... Birkaç gün sonra Fransa’da devlet başkanlığı ikinci tur seçimi yapılacak. Merak edilen şey seçimi kimin kazanacağından çok adaylardan birinin yüzde kaç oy alacağıdır. Merak konusu olan Jacques Chirac değildir. Onun kaç oy alacağı sorusu sebebiyle heyecana kapılan yok. Dünyanın her yerinde çok sayıda insanı Jean-Marie Le Pen’in dünyada bir istikbali temsil edip etmediği sorusu heyecanlandırıyor. Çok sayıda insan neye kurban edildiğinin ve kimlerin avı olduğunun derdini çekmediği için çok sayıdadır. Lionel Jospin’i geride bırakarak ikinci tura kalması dikkat çeken ve hasımlarının aşırı sağcı diye adlandırdığı; ama kendi taraftarlarının milliyetçiliğine hükmettikleri Le Pen yerküre üzerindeki bütün “çevre” ülkelerin “merkez ve yarı-merkez” ülkelere olan merbutiyeti, mecburiyeti hususunu bir esasa bağlamak üzere siyaset yapıyor. Bir esasa ihtiyaç duyulduğu, beyazlar dünyasının bir şirazesi olması gerektiği kanaatinde olan herkes onun değirmenine su taşıyor. Taşıma suyla değirmenin nasıl döndüğüne gözlerinizle şahit oluyoruz.
Seçim sonuçlarının ne olacağı büyük bir önem taşımıyor. Önemli şey şimdiden bu seçimin önemli olduğunun vurgulanması, tarihte bir ayrıntı gibi görülemeyeceğinin kabulü suretiyle vuku buldu. Eğer Le Pen % 20’yi aşamazsa dünya sisteminin lortlarının vurdum duymazlıklarının fütursuzca devam edebileceği, zahmet çekmeden ve ince ayarla meşgul olmadan dünyayı yönetebildikleri gözler önüne serilmiş olacak. Eğer karşımıza % 30 - % 50 oy almış bir Le Pen çıkacak olursa dünya sisteminin lortları birbirlerine çalışmalarını niçin daha dinamik ve daha disiplinli yürütmeleri gerektiği ikazında bulunacaklar. Her hal ü kârda Türklerin ve Türklüğün uğradığı zarar artacak. Çünkü şimdiden Türkiye’de kirli eller marifetiyle yürütülen siyaset apışıp kalma görüntüsünü saklayamaz duruma düşmüştür. Avrupa eğer Türkiye üzerine yaptığı planlarda mesafe kat etmeye niyetlendiyse Fransız seçimlerinden alınan sonuçlar bu niyetlerin ne yönünü, ne de uygulama şiddetini değiştirmesine yol açacak. Avrupa’da solcular tarafından desteklenen sağcılar “İki el bir baş içindir” demekten geri durmayacaklar. Onlar cumhuriyetlerini pekiştire dursunlar Türkiye’de hangi avanta peşindeki siyasetçi hangi dağa güvendiyse o dağın kendisini kıyasıya üşüteceği şimdiden besbelli. Türkiye’yi yönetir görünerek Avrupa’nın afiyetle yiyeceği kestaneleri ateşten alıverenler dünya olayları karşısındaki marjinal konumlarını hasretle yad edecekler.Dünyanın dilinden anlamadıklarını anlayacak düzeyde bile değiller.
“Irkçı olmadığımı kanıtlamam için ne yapmam bekleniyor?” diye soruyor Le Pen ve sorusunu “Siyahî bir kadınla evlensem ırkçı olmadığıma hükmedecekler mi ve hele bu kadının AİDS’li olması verilen hükümlerin kesinlik kazanmasına yetecek mi?” diyerek tamamlıyor. Bu sözler bize hangi ülkede yaşarsa yaşasın günümüz Avrupalısının taşıdığı; ama dışa vurmayı çıkarına uygun bulmadığı önyargıları hakkında bir fikir veriyor. “Ne sağ ne sol… Fransız!” Le Pen’in dâhil olduğu Milli Cephe’de atılan sloganlardan biri bu. Bu sloganın bir tür gizli hazine bulunduğunu ima eden vasfı her dönemde, her bölgede bir cazibe doğurur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “Ne Marx, ne İsa!” diyenlere de, “Ne Amerika, ne Rusya!” diyenlere de çok rastladık. “Ne o, ne bu” diyenlerin gizlice “Hem o, hem bu” demedikleri ne malum? Nitekim, Milli Cephe destekçileri mekteplerin yemekhane listelerinden domuz etinin eksik edilmemesini ve 1994 yılında mekteplere konulan başörtüsü yasağının devam etmesini istiyorlar. Yani bilelim ki asırlar öncesindeki din savaşları da dâhil olmak üzere Avrupa’da olan biten her şey bize sadece korkuları sebebiyle çaresiz bırakılmışların toplumsal önyargılarının ulaştığı yeri gösterir. Hiçbir asırda Avrupalılar doğru konusundaki endişeleri sebebiyle harekete geçmemişlerdir. Avrupalıyı korkutamazsan kıpırdatamazsın. Churchill neden korkuyorsa Hitler de ondan korkuyordu. Hitler’in Avrupa önyargılarıyla çelişen hiçbir yaklaşımı olmadığı görüşü İngiliz tarihçi A.J.P.Taylor’a aittir. Yine bilelim ki, Avrupa kendi tarihindeki belli dönemlerde ruhunun muhtaç olduğu bedenlere kavuşmaktan geri kalmamıştır. Geri kalmak Avrupalıca hazırlanmış dolmaları yutanlara mahsustur.
Avrupa Birliği fikri bir ideali kuvveden fiile geçirme arzusunun değil, bir korkuyu izale edebilmek amacıyla hız kazanan ve Almanya ile Fransa’nın kapışmasını imkânsız hale sokmaya matuf bir çabanın uzantısıdır. Eğer ortada bir “ideal” olsa idi EURO kolayca “idealize” edilebilirdi. Hâlbuki ortak para kullandıkları için kendilerini eskisinden daha güvende hissettiğini söyleyen hiçbir Avrupalı yok. Bilakis, Avrupa ortak parası korku vermese bile güven aşılamaktan her gün biraz daha uzaklaşan bir özelliğe sahip. Artık Fransızların ve Almanların birbirlerinden korkacak halleri yok; öyleyse Avrupa Birliği’nin varlık sebebi ortadan kalkmıştır. Bu saatten sonra Avrupa ve ortak para noktasına kadar ilerleyebilen Avrupa Birliği hangi gelişmelere gebedir? Tahmin yürütmemize gerek yok. Gelişmelerin Avrupa’yı nereye götüreceği kehanetine başvurmadan da meselenin künhüne varabiliriz. Avrupalının korkularını kullanmakta kim maharet gösterirse siyasi geleceğini parlatmayı başaran da o olacaktır.
Bizi yarına taşıyacak olan bizi bu güne getiren tarihten başkası değildir. Ne türden bir şey devralmışsak ancak o türden bir şey devredebileceğimizi akletmeliyiz. Bilinçli bir toplum neyin bilincinde olduğunu bilen toplumdur. Dünyanın en bilinçli toplumları en az üç yüz senedir Avrupa’da yaşar. Avrupalılar neden, nelerden korktuklarının bilincindedirler. Avrupalılar Türklerden korkuları sebebiyle başlattıkları Haçlı Seferleri bekledikleri sonucu vermeyince dünyanın Türk gücünden birinci derecede etkilenmeyen bölgelerini keşfe çıktılar. Keşfettikleri yerleri zapt ettiler. Çünkü onlar Avrupalı yani Mağribi idiler ve mal buldukları takdirde ona sarılmasalar olmazdı. Avrupalılar zapt ettikleri yerlerde atalarının antik çağda yaptığını taklit gayesiyle koloniler kurdular. Türklerin sözünün geçmediği yerler Avrupalıların kolonizasyon sahası oldu. Avrupalılar kolonilerini hem yağmalayarak ve hem de üretken kılarak eskiden beri, XIV. asırdan beri, biriktirdikleri parayı aklın almayacağı kadar çok meblağa çıkardılar. Avrupa kolonilerinin üretkenlikte en başta geleni ABD biriktirdiği paranın herkesten fazla oluşuna güvenerek eski köye yeni adet getirdi. Beyaz Amerikalılara göre dünyadaki kolonizasyonu mümkün kılan işleyiş aracılığıyla kurulan düzen sona ermeli ve onun yerine kokakolanizasyonu mümkün kılan bir işleyişe dayalı yeni düzen geçmelidir.
Madem kokakolanizatörler kolonizasyona tu kaka demiştir; o halde kolonizasyondan şu veya bu türlü rahatsızlık duyan niceleri kolayca kokakolanizasyondan bir şeyler umar hale gelmişlerdir. Kolonizatörler arasında sağa veya sola meyyal olanlar vardır. Ayın şey kokakolanizatörler için de geçerlidir. Onların da bazıları sağcı, bazıları solcudur. Hepsinin ideologi alanındaki tercihinde tarihi askıya almak belirleyici rol oynar. Günübirlik çıkar hesabı hepsinin çok iyi bildiği bir şeydir; ama her günübirlik hesabın tarihte bir karşılığı olabileceği fikriyle bağlarını koparmışlardır. Bu yüzden kimseyi kolonizasyonla kokakolanizasyon arasındaki aile dayanışması ilgilendirmez. Hiç kimse aklını löpenizasyonun kokakolanizasyonun imdadına yetiştiği hususuna yormaz.
Gerekçesi ve mazereti ne olursa olsun kurulu düzenin sunduğu nimetlerle hayatını idame ettirenler mutlak dayanışma içine girmişlerdir. Kokakolanizasyon löpenizasyonu, löpenizasyon kokakolanizasyonu destekliyor. Birinin yaptığı felaket tellallığı yüzünden diğeri, ötekinin tehlike çanları çalması sebebiyle de beriki taraftar topluyor. Avrupalı (bu kelime bütün beyazlar dünyasını kapsamaktadır) sahip olduğu imkânların yeni bir dünya inşa etmek için elverişli malzemeler sağladığı konusunda hem kendini, hem de başkalarını kandırıyor. Kapitalizme muhalefet konusunda Avrupalının samimiyetten uzak oluşu kapitalizmin Avrupalılıktan nerede ayrıldığına bizzat Avrupalının karar vermeyişindendir. Kapitalizme muhalefet eden Avrupalı çareyi yağmalayıp perişan ettiği müstemlekelerinde yetişen değerlerde mi arayacak? Bu mümkün değil. Çünkü kolonizasyon müstemlekelerin dönüşümünün Avrupalı dönüşümle kaynaşması yolundan düze çıktı. Zengin arabasını dağdan aşırdı, fakir düzde yolunu şaşırdı. Düzde yolunu şaşırmak Türk’ün başına geldi. Modernizasyonunu kendi değerleri üzerine bina etmek yerine, Avrupalıdan, Avrupalıya özenmek suretiyle bir çıkış yolu bulabileceği “aklını” alan Türk’ten başkası değil. Türkiye nasıl kolonizasyona uğramadan kokakolanize edilmiş bir ülkeyse löpenizasyona uğramadan da yabancı düşmanlığının bütün belalarına çarptırılan bir ülke olabilir.
Dünyanın her köşesinde kozmopolit kültür hükmünü yürütürken bu yürüyüşten bizar olanların monodi arayışı bir sonuç verecek midir? Bu soruya Türklerden başka cevap verebilecek Allah’ın kulu yoktur. Onların da cevap veremeyecek kadar şahsi menfaat girdabında oldukları gözlemleniyor. Tarih boyunca dünyada sadece Türkler bütün başarısı bir korku medeniyeti kurmaktan ibaret olan Avrupa karşısında varlık gösterebilmiştir. Milâdın XIV. asrından XIX. asrına kadar devletle bireyin, bireyle toplumun, parayla mevkiin çatışması üzerine bina edilmiş Avrupa kültürü karşısında; bireyin himayesi devletçe üstlenilen, kişilerin toplumda yüksek değerlere gösterilen saygı arttıkça bireylik kazandığı, para ve mevkiin birbirlerine kefalet verdikleri Türk kültürü yer almıştı. Bu cümleleri yazarken kültürel üstünlük bahsini açanın tuhaf, çarpık bir konuma itildiğini biliyorum. Hangi kültürün diğer kültürlerden üstün olduğu sorusunu soranlar buldukları cevabın sorunun abesliğinden ibaret olduğunu fark ediyorlar.
Kokakolanizasyonun löpenizasyondan daha üstün bir kültürü temsil ettiğini savunma imkânına Türkiye’de sahipsiniz. Bu savunmanız ne kadar gerçekçi olursa Türk kültüründen o kadar uzaklaşacaktır. Eğer siz Türk kültürünün herhangi bir değerinden yararlanmak suretiyle löpenizasyona karşı kokakolanizasyonu savunuyorsanız bu yaptığınız kurt köpeği olmanın çoban köpeği olmaktan daha iyi olduğu görüşünü dile getirmekten öteye geçemez. Tersi de mümkün. Löpenizasyonun kokakolanizasyondan daha üstün bir kültürü temsil ettiğini savunabilirsiniz. Bu savunmanızda Türk kültürü yer işgal etmeyecektir. Eğer siz Türk kültüründen delil getirerek kokakolanizasyona karşı löpenizasyonu savunuyorsanız çoban köpeği olmanın kurt köpeği olmaktan daha iyi olduğu görüşünü dile getirmiş olursunuz. İnsana köpekleşmeyi yakıştırmayan bir kültürün arayışına bel bağlamak bize yakışmalıdır. Oysa tercihle meşgul olanların kendilerine ayırdıkları bekçi köpekliği payı bile gerek kokakolanizatörler ve gerekse löpenizatörler tarafından fazla görülmektedir. Tercihperestleri süs köpeği olarak bile kullanmak istemezler. Çünkü süs köpeği bakım ister ve masraflıdır. Kokakolanizatörler ve löpenizatörler ellerinin altında av köpekleri olsun isterler. Tazı veya teriyer olmak tercihpereste kalmış. Onlara kalmış; ama onlar aralarındaki melanet yarışında, yanımızda yöremizde bulunan çok sayıda insanı goygoycu olarak hep kullandılar. Tercihperestler senelerden beri kafamızı şişirdi. Bazıları bizi tazı olmanın faziletine inandırmaya çalıştı, bazıları da teriyerliğin soy ağacına dayanıp yâd ellere bağlanarak besiye çekilmedeki üstünlüğe bizi iknaa uğraştı. Türk kültüründen haberdar olanına ben rastlamadım. Oysa kıymet bilmeyenin kıymete sahip olamayacağını bizlere öğreten Türk kültürüdür.
İkinci Dünya Savaşı (1939–1945) sırasında birbirlerine ölüm gönderen tarafların hepsi rububiyet iddiasındaydı. Churchill, Roosevelt, Stalin, Hirohito, de Gaule, Petain, Mussolini, Hitler arasından birinin tercihini gerektiren bir seçime katılmak her birinin kendini Rabb görmesine hak vermek anlamına gelirdi. Soğuk Savaş (1945–1990) duyuların köreldiği ve av köpeklerinin kendi cinsleriyle övünmelerinin yadırganmadığı bir zamandı. Küreselleşme (1990- ) ise köpeklere, efendi seçme fırsatının bile verilmediği, köpeklerin yiyecekleri yüzünden serbestçe yarıştırıldığı bir dönemi başlattı. Le Pen olsun, Le Pen’i lanetleyenler olsun küreselleşmeye karşıymış gibi görünüyor. Bu noktadan kokakolanizasyonla löpenizasyonun nasıl birbirlerini “ağırladıklarım” fark etmemiz mümkündür. Bir anti-globalleşme kalabalığı bulundukları binayı kuşattığı sırada içeride bulunanlardan Jacques Chirac ‘Dışarıdakileri işitmeliyiz’ dememiş miydi?
İsmet ÖZEL,
(Cuma Mektupları-8 Sayfa, 78)
Biz üstünlüklerimizi inkâr etmiş bir toplumuz. Bizim hicrî takvimi terk etmemiz, şerefimizi inkâr etmemiz anlamına gelir. Çünkü bakın bir miladî takvim var. Milat olarak İsa (a.s.)’nın doğumunu esas alır.
İçinde bulunduğumuz vaziyeti size izah etmek istiyorum. Sizden gelecek soruların kalkış yerini işaret edebilmek için; bu aynı zamanda, sizden gelecek sorulara hangi açıdan cevaplar sunacağımın da bir işareti olacak. Çevreye başından beri dikkatle yaymak istediğim şey buranın bir İsmet Özel kulübü olmadığının anlaşılmasıdır. Ama ne yazık ki işin bir başka yönü var ki o yönü ihmal ettiğimizde bir tür verimsizliğe hapsolunuyoruz :
Bugün Türkiye’de demokrasi lehinde ya da aleyhinde veya darbe lehinde ya da aleyhinde konuşanların Türk milletinin başına gelenler ve akıbeti hususunda zerre hassasiyet taşımadıkları gün gibi âşikâr.
İstiklâl Marşı’nın beste yarışması açılmıştır. Yirmi dört beste gelir ve bir karara bağlanmaz, İstiklâl Marşı bir besteye oturtulmaz. 1930’a kadar İstiklâl Marşı yirmi dört farklı besteyle değişik değişik bölgelerde söylenerek gelir.
Dikkatlerin Basra Körfezi’ndeki saldırıya yoğunlaştığı ve yeni gelişmelerin neler doğuracağının merak edildiği şu günlerde laiklikten söz açmanın sırası mı?
“Namaz İnsanı Kılar” başlıklı bir yazı yazdım. Maksadım zekâmın parlaklığını ispat etmek değildi. Yazdıklarımı beni kendilerinden bilerek okuyanlar bu ifadenin hangi düşüncelere tekabül ettiğini öğrenmiş oldu.
İstiklâl Marşı’nın kendisi Türk Milletinin eseridir ve İstiklâl Marşı Derneği de bu vakıanın kasten gözden kaçırılmasına bir tepkidir.
İstiklâl Marşı, İstiklâl Harbi’nden önce ve onun kazanılması için yazıldı; buna bir katkı ya da destek olmak üzere yazıldı. Yoksa işler bittikten sonra hikâye olsun diye değil. İstiklâl Marşı, eğer dünyada Türk hayatı diye bir şey varsa, bu Türk hayatının en kritik döneminde yazılmış bir metin. Türk hayatı şimdiye kadar bir şekilde vardı, bundan sonra da olacak mı sorusuna cevap vermek üzere yazılmış bir metin İstiklâl Marşı. O yüzden İstiklâl Marşı’nı Türk hayatı dediğimiz şeyin varlığı ve idamesi için elzem bir unsur olarak görmek bizi bir araya getiriyor.
İsmet Özel, Bir Akşam Gezintisi Değil Bir İstiklâl Yürüyüşü, s.163