstiklal Marşı Mehmet Akif'in bir eseri, en fazla bir kişinin bir şiiri, o kadar önemsenecek bir şey değil bu.” Bu da İstiklal Marşı'nı değerden düşürmeye yönelik bir hareketti. Bu iki hareketle gelinirken İstiklal Marşı'nın metnine yakından bakanların ve İstiklal Marşı Derneği'nden haberdar olanların devreye girmesinden sonra bu sefer İstiklal Marşı'nın yazarının kim olduğu konusunda bir saldırı başladı. Bu iptal yönünde bir çalışmaydı. Buna cevap olsun diye o kişilerin adını zikretmeden bir şeyler söyledik. Bu boyutuyla İstiklal Marşı'nı kim yazdı, Türk Milleti yazdı. Bu artık notu açıklanmış bir sınavdır veya herkes kendi sınavını vermiştir. Son yıllarda gündemimizde bulunan konular neler? Anayasa değişikliği, çözüm süreci, bir yandan Suriye, Yunanistan ne yapacak konuları, Kıbrıs hiç gündeme bile getirilmiyor; bunların aslında toplandığı bir havuz var. Bir kere anayasanın -ben hukukçuyum, avukatım- değişmeyen maddesi kalmadı. Aslında 82 Anayasası'nın değişmeyen yeri kalmadı. Yine değiştirmeyi düşünüyorlar, hedefin İstiklal Marşı olduğu buradan belli. Yani İstiklal Marşı'nın kaldığı bir anayasa her şey değişse bile ihanet olarak kabul edilmeyecek. İstiklal Marşı'nın Türk Milleti'nin çekirdeği olduğunu bildiklerinden dolayı birilerinin saldırıya muhatap olmasının sebebi bu zaten. Yunanistan ile Türkiye'yi federasyon yapma çalışmaları var. Bugün Yunanistan çokça gündemimizde, Türkiye bunlara para yardımı yapsa mı, Osmanlı yeniden kurulsa mı diye… Kuruldu aslında ancak bunun ilanı için İstiklal Marşı'nın olmadığı, Türkiye'nin sahibinin Türkler olmadığı daha resmi bir belge, kayıt arıyorlar. Bu manada İstiklal Marşı hedef haline gelmiş durumda. Söylenen şey de gayet açıklayıcıydı. İstiklal Marşı Derneği olarak bizler İstiklal Marşı'nı hem kendimizin ideoloji olarak aldığı hem kendimizi bir sırada tuttuğumuz bir metin ve bir atmosfer olarak kabul ediyoruz. İnşallah, Allah bizim bu atmosferimizi tüm Türk Milleti'ni kapsar şekilde genişletir, diyorum ve teşekkür ediyorum.
İsmet Özel: Biz de teşekkür ederiz. Kapanış babında bazı şeyler ilave etmek ihtiyacını duydum. Türklerin İstiklal Marşı'nı bir Arnavut mu yazdı? Safahat'ın bir yerinde 'Arnavud'um' diyor Mehmet Akif, kafiye olarak da 'yurdum' diyor. Mehmet Akif Türk mü, Arnavut mu? Bir kavmi o kavim yapan şey nedir? Ya da lisandan başka nedir? İstiklal Marşı'na Mehmet Akif'in bütün katkısı Türk şiir sanatına vukufiyetidir. Buna kendine kadar gelen bütün şairlerin gücünü emmiş biri olarak İstiklal Marşı'na Mehmet Akif katkıda bulundu. Yani İstiklal Marşı metni sarsılmaz güçte Türkçe bir metindir. Şimdi dünyada birçok örnekler var tabii. Mesela İngiliz edebiyatının en parlak isimleri İrlandalı'dır. Şimdi ne yapacağız? William Butler Yeats İngiliz mi, İrlandalı mı? Üstelik kendisi sıkı bir İrlanda milliyetçisidir. Ama Yeats dediğin zaman İrlanda şairi anlaşılmaz, İngilizce yazmıştır çünkü. Hepimizi hayrete düşürecek çok daha parlak bir ülke var: Macaristan. Macarların iki milli şairi var: Attila Jozsef, Sándor Petofi. Bu ikisinin de ne anası ne babası Macar. Bir tarafı da Macar değil ikisinin de. Sırp, Rumen, Macarların bir alt kolu Kuman ya da Suman gibi bir şey var. Her neyse… Üstelik bunların yüzüne de vuruluyor. Bunlar da şerefle diyorlar ki: "Benim babamın Sırp olması hiçbir mana ifade etmez. Ben Macarların milli şairiyim!" diyor Sándor Petofi. Kendisini yazdığı dilden dolayı bir yere ait sayıyor ve bu, dünyada böyledir. Onun için bazı şeyleri akılda tutmak lazım. Ya da hatırlamak veyahut öğrenmek lazım. Emevilerin üç büyük şairi vardı, birisi Hıristiyandı. Yani, Hulefa-i Raşidin devrinden sonra İslam ne hale geldi derseniz, işte Emevilerin üç tane büyük şairi var, bir tanesi Hıristiyan. Buradan Arap Milliyetçiliğine nasıl geçilir, o ayrı hikaye. Şimdi birtakım şeyler bizi sapık düşünmeye müsait hale getirir. Sıhhatli, sapık olmayan düşünmeyi yakalamak için ideali yakalamak lazım. Sıhhat istenilen şeydedir. Yani olmak dediğimiz şey olmak istediğimizle müteradiftir. Bir yerden geliyor olmak bizi oldurmaz, bizi bir yere gidiyor olmak oldurur. Nereye gittiğimize bakalım. Nereden geldiğimize bakamayız, çünkü o konuda net bir bilgi elimize geçmeyecektir. Bir çok sebepten dolayı bir yere getirilmişizdir; bizim nereye gitmek istediğimiz önemlidir. Şimdi İstiklal Marşı'nda "Korkma! Sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak" diyor, 'kızıl sancak' demiyor. Çünkü 1921 yılında Sovyetler Birliği var, 'kızıl sancak' derse insanlar başka bir şeyler anlarlar. 'Al sancak' deniyor. Hep böyle; kızıl sancak demedik biz bayrağımıza, hep al sancak, al bayrak dedik. Bunun doğrudan doğruya sebebi o sırada dünyada Kızılların olması. Yoksa bizim bayrağımız kızıldır, al değildir. Gelinlerimiz allanır. Şimdi bu, sönmeyeceğini söylediğimiz ocak ve o ocağın işareti olan bayrak, Türkler tarafından İslam'ın işareti haline getirilmiş bir şeydir. Yani Türkler, ay-yıldızlı kızıl bayrağı İslam'ın işareti haline getirdiler. Bugün hala 11 Eylül 2001'de kulelere çarpan uçakları göstermek için elleriyle bir şeyler çizdikleri zaman üzerlerine ay yıldız çiziyorlar. Çünkü İslam demek Türk demek ve Türkler de bu ay-yıldızı İslam'ın nişanesi haline soktular dünyada. Halbuki sıhhatli düşünmek ileriye doğru düşünmek, yani bir geleceğe sahip çıkmak demektir; sapık düşünmek de geçmişteki kusurları abartmak, geçmişteki kusurları daha görünür, daha göze batar şekle sokmaktır. Şimdi bizim bayrağımızın kızıl bayrak olmasının sebebi lisanımızda kızıl kelimesinin en büyük kalabalığı, bütünü, tamamı işaret etmesidir. Onun için biz çok kalabalık için kızılca kıyamet deriz. Kızıl çok kalabalığı, tamamı, yani millet bütününü ifade eder. Üzerinde de iki tane işaret var. Biri ay biri yıldız. Bu ay dediğimiz aslında, gerçekte hilal değildir. Bunun arkasında Artemis'in yayı vardır. Hıristiyan takvimine göre 1453 yılında fethettiğimiz şehrin koruyucu tanrıçası Artemis'ti. Bu Artemis Roma'ya, Latin dünyasına geçtiğimiz zaman Dayana, Diana olmuştur. Artemis av tanrıçasıydı ve yayıyla resmedilirdi. Onun için Artemis'i işaret etmek üzere, şimdi bazı cami kubbelerinde bazı hamamların kubbesinde şöyle (eliyle yay şekli çiziyor) bir işaret vardır, insanlar onu hilal sanırlar; halbuki o yaydır. Ucu zaten kıvrıktır. Çünkü bu şehrin başında, bu şehrin patroniçesi olarak Artemis vardı. İstanbullular bu hilali kendi nişanları, kendi işaretleri biliyorlardı. Fakat bugün bayrağımızda olan kompozisyon antik çağda, yani İstanbul’un koruyucusu Artemis olmadan önce de doğmuş bir nişandı. Onun mitolojisi çok karanlık Mezopotamya’ya falan uzanır. Yani, bugün bayrağımızda olan ay-yıldız kompozisyonunu –çok meraklı olanlar Side Müzesine gidip bakabilirler- aynen bayrağımızda olduğu şekilde antik çağa ait bir kabartmada görebilirler. Ama biz Türkler olarak ay-yıldızı, kızıl bayrağı nasıl İslâm’ın sembolü haline getirebildik? Bu doğrudan doğruya İstanbul’un fethiyle alakalı bir şey. İstanbul Hıristiyan başşehri olduğu zaman Konstantin, Putperest bir sembolün İstanbul sembolü olmasını reddetti. “Artık bu şehrin koruyucusu Artemis değildir, Meryem’dir” dedi. Meryem’in nişanesi de beş köşeli yıldız. Neden? Çünkü Hıristiyan inancına göre Meryem Tanrı’yı doğurmuştu ve babasız doğmuştu bu çocuk. Dolayısıyla tanrı doğarken Meryem’in kızlık zarı parçalandı. Bakireydi Meryem, doğum yaparken “kızlıktan çıktı” diyelim. Bu Hıristiyan inancı. Dolayısıyla İstanbul halkı ne Artemis’ten vazgeçti, ne Meryem’i feda etti ve antik çağlarda olan kompozisyonu diriltti. Yay ay oldu, ona bir de yıldız ilave ettik, “Ay-yıldız”. Dedim ya size eğer sapık düşünce sizi yönetiyorsa dersiniz ki “Çeşitli batıl itikatların bilmem nesi falan filan…” Ama küfür alemine karşı meydan okumakla kalmayıp, onu aciz duruma düşüren bir millet kendilerine baktıkları zaman ne gördükleri ile donanmayı sakıncalı görmedi. Yani millet Türklere bakınca bir şey görüyordu. Onların gördüklerini üzerine almakta beis görmedi Türkler. Anlatabiliyor muyum? Bu böyle oldu. Ve bugün Ay-yıldızdan, kızıl bayraktan gocunmanın bir manası yok. Çünkü bu bugünden sonra kapitalizmin nefesinin kesildiği yerde, Türk gücünün hissedildiği zamanda işimize yarayacak bir şeydir. Kapitalizmin nefesini kesmeyi düşünmeyen adamın Türk Bayrağını “iyi” görme imkanı yoktur. Türk bayrağını iyi bir şey olarak görmek için kapitalizme düşman olmak lazım. Kapitalizme düşman olmayan bir insan mutlaka küfrün bir yerinden gübresini temin eden bir bayrak seçecektir. Yani o bayrağın da üç renkli olmasında şaşılacak hiçbir şey yok.
Şimdi, sapık düşünceyi bize geçerli düşünce olarak kazıklamak isteyen insanlar dünya şartlarının neleri bize yaptırdığını gözümüze sokmaya çalışırlar. Türkiye Cumhuriyeti, İstiklâl Marşı yazıldığı ve meclis tarafından kabul edildiği zaman yoktu. Onun için İstiklâl Marşı’nın Türkiye Cumhuriyeti’ne hiçbir borcu yok. Türkiye Cumhuriyetinin İstiklâl Marşı’na borcu çok. Türkiye Cumhuriyeti bu işe doğrudan vaziyet eden insanların iradesini tecessüm ettirdi. Fakat ne yapacaklardı, ortada Sakarya Meydan Muharebesini kazanmış bir millet vardı. Bu millete yeni bir teşkilatlanmayı nasıl kabul ettireceklerdi. “Türkiye Cumhuriyetinin dini din-i İslam’dır” diye Teşkilatı Esasinin ikinci maddesini değiştirmedikleri zaman Sakarya Meydan Muharebesini kazanmış millete yeni teşkilatı “bu sizin teşkilatınız” diye kabul ettirmek mümkün değildi. Ama aslında Siyonizm’in XIX. yüzyılda planlarından bir tanesi, kurulacak muhtemel İsrail’e karşı şemsiye bir Türk Devletiydi. Yani Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıkarken ortada henüz resmi varlığı olmayan İsrail’in müdafaası esastı. Onun için cumhuriyetin ilk kadroları Müslüman adı olan veya olmayan Yahudiler tarafından lebalep doldurulmuş olması hiç kimseyi şaşırtmasın! Onlar kurulacak İsrail’e bir şemsiye devlet arıyorlardı ve buldular da. Bu, bugün devreden çıkmış ya da işini bitirmiş değildir. Bugün görüyorsunuz Suriye’de şurada burada dünya kadar hareket var. Bunların ne kadarı İsrail aleyhtarı? Hiçbiri! Yani Ortadoğu’daki bütün karışıklıklar İsrail’in sıhhatine hizmet ediyor. Herkes birbirini yiyor, silah fabrikaları ultra karlar temin ediyor. Buradaki insanlar ahlaken, maddi olarak, bütün sosyal ilişkiler itibariyle sefalete terk edilmiş durumda. Hiçbir yapıcı oluşumla karşı karşıya değiliz. Hepsi tefessüh etmiş, kokuşmuş, günden güne tiksinti veren ilişkiler bütünü haline geliyor, kendi mevcudiyeti itibariyle bundan İsrail hiç olumsuz etkilenmiyor. Yani İstiklâl Marşı’nı bir can simidi saymadığınız zaman bütün Siyonist planların ocağına odun taşımış olursunuz. İstiklâl Marşı bu bakımdan bize muafiyet temin edecek bir şeydir, hatta aşı yerine de geçer. İstiklâl Marşı’nın anlaşılıyor ve toplum tarafından benimseniyor olması dünyada yürürlükte olan baskı mekanizmasının lanet odaklarının faaliyetlerine sınır çekecek bir şeydir.
Bizi dinlemek inceliğini gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ederiz, iyi günler dileriz.
11 Temmuz 2015, İstanbul
Bartın’ın özelliği şu: İstiklâl Marşı Derneği olarak, Türkiye olarak ve dünya olarak Bartın'ın özelliği, burada İstiklâl Marşı Derneği'nin istikameti konusunda kafasını aydınlatmış bir insan topluluğu var.
İstiklâl Marşı Derneği 6. şubesini 6 Şubat 2010 tarihinde Bartın’da açtı.
İstiklâl Marşı Derneği Genel Başkanı İsmet Özel'in Konya Şubemizin Açılışı Dolayısıyla Yaptığı Basın Açıklaması
İstiklâl Marşı Derneği İstanbul Şubesinin açılışı münasebetiyle Tarık Zafer Tunaya Kültür Merkezi'nde toplantı tertip edidi.
“İstiklâl Marşı Derneği’nin Ankara şubesi açıldı.” haberini oluşturmak üzere burada bulunan hiç kimse yok. Hâzırûn içinden “Ben varım...” diyen bir basın mensubu çıkacaksa onu tanımaktan memnun olurum. Yok.
Kelimenin gerçek anlamıyla bu bir pakettir. Her paket gibi havale edilmek, bir adresten bir adrese teslim edilmek üzere hazırlanmıştır.
İstiklâl Marşı Derneği Adana Şubesi’nin açılışı münasebetiyle basın toplantısı tertip edildi.