TÜRKİYE’DEN TÜRKELİ’NE VARALIM
VEYA
İSMET ÖZEL’İN ŞİİRİ BİZİM ŞİİRİMİZDİR

“Ben bizin beniyim im bizdik”

İsmet Özel - John Maynard  Keynes’ten Nefretimin  Yirmi Sebebi 9


İsmet Özel “Tersinden Edebiyat Tarihi”ni yazmaya devam ediyor. Sekizinci Mukaddeme’de “Niçin İtalya, Patagonya der gibi Türkiya denmiyor da, İstinye, fasulye dermiş gibi Türkiye deniyor?” diye sual etti. Ülkemizin adına niçin cumhuriyetten sonra Türkiye dendi? Türkiye Türkçe bir kelime mi? Arapça bilenler ukalalık edip Türkiye kelimesi Arapçadır demesin. Bugün yaşadığımız yerlere ilk olarak Haçlı seferleri esnasında Turchia/Turkiya dendiği rivayet edilir. Ses uyumuna münasip olarak Turkiya/Türkiya kelimesi Türkçeleştirildi diyorsanız bu da gülünç olur. Zaten bu iki yaklaşım da cumhuriyetin ilan edildiği zamanlarda mevzubahis değildi.  Ayrıca ses uyumu dedikleri şey de lisanımızdaki Kur’anî kelimeleri Türkçe saymamak üzere uydurulmuş keyfî kaidelerden ibarettir. Zira öztürkçe olduğu zikredilen kelimeler bile bu kaideye uymaz. Mesela önceleri güya ses uyumuna münasip şekilde “kangı” dediğimiz kelime sonraları hem telaffuz hem de imla itibariyle “hangi” şekline bürünmüş. Veya aslı Gotça olduğu rivayet edilen “ana” kelimesi hem şeddelenip hem de son sesi incelip “anne” olmuş. Bu mantıkla anne kelimesini yabancı kelime mi sayacağız? Ses uyumu dedikleri gerçek bir şey olsaydı bu iki misalin tersi olması lazımdı. Madem ki lisanın bu şekilde bir uyumu vardı o halde bu kelimelerin ses uyumunun tam aksi istikamette şekil almaması lazımdı.

Osmanlı, Türk topraklarına ne Turkiya/Türkiya demiştir ne de Türkiye. Resmi lisanda bu iki kelime de yer almaz.  Bir aralık Türkistan ismini kullandıkları ise vakidir.  Türk topraklarının şu anda içinde yaşadığımız bir kısmının Fransızca  imlaya benzetilerek (“la Turquie” تركیە - Türkiye) ve telaffuzda da Frankoskandinav eda ile Türkiye diye isimlendirilmesi cumhuriyetten sonra yerleşmiştir. Lakin önceden de Avrupai tahsil görenlerden bazılarının Turkiya تركیا imlası yerine Fransızca imlaya benzeterek تركیە Türkiye yazdığı da bilinir. Cumhuriyetten hemen önce kısa bir müddet İtalyanca (esasen Grekolatin) Turkiya telaffuzu yürürlükte idi. Dahiliye Vekaleti’nin bundan böyle “Turkiya Millet Meclisi Hükümeti” yerine “Türkiye Cumhuriyeti” yazılacaktır ve Türkiya (تركیا) kelimesi artık Türkiye (تركیا)  şeklinde imla edilecektir diye emir verdiği tarih Aralık 1923’tür. Buna mukabil Türkiye telaffuzunun ve imlasının yanlış olduğunu, doğrusunun İtalyanca “Turchia”, “Turkiya” olması gerektiğini söyleyenler vardı. Bunlardan birisi Avram Galanti idi. Avram Galanti bir darülfünun hocası olarak Türkiye imlasının Türkçe sarf kaidelerine göre hatalı olduğunu izah eden yazı kaleme almış ve İtalyanca telaffuzu esas alarak Turkiya imlasını kabul etmeliyiz demişti. Avram Galanti darülfünun hocası olduğu için ve bu tarz yazılar yazdığı için bir Yahudi olmasına rağmen harf inkılabının da aleyhinde bulunmuştu çünkü aksini savunmak kendini inkâr etmeye varırdı. Gelgelelim bugün aynı Turkiya telaffuzunu benimseyen İlber Ortaylı “Türkçe Latin harfleriyle yazılır” diyerek kendini birilerinin gözünde otorite kabul ettirebiliyor.

Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıktığı zaman biz kendi topraklarımızı Türkçe isimlendireceğiz diye bir müdahale söz konusu değil. Mesele  Avrupai söyleyişlerden hangisine uyulacağı idi. Biz kendi topraklarımızda bize birilerinin borusunu öttürmesine rıza göstermediğimiz için ülkemize Türkçe "Türkeli" diyoruz. Ne diyor Karacaoğlan; “İlleri var bizim ile benzemez”. Türkçede çok müspet kullanılan “il-el” kelimesiyle adımızı terekküp edip Türkeli diyoruz. Biz Türk milliyetçileri olarak Türkiye’de yaşıyoruz ama Türkeli’nde öleceğiz. Ülke demek “ölke”, ölünen yer demektir. Türkler Kur’an-ı Kerim’e raptedilmiş olanca varlığıyla Arapça’da  “o-ö” sesleri olmadığı için nasıl kendilerine Macarların telaffuzu gibi török değil Türk dediyse öldükleri yere de ölke değil ülke dedi. Bu minvalde yukarıdaki suali yani niçin Türkiya değil Türkiye diyoruz sualini tevcih edenin ve “Türkiye’den Türkeli’ne varalım” diyenin kim olduğunu düşünmek gerek. Nasıl Latin yazısıyla en büyük şiirleri yazan İsmet Özel “Türkçe Latin yazısı ile yazılamaz, yazımızı geri alacağız” dediyse “benim şiirlerimdeki birinci tekil şahıs Türkiye’dir” diyen İsmet Özel “Türkiye’den Türkeli’ne varalım” dedi.

Şairin “benim şiirlerimde ben olarak geçen her şey Türkiye’dir” deyişi iddia değil gerçektir. Bunu şairin ömrü tereddüde mahal bırakmayacak şekilde ortaya koymuştur. İsmet Özel’in yayınladığı ilk şiirinden itibaren bu böyledir. Birçoklarının yalnızca ferdî endişelerle daldığı şiir sahasına İsmet Özel bir köşede varoluşunu diğer köşede mensubiyetini esas sayarak girmiştir. Bu sebeple İsmet Özel'in şiirlerine Türk’e rağmen ve Türk düşmanı olarak yükselmiş medeniyetin vaz ettiği herhangi bir ölçüyü esas alarak yaklaşamazsın. İsmet Özel 1972 yılında, Allah kendisine henüz hidayet nasip etmemişken, Ataol Behramoğlu’na yazdığı mektupta şöyle diyor: “Gariban Avrupalılar ne anlar benim şiirimden? Veya Türkçe yazılmış iyi bir şiirden?” Geçen yazımızda andığımız İsmet Özel’in “gayr-i kabil-i kıyas” hususiyetlerinden biri de budur. Bu cümleyi başka bir şair dillendirmemiştir. Türk Edebiyatı denilen sahada ve diğer sahalarda, bütün cumhuriyet tarihimiz boyunca, Avrupalıları İsmet Özel’in gördüğü gibi gören ikinci bir adamımız yoktur. Hem de 1972 yılında, herkesin gözünde Avrupa’nın her sahada ölçü kabul edildiği zamanlarda ve henüz İsmet Özel hidayete ermemişken. Onun için gariban Avrupalılardan öğrenilen hatta İkinci Dünya Savaşı sonrası onların da aşağısı olan Amerikalılardan öğrenilen “literary theory” ile İsmet Özel’in şiirine yaklaşılamaz.

İsmet Özel’in bilhassa ilk kitabı “Geceleyin Bir Koşu” ile ilgili yazılanlar korkunç denebilecek metinlerdir. Necmiye Alpay’ın “İsmet Özel’in şiiri üstüne en iyi yazılan yazılar” diye nitelendirdiği, Eser Gürson’un, Ataol Behramoğlu’nun ve Oğuz Demiralp’in kaleme aldığı metinler bunun misalidir.  İsmet Özel’in ilk kitabındaki şiirleri Ataol Behramoğlu “ergenlik boğuntuları ve cinselliğin iğrentisi”, Eser Gürson bu şiirlerin şairini “psikanalizin yakından ilgi duyacağı belki de yalnız onun bir çözüm getirebileceği potansiyel bir şair” olarak nitelemiş, Oğuz Demiralp ise iğrenti uyandıran Freudyen tahlilleri ile bu şiirleri izah etmeye çalışmıştır. Hele birileri tarafından vazifelendirilip İsmet Özel üzerine çalışmalar yapan akademisyenlerin bu kitap hakkında yazdıkları tam bir fecaattir. Asıl böyle yazılar yazabilen insanların psikanalitik bağlamda değerlendirilmesi yerinde bir davranış olur.

Ne mezkur yazılar, ne matah bir şey sandıkları Avrupalı, Amerikalı gavurların teorileri ne psikanaliz ne de başka bir şey… İsmet Özel’ in şiirlerine bunlarla yaklaşamazsın.  Zira başından beri varoluş ve mensubiyet köşelerini iki kanat haline getirmekle meşgul şair için “Ben” mücerret bir şey değildir. İsmet Özel’in şiirine ancak üzerinde yaşadığımız toprakları ve beraber yaşadığımız insanları esas sayarak, kendi kaderimizle Türk milletinin kaderini bir görerek yaklaşabiliriz.

Şair, yayınlanan ilk şiirinin ilk mısraında “Ölüler beni serinliğe yakıştıramaz” derken de, “ben merd-i  meydan”, “çocukların üşüdükleri anlaşılıyor bütün yaşadıklarımdan”, “bende kül, bende kanat, bende gizem bırakmadılar” derken de veyahut “beni bir ses sahibi kıl” derken de birinci tekil şahıs hep Türkiye’dir. Aynı şey bütün İsmet Özel şiiri tetkik edildiğinde de söylenebilir.

Mesela o iğrenti uyandıran psikanalitik tahlillere en çok konu olan şiirlerden biri Geceleyin Bir Koşu kitabında yer alan 1963 tarihli “Waterloo’da Bir Dişi Kedi” şiiridir. Bu şiir üstüne yazılan yazılarda söze konu edilmeyen tek kelime vardır, o da Waterloo kelimesidir. Ne Waterloo savaşı ne bu savaş dolayısıyla kapitalizmin ve dünyanın akıbeti meseleleri bu şiir üzerine yazılan yazılarda kendine yer bulmuştur. Aslında bu şiir için hiçbir şey yazılmamıştır demek oluyor bu. Fakat bir şairin şiire nasıl yaklaştığı ile akademisyenlerin, edebiyatçı kabul edilenlerin şiire nasıl yaklaştıkları arasındaki farkı, Edip Cansever’in İsmet Özel’e gönderdiği mektubun bu şiirle alakalı kısmında görebilirsiniz. İlaveten iki şair arasındaki farkı da yine Edip Cansever’in mektubunda “Waterloo” kelimesine olan itirazından anlayabilirsiniz. Aynı Edip Cansever’in “Partizan kelimesi yerine “haziran” kelimesini kullansa idin değişen bir şey olmazdı” dediğini de biliyoruz. Bu iki kelimeden biri İsmet Özel’in bir şiirinin adı, diğeri ise başka bir şiirinin adında geçiyor! Aslında mezkûr iki kelimeye itiraz İsmet Özel’in İsmet Özel’liğine itiraz demektir. Bu da başka bir yazının konusudur.

Şöyle diyor İsmet Özel “Waterloo’da Bir Dişi Kedi” şiirinde;

dinsin dinsin benim çağdaş olmayan iğrenç yüzüm.



ve yüzüm, o deşilmiş, o iğrenç yara

Bu mısralar yukarıda bahsettiğimiz zevata göre bin türlü ergenlik meselesi, cinsel sorunlar, kendini çirkin bulma, bedenini horlama ve ancak psikanalitik yaklaşımla anlaşılabilecek bir mevzu. Peki 1963 yılında yazdığı mektubunda şair Edip Cansever ne diyor? “O iğrenç yara olan yüzünüz yalnız sizin taşıdığınız bir yüz değil” diyor. Mektubun alakalı kısmı şöyle:

İyi ki yazdınız o mektubu. Şiirinizdeki Waterloo sözcüğü hariç, her şey sevdirdi bana kendini. “Çünkü umulmadık bir şey oluyor artık insan” dizesinde başlıyan ayrı bir güç, şiirinizin geleceğinden yankılar veriyor. Sıkı bağlar değil ama, başka insanların dramlarına küçük küçük ipler salıvermişsiniz sanki. “… o iğrenç yara” olan yüzünüz, yalnız sizin taşıdığınız bir yüz değil. Hatta bir karşıtlık, bir savunma bile var gizlice.”

Geceleyin Bir Koşu kitabından başka bir misal de İsmet Özel’in yirmi yaşında iken yazdığı 1964 tarihli Bakmaklar şiirinden verilebilir:

Donyağından yapılmış sabunların
ürkütüp sindirdiği gözlerim vardı -ağır-
Ağır yani çoraplı ve sürgün doğmanın taşınmaz kıldığı

Donyağı nedir? Hayvanın iç yağının eritilmesiyle elde edilen katı bir yağ. Donuk, katı çehreli insanların yüzünü tarif ederken de bu kelimeye başvurulur. 1957 yılına kadar donyağından yapılmış sabun bizim tanımadığımız bir şeydi. Bizim bildiğimiz sabun zeytinyağından yapılan sabundu. En fazla fabrikasyon neticesinde yine zeytin mahsulü olan prina dediğimiz bir maddeden ucuz imal edilen sabunu bilirdik. Zamanında Girid'den Trablus'a bütün Türk topraklarından dünyaya ihraç ettiğimiz ve bütün dünyaya nam salan sabunlarımız zeytinyağından yapılma sabunlardı. Bütün sabunhanelerimiz zeytin ziraatı yaptığımız yerlerde idi. Bugün halis zeytinyağı diyoruz. Dün bunu sabun için de söylüyorduk. Gayet halis sabun veya halis sabun diyorduk. Ta ki 1957 yılına kadar. Gün geldi 1957 yılında Ticaret Vekaleti Türkeli’nde zeytinyağından sabun imal edilmesini yasakladı. Zeytinyağından çok daha ucuz, kötü kokan, Amerika’nın hangi hayvanının içyağından yapıldığı meçhul tonlarca donyağı sabun imali için Türkiye’ye getirildi ve donyağından sabun imali mecburi tutuldu. O günlerin matbuatında bu hadise şöyle müdafaa ediliyordu: "Donyağını Amerika'dan Türk lirasıyla alıyoruz, dövizle almıyoruz." Halihazırdaki dolar meselesini düşünecek olursak gene de bugünle mukayese kabul etmeyecek bir hal. Sabunhanelerimizde donyağından sabun yapmayı bilmediğimizden ithal usta ihtiyacından bile bahsedildi. Bugün mecburen başkasını bilmediğimiz sabuna o gün bu kadar yabancı idik. Yani Amerikan yağından, donyağından yapılmış sabunların ürkütüp sindirdiği gözler yalnızca İsmet Özel’in gözleri değil, hepimizin gözleridir. Yine oradaki birinci tekil şahıs Türkiye’dir. İsmet Özel’in şiiri bizim şiirimizdir.

İsmet Özel Dokuzuncu Mukaddeme’de de “gelindiyse şiire mahsus hassasiyet el üstünde tutulmaksızın gelindi bu güne” dedi. Biz İstiklâl Marşı Derneğiyiz. İstiklâl Marşı da bir şiir ve ona da İsmet Özel’in şiirlerine yaklaşıldığı gibi piyasa şartlarıyla yaklaşma hevesindekileri görüyor, not ediyoruz. Biz İstiklâl Marşı Derneği olarak gücümüzü İstiklâl Marşı’ndan alarak ülkemizi Türkçe isimlendirdiğimiz gibi bayrağımızın aslında batan ay değil doğan ay olduğunu beyan ediyoruz. Türkiye’de İstiklâl Marşı’nda geçen “sancak” “bayrak” ve “nazlı hilal" ifadelerinin Türk bayrağı olduğunu herkes kabul ediyor. Ama aynı herkesler nasıl yaşadıkları yerin isminin ne olduğunu, kimin borusu öttüğü için buraya Türkiye dendiğini merak etmiyorsa bayrağımızdaki bu ay niye ters de demiyor. Dikkat edin hilal demeyip ay dedik. Çünkü hilal dendiğinde yalnızca doğan ay anlaşılır. Ay batarken de tersten aynı şekli almasına rağmen ona hilal demiyoruz. Ramazan ayının sonundaki aya hilal demiyoruz; Şevval ayının başladığını, bayrama eriştiğimizi söylemek üzere hilal göründü diyoruz.

“Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakk’ın.”

Gökhan Göbel - Seyfullah Köksal
14 Aralık 2018

KAVGANIN GÖBEĞİNDE VE OYUNUN DIŞINDA

Kozlu'dan Soma'ya yazımızda Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü'nün Kozlu Yürüyüşü’nden bahis açmıştık. İsmet Özel’in Türkiye’deki “sessiz yürüyüşleri” sesli yürüyüşe dönüştürdüğü Kozlu eyleminden kısa bir müddet sonra sol hareket içinde mühim bir yer tutan başka bir hadise de olur: 15 günlük bir siyasî gazete olan Dönüşüm yayınlanır.

“TOPARLANIN, GİTMİYORUZ”

Geçtiğimiz günlerde AKP’li Meclis Başkanı'nın İsmet Özel’in sözlerini tahrif ederek anması hakkında bir yazı neşretmiş, bir çetele tuttuğumuzu da o yazıda söylemiştik.

BIDEN İLK RESMÎ ZİYARETİNİ TÜRKİYE'YE YAPARSA

ABD seçim sonuçları dolayısıyla pozisyon alanları ve kendine uygun bir pozisyon arayanları fark etmek çok kolaylaştı.

“SUSULUNCA TUTULAN ÇETELE”

"İsmet Özel hastaneye düştü" haberi duyulunca İsmet Özel hakkında yazılıp söylenenlerin çetelesini tuttuk. Bu yüzden televizyon ekranında İsmet Özel’in karşısında dilini kıpırdatamayıp, İsmet Özel’in hastalığı haberinden sonra dili açılanlar,

"ANKARA VE ATİNA" LAFTAN İBARET

ABD Irak'ı işgal ettiğinde Misâk-ı Millî dolayısıyla bunun Türkiye'nin işgali manasına geldiğini İsmet Özel'den başka kimse zikretmedi.

KEFERE LİSANI

Türkçenin bir İslam dili olduğunu zamanında alimlerimiz kefere lisanı tabirini kullanarak belirtmiş.

BEREKETSİZ İHANETLER

İsmet Özel çeyrek asır evvel “Köprülerde Ağaç Bitmez” demişti. Nitekim bitmiyor.

SAF SAF

Türkiye’de korona virüs tedbirlerine nizamî şekilde uyulan tek yer camiler.