Dikkatlerin Basra Körfezi’ndeki saldırıya yoğunlaştığı ve yeni gelişmelerin neler doğuracağının merak edildiği şu günlerde laiklikten söz açmanın sırası mı? Biz Türkiye’de yaşayan Müslümanlar nelerden söz açmamız gerektiği hususunda gayrimüslimlerin etkinliğini günden güne daha da kolay kabul eder olduk. Moda tabirlerle söyleyecek olursak “gündemi kâfirler belirliyor.” Hele “laiklik” konusu büsbütün kitle iletişim araçlarının denetiminde. Son yıllarda dalga dalga yükselen laiklik tartışmalarına tanık olduk. Bunlara laiklik nöbetleri demek bile mümkün. Türkiye’nin zaman zaman tutulduğu laiklik nöbetlerinde Müslümanların genel olarak iki öbekte toplanabilecek tavır gösterdikleri fark edilebildi. Bazı Müslümanlar özür beyan eden bir hava içinde laiklikten söz etti, bazıları ise kelime oyunlarının yardımıyla işin içinden sıyrılmaya çalıştı. Özür beyan edenlerin sloganı: “Laiklik dinsizlik değildir.” Kelime oyunlarına başvuranların sloganı: “Devlet laik olabilir, ama bu fertlerin laik olmasını icab ettirmez.” Aynı düşüncenin şu kelimelerle ifadesine rastlanabilir: “Laik olan devlettir, fertler değil.”
Her iki tutum da temelde yürürlükteki laiklik anlayışına hayat hakkı tanıdığı için yerli yerince tutumlar olarak benimsenemezdi. Bana göre meselenin bütün açıklığıyla ortaya konması gerekirdi. Bu endişeyle soruyu, “Acaba ben laik miyim?” tarzında vazettim. Anlaşılması gereken birinci nokta laiklik kavramının Müslüman düşünce dünyasının dışında oluşmuş temellerden yükselerek doğmuş bulunduğuydu. İbrani Hıristiyan anlayış ve eyleyiş çerçevesinde laiklik ruhban zümresine dâhil olmayan kişilerin din alanında söz ve karar sahibi olmalarını savunan bir yaklaşım ve bu yaklaşımın türettiği bir kavramdı. Bu açıdan bakılınca rahipleri ve rahibeleri kabul etmeyen Müslümanların mensubu oldukları dinin mahiyetinden gelen bir gereklilikle laiklik içinde yer almaları düşünülebilirdi. Fakat meselenin bütün açıklığıyla ortaya konması bu kadarını ifade ederek sağlanamazdı. Anlaşılması gereken ikinci nokta Müslümanların tek tek “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker”den sorumlu oluşları yüzünden yani mensub oldukları dinin mahiyetinden gelen bir gereklilikle laiklik durumunu berheva ettikleriydi. Müslümanlar kendilerinden olduğu kadar başkalarından da sorumlu olmakla ve giderek kendilerine karşı sorumluluklarını ancak başkalarına karşı olan sorululuklarını yerine getirdikleri oranda hissetmek zorunda kalmakla ‘laik birer ferd’ sayılmazlardı.
Meselenin, tanımlar çerçevesinde kalındığı sürece, çözümsüz olduğunu ileri sürdüm. Acaba ben laik miyim? Sorusuna laikliğin esası göz önüne alındığı takdirde bir Müslümanın tatminkar bir cevap veremeyeceğini kabul etmek zorundayız. Ne var ki hayatımızı ilgilendiren kadarıyla mesele tanımlar çerçevesinde donup kalmıyor. Sorunun her Müslümanı ilgilendiren hedefler ve şimdiki durumun değerlendirilmesi bakımından bir açık seçik cevabı vardır. Tarihin yükü altında itikadî bütünlüğümüzü muhafaza ettiğimiz veya bundan vazgeçtiğimizi açığa çıkaracak bir cevap her Müslümandan beklenebilir. Beklenmelidir. Okuduğunuz yazının başlığı cevabın ne olması gerektiğine işaret ediyor. Geriye sadece bu işaretin neye delalet ettiğini izah etmek kalıyor.
Bu izahata geçmeden önce neden Körfez savaşını bırakıp da laiklik meselesine takıldığımı izah etmem gerektiğini düşünüyorum. Aslında Körfez savaşı laiklik meselesini Türkiye’de esaslı bir şekilde, yani temelden ele almanın zaruretini ortaya bir kez daha çıkarmıştır. Yani amacım gündemi değiştirmek, Müslümanlar dünyanın her yerinde baskı altına alınırken olan biteni görmezlikten gelerek konuyu nazarî bir tartışma alanına sürüklemek değil. Tersine gündemin bizim bakımımızdan vahametini vurgulama kaygısını taşıyorum. Körfez’de olan biten gören gözlere sırasıyla şu noktaların nasıl önemle tebarüz ettiğini gösterdi: a) Türkiye’nin geleceği Müslümanlıkla sıkı sıkıya irtibatlıdır. b) Türkiye İslami kimliği konusunda menfi bir tutum içine girmekle kendisine ilişkin meselelerin çözümünde kolaylık sağlamamış, tersine gücünün israf olmasına yol açan bir zorluğun içine düşmüştür. c) Türkiye laik devlet yapısını kısa ve uzun vadeli dünyevi menfaatlere tahvil edebilme yeterliliğine kavuşmamıştır. Bu üç nokta yetkili ve etkili çevreler tarafından sarahatle fark edilebildiğinden Türkiye olayların akışı karşısında kötürüm ve çolak kaldı. Türkiye’nin etkili ve yetkili çevreleri görebildikleri gerçekten benimseyemezlerdi, benimsedikleri gerçekler ise fiilen işe yaramıyordu. Böyle bir dolambaç içinde Türkiye dünya ölçüsünde hesaba katılmayışının, hafife alınmasının acısını bir daha tattı. Başlıca Müslüman odaklar ülkenin tutacağı yön açısından bir ağırlığa sahip olmadıklarını içlerine sindirmek zorunda olduklarını ve laik devlet yapısıyla eklemli kaldıklarını anladılar. Buna mukabil yine Türkiye’de bir avuç Müslüman vardı. Onlar kendilerini şirkten salim kılmak için laik yapıyla eklemlenmemeye hazırladılar. Ancak onların bu hazırlığına karşılık verecek bir ortam henüz Türkiye’de oluşmamıştı.
Körfez olaylarının cereyanı içinde iki kanaatin pekiştiğini söyleyebiliriz: 1) Müslümanların nüfuslarıyla orantılı nüfuzları yoktur. Müslümanlar sayıca bir yekûn tutmaktadırlar, ama İslami bir politika gütme yeterliliğini gösterecek irtibatlı kadrolara ve kadroların beyan ettiği yaşama modellerine sahip değillerdir. 2) Müslümanların görünürdeki yönetim güçleriyle bu yönetimin kararlarına uymak zorunda bırakılan alt kademe unsurlar arasında boşluklar, uyumsuzluklar, anlayış kopuklukları vardır. Halkı Müslüman olan ülkelerde devlet yönetimiyle, basınla ve çoğunluğun yönetimleri arasında ancak aldatmacaya ve zora dayalı ilişkiler tesis edebilmiştir. Dolayısıyla Müslümanların yaşadıkları bütün ülkelerde gelişmelerin şaşırtıcı sonuçlar vermesi her zaman ihtimal dâhilindedir.
Bizi böyle bir durumda bırakan, daha doğrusu bu duruma sürükleyen gelişmelerin başlangıcının itikadi bütünlükle toplum bütünlüğünün birbirinden ayrı iki vakıa olarak anlaşılması olduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı yönetimi savaş alanında başarısızlığa uğrayışını, geleneksel Osmanlı devlet yapısının terk edilmesiyle açıkladı. Dolayısıyla kurtuluşu Osmanlı klasik çağına, Kanuni döneminin kurulu düzenine yönelmekle aradı. İtikadi bütünlükle toplum bütünlüğünün iki ayrı vakıa olarak algılandığı gerçeği bu arayış içinde merkezi otorite tarafından farkedilemedi. Farkedilmiş olsaydı gerekli tedbirler alınır mıydı? Bunu iddia etmek zor. Yine de Osmanlı Devleti karşısına çıkan zorlukları aşma çabası içinde elinde tutabildiği kadarıyla iktidarını korumaya çalışmıştır ve ona iktidar bahşeden kaynağı besleme yollarını araştırmamıştır. Onyedinci yüzyıl ortalarında Hezarfen Hüseyin Efendi “Din asıl, devlet onun fer’i gibi kurulmuştur...” diyerek çağdaşlarını en kesin dille uyarmışsa da Osmanlı yönetimi güçlenmek için bir iç dinamiğin devreye sokulması düşüncesine hep uzak kalmış ve gaza ruhunun beslediği toplumsal işleyiş neredeyse dumura uğratılmıştır. Fakat ne olursa olsun Osmanlı yönetiminin ister başında, ister altında olsunlar devletin insanları kendi dini kimliklerinin bütünlüğünü muhafaza ederek yaşıyorlardı. Müslümanlar tıpkı Emevi ve Abbasi saltanatlarında olduğu gibi toplum içindeki yerlerini itikadi bütünlüklerinin gerektirdiği bağlarla sağlayabiliyorlardı. İnsanların ve toplum örgütlerinin İslami ölçülere göre eksiklikleri gösterilebilir yanlış ve çarpık yönleri farkedilebilirdi. Ne var ki durum modern zamanlardakinden esas itibariyle farklıdır.
Modern zamanlarda Müslümanların karşısına İslami ölçülere göre şu oranda veya bu üslûpta Müslüman olmak gibi bir mesele çıkmış değildir. Liberalizm ölçüleri içinde Müslümanlar hem bir Müslüman hem de bir başka şey “demokrat, laik, sosyalist, ırkçı, çevreci v.s.” olmayı içlerine sığdırabileceklerini düşünecek kadar itikadi bütünlüğünü kaybetmiş duruma düşebilmektedirler. Yani modern zamanlarda kendine Müslüman diyen çok sayıda insan hayatlarına anlam veren ilke veya ilkeleri İslam’dan almaksızın yaşayışlarını düzenlemekte ve buna nihai noktada bir İslami gerekçe bulmakta veya belli belirsiz böyle bir gerekçenin bulunabileceğine inanmaktadırlar. Öyle kabul ediyorum ki bu türden insanların inançları cahiliye dönemindeki müşriklerin, İslam tebliğ edilmeye başlandığı zamandaki müşriklerin inançlarının bir anlamda günümüzdeki yansımasıdır. Yani bu insanlarda bir müteal Allah inancı vardır, fakat hayatlarına yön veren ilkeyi Allah’ın emirlerinden almazlar. Daha da ötede, Müslüman olmanın yaşama alanlarının tümünü kapsayan gerekliliklerle yerine getirebileceğini bilmezler, bildirildiği zaman kabule yanaşmazlar.
Müşrik inancının modern zamanlarda yaygınlaşmasında laiklik özel bir görev üstlenmiş durumdadır. Müslümanlığı ve laikliği aynı anda benimsemiş görünen kimselerde belirgin ve ayırıcı özellik ikili karakter taşır: Toplumun örgütlenmesi ve işleyişi hangi esaslar dâhilinde yürütülmelidir sorusu sorulduğunda çağdaş müşrikler İslam kaynaklarının tek belirleyici olacağını reddederler. İkinci olarak, inançlarındaki toplumsal sorumluluk unsurlarını hesap dışı tutarlar. Yani bir yandan inanç ferdi bir olaydır ve insanların iç dünyalarının değerleri arasındadır; öte yandan da ferdi inançlarının hiçbir toplumsal yükümlülüğü olmadığı görüşüne saplanmışlardır. İlk bakışta bu iki yaklaşımın aynı kapıya çıktığı sanılabilir. Doğrusu her iki yaklaşımdan da istihal edilen sonuç Müslüman çoğunluğun boyunduruk altında tutulmasına, kâfir hükümranlığının kolaylıkla kabul edilmesine varır. Fakat bu yaklaşımlardan birincisi, yani toplum örgütlenmesinin İslam dışı esasları belirleyici kabul ederek sağlanması kâfirlerin müşrikleri yönetmesine yarar. İkinci yaklaşım, yani inancın toplumsal sorumluluktan arıtılmış olarak baskın kılınması da müşriklerin Müslümanlar üzerinde hâkimiyet kurmalarına yarar.
Körfez savaşı dolayısıyla Müslümanlar üzerinde bu katmerli operasyon pervasız ve fütursuzca uygulamaya sokuldu. Laikliği reddeden Müslümanlar için karşı çıkılacak taraf net ve belirgindi, ama aynı Müslümanlar yanında olmaları gereken taraf hakkında aynı netlikten rahatça söz edemezlerdi. Laikliği reddeden Müslümanlar için bir başka netlik de dünya hâkimiyetine oynayan güç karşısında Müslüman kisvesi altında olanların hangi tavırlar içinde olduklarını açık seçik görme imkân dolayısıyla doğdu. Bir bakıma dünyanın rububiyet iddiasındaki güçleri kendilerine tabi olanları sonuna kadar laikleştirdiler. Müslümanlar altından kalkılması güç bir temyiz gücü göstermek mecburiyeti altında kaldı. Dağınık ve örgütsüz olmalarına rağmen kâfirlerin oyuncağı olmadıklarının ağırlığını hissettirdiler. Bunu nasıl yaptılar? Daha çok laikleşmiş ve nüfuzlu göründüğü halde çaresizliğini sergileyenleri yalnız bırakarak. Müslümanlar baskıcı güçlerin yedeğinde savunulan düşünceleri açıkta ve kirlenmiş bırakarak bir tavır ortaya koydular. Müesses nizamın korunmasında görev almayacaklarını belli etmek suretiyle susarak bir şey söylediler. Kazanç peşinde itikadi doğrularını eğip bükenleri tek başlarına kalacaklarını belli ederek geleceğin zevahiri kurtarmakla inşa edilemeyeceğini lisan-ı hal ile dile getirdiler. Geçtiğimiz günler öğretici günler oldu. Müslümanlar laikliğin müşrik bir kafa yapısıyla nasıl yan yana, kolkola, içiçe ilerlediğini öğrenmekte büyük kolaylıklar elde etti.
Bütün bu öğrenilenlerin tarlaya atılmış tohumlar olduğunu düşünebiliriz. İslam dünyası yeni şartlarda yeni bakış açılarına sahip insanların gücüyle beslenebilir. Bu yeni insanlar dünya zorbalarının telkin ettiği şirkten ve dünyaya zincirlemenin alçaltıcı kirinden uzak durmayı başarabilirler. Bizim bugün yapabileceğimiz ömrümüz içinde belli bir İslami başarıya ulaşılamamış bile olsa başarı imkânının nakledilebileceğini sağlamaktır. Bunun ilk şartı da zalimlere yaranmaya çalışmakla İslami sorumlulukların yerine getirilemeyeceğini bilinmesi ve bildirilmesidir.
İsmet ÖZEL
Cuma Mektupları 4. Sf: 124
Demek Türkiye’de bizim meselemiz “biz” olup olmadığımız konusundaki sarahattir. “Biz” dediğimiz zaman birbirimizi kastediyor muyuz? Bundan daha önemli hiçbir şey yok. Eğer “biz” dediğimiz zaman birbirimizi kastedebiliyorsak bizden hiçbir şey koparamazlar.
Bugün hâlâ bir devlet devamı bahis konusuysa bu İstiklâl Marşı’nın gösterdiği hedefin yeniden anlaşılmasıyla veyahut gerçek boyutlarıyla anlaşılmasıyla mümkün olacaktır.
Biraz önce izlediğiniz panelde de arkadaşların sözlerinden İstiklâl Marşı Derneğinin niçin kurulduğuna dair birçok şey işittiniz. Bunlara muvazi olarak ben, bir şeyi netleştirerek devam edeceğim sözlerime.
Yani her aşamada önümüzde Türkiye için hayrı talep eden, hayır için dua eden enayiler ve Türkiye’nin asla paçasını kurtaramayacağını düşünen uyanıklar vardı. Bugün hâlâ aynı şey söz konusu.
İstiklâl fikri münferit olarak işimize yaramayan, işlevi olmayan bir fikir. İstiklâl düşüncesi bir mensubiyet bağıyla anlama kavuşan bir düşünce.
İsmet Özel: Evet, 1982 anayasasından dolayı dediğiniz gibi. Bugün Türkiye’de işte sivillerin anayasa yapmasından söz ediliyor, değil mi? Aslında benim sormak istediğim soru şu:
Biz şu anda ne isek dünyanın bundan sonra alacağı şekil de birebir bizim bugünkü halimizle irtibatlıdır. Defalarca, yıllarca söyledik. İstiklâl Marşı sadece 12 Eylül 1980 darbesinden sonra hazırlanan ve 1982 yılında halk oylamasıyla resmiyete kavuşan Anayasa’da zikrediliyor.
Madem Türklerin (cumhurun) demir dağı eritmek gibi bir gayesi yoktu, o halde hangi sebeple bir başkanı vardı? Akla gelebilecek ilk sebep asayişin teminidir.