Ben 1944 doğumluyum ve 1950 yılında ilkokula başladım. Ben doğduğum sırada Amerikan askerleri Almanya’yı işgal etmek üzere Almanya sınırını geçmekteydiler. İlkokula başladığım sırada Demokrat Parti iktidara geleli dört ay olmuştu ve ben lise ikinci sınıfta iken 27 Mayıs 1960 İhtilâli oldu. Sıraladığım tarihlerden anlaşılacaktır ki, ben bütün ömrümü, “Türkiye bundan sonra böyle olmayacak... ve hatta bilhassa olmamalı...” duygusuyla yaşadım, hâlâ aynı duyguyu içimde taşıyorum ve bununla ilgili hissiyatımı size aktarmak istiyorum. Şimdi insanlar, asırlar boyunca maruz kaldıkları mahrumiyet sebebiyle ellerine yeni geçen bazı şeylerin çok önemli ve değerli olduğunu sanabilirler. Türkiye’de en çok yaşanan şey budur. Bu yaşanan şeyin hakkını vererek mahiyetini size anlatmam çok üzün sürer. Onun için ben mümkün olduğu kadar kestirme bir yol tutturmaya çalışacağım ve size içinde bulunduğumuz durumun vahametinden bahsedeceğim. Çünkü şu günlerde bazı şeyler konuşuluyor, biliyorsunuz. İşte Kahire’de Amerikan başkanı bir konuşma yapmış, onu konuşuyorlar. Bizim Suriye sınırımızdaki mayınların temizlenmesi konusunda bir şeyler konuşuyorlar. Daha başka birçok şey de konuşuluyor. Ama sizin fark etmediğiniz, dikkatinizi çevirmediğiniz bir şey var, o da: Zihinlerinizin husûsen çarpıtıldığı... Ve bu çarpıklığın düzgünlük, düzgün olma ihtimalinin de sapıklık olduğunu öğretiyorlar size. Şimdi, şu mayınların temizlenmesi meselesini düşünün: Güney sınırımızdan mayınlar temizlenecekmiş. Şimdi burada dikkat ederseniz tartışma yaratanlar diyorlar ki: “Kimsenin mayınların temizlenmesine bir itirazı yok.” Öyle değil mi? Sanki bu, Allah’ın emri… O mayınlar niye temizleniyor, asıl itiraz o olması lazım. O mayınlar oraya niye konmuş, süs olsun diye mi konmuş? O mayınların oraya konulmasının sebebi ne zaman ortadan kalkmış? Bunu konuşmuyorlar… Onun için size, “Mayınlar temizlenince, işte, arazi köylülere mi verilsin, İsrail’e mi verilsin?” meselesini tartıştırıyorlar. Böylece, yanlış üzerinde yoğunlaşmanızı sağlıyorlar. Yani her konuda size çarpıklığın düzgünlük, düzgünlüğün ise sapıklık olduğunu telkin ediyorlar ve bunu da aralıksız yapıyorlar. Şimdi bizim nerede yaşadığımız, kim olduğumuz meselesi bu arada güme gidiyor. Mesela size şu anda dünyada tek kutuplu bir dünya olduğunu anlatıyorlar, değil mi? Çünkü 1945 yılından itibaren dünyanın çift kutuplu olduğunu yutturdular bir kere. Ondan sonra, “Soğuk savaş bitti.” diye bir şey söylediler 1990’da. Yani soğuk savaş devam ederken, “Bir tarafta Doğu bloğu ya da komünist dünya, diğer tarafta hür dünya veya Batı bloğu var...” diyorlardı. Bunlar birbirleriyle çatışıyorlardı güya... Bu da tıpkı mayınlar konusunda olduğu gibi, insanları bir şeye razı etmek üzere söylenmiş büyük bir yalan. Hepinizin bildiği gibi, bir yalan ne kadar büyükse o kadar inandırıcı oluyor; insanlar küçük yalanların hemen farkına varıyorlar. Şimdi bugün dünyada, -tek kutuplu olduğu söylenen dünyada- problemin ne olduğu, problemi çıkaranlar tarafından tekrar tasrih ediliyor, diyorlar ki: “Amerika Birleşik Devletleri bir imparatorluk kurma hevesinden vazgeçsin; dünyada iyi komşu ve yardımsever komşu rolünü oynasın.” Öbürleri de diyorlar ki: “Hayır! Bu kadar imkânı elinde bulunduran ve dünyanın en büyük askerî gücünü harekete geçiren unsur tabii ki istediğini yapabilsin.” Bu iki tez birbiriyle çatışıyor. Yani Amerikan gücü dünyada bir “imperium” olarak mı belirsin yoksa Amerikan gücü bütün dünya milletlerinin iyi ve yardımsever komşusu olarak mı yaşasın? Türkiye’de tabii ki bu ikincisinin iyi olduğunu düşünüyorlar. Öyle sırıtarak da, zaten diyorlar, Amerika Birleşik Devletleri için, “Irak’ta olduğuna göre komşumuzdur zaten” diyorlar. Netice itibariyle Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyanın nasıl şekilleneceğine dair yegâne belirleyici unsur olduğu fikri, bu tartışma sebebiyle kabul görmüş oluyor. Yani herkes herkesle çatışıyor. Birisi diyor ki: “Amerikan İmparatorluğu olsun.” Öbürü de diyor ki: “Hayır, olmasın...” Bunlar sanki zıt fikirleri söylüyorlarmış gibi birbirleriyle uğraşıyorlar. Ama bu arada dünyanın şekil almasında Amerika Birleşik Devletleri’nin yegâne belirleyici olması, münakaşa eden herkesin kabul ettiği ve de savunduğu bir şey oluyor. İnsanlar kendi tezlerini kabul ettirebilmek için Amerikan gücünü savunmak mecburiyetinde hissediyor kendilerini. Şimdi bir şeyleri anlamak için kullandığımız kavramlar, kelimeler o şekilde yönlendirilmiş ki, biz saçma sapan yaklaşımları en akla yakın görüşler olarak kendimize ait sanıyoruz. Bizler, kim olduğumuzu ve nerede yaşadığımızı, günümüzün meselelerinde işe el koymuş olanların bize öğrettiklerinin dışında bir yerde öğrenmemiz lazım. Bunun için de iyi durumun, kötü durumun ne olduğu hakkında bir sarahat edinmemiz lazım. Mesela şimdi Türkiye’de daha demokratik bir hayatın bütün toplumun hayrına olduğuna dair bir kabul var. İnsanlar, daha demokratik bir hayatımız olursa işler iyiye gidecek diye bir düşünceye sahipler. Burada önce “Demokrasi tabii ki iyi bir şeydir.” diye kabul ediyoruz, ondan sonra da, “Eh, madem demokrasi iyi bir şey, öyleyse demokratik bir düzenleme de hepimizin işine gelir.” diye düşünüyoruz. Bunu hiç kimse sorgulamıyor... “Bu demokrasi dediğin şey ne oluyor, yani hakikaten dedikleri kadar iyi bir şeyse demokratik dediğin ülkelerin bu durumu nedir?” diye sormuyor insanlar. Ama sormamalarının sebebi de, dünya üzerinde “iyi hayat” diye bildikleri şeyin İslâmî bir hayat olduğunu bilmemeleri ile alâkalı. Yani insanlar insani hayat diye bildikleri şeyin gerçekten insani hayat olup olmadığını tartışmamış olmakla bu demokrasi meselesinde bir tongaya düşüyorlar.
İsmet Özel, Direniş ve Atılım, 06 Haziran 2009 Cumartesi, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi Uluslararası Fuar Merkezi
Hepinizin bildiği gibi, Mehmet Akif Ersoy bütün şiirlerinin yer aldığı Safahat'a İstiklâl Marşı'nı dâhil etmemiştir. Bunun sebebini sorduklarında "O benim eserim değildir, milletimin eseridir." demiştir.
Bugünün tarihini biliyor musunuz? Hangi zamandayız? 1397 yılının Cemaziyel’evvel ayının 12’inci gününde miyiz; 1393 yılının Nisan ayının 18’inci gününde miyiz; yoksa bugün1 Mayıs 1977 mi ?
Vatan der demez küflü bir şeyden, modası geçmiş bir kavramdan bahsettiğimizin bilincindeyiz. Bu şeyin modası, yalnızca Türkiye’de değil, yerkürenin her bucağında bilhassa globalizasyon marifetiyle kast-ı mahsusla, bile isteye geçirilmiştir.
Rivayet edilir ki bir zamanlar ülkemizde “din elden gidiyor” diye haykıran insanlar varmış. Bu insanlar gerçekten var mıymış, var idiyseler böyle haykırmakla neyi murad etmektelermiş, bunlar konumuz değil.
Yani her aşamada önümüzde Türkiye için hayrı talep eden, hayır için dua eden enayiler ve Türkiye’nin asla paçasını kurtaramayacağını düşünen uyanıklar vardı. Bugün hâlâ aynı şey söz konusu.
23 Nisan 1920’de Ankara’da Büyük Millet Meclisi açıldığında Antep’e “Bize mebus gönderin!” telgrafı gelir. Antep’in ileri gelenleri toplanıp, “Eğer Ankara’ya biz gidersek ve Ankara İstiklâl Harbi’ni kaybederse İstanbul bizi sürgüne gönderir
Türk milletinin başından neler geçti, başına neler geçti? Geçen yedi yüzyılın her elli yılı hususi bir dikkati hak ediyor. Asırlarca kasıtla bulandırılmış suyu durultan, durultmakla kalmayıp içilebilir hale getiren İstiklâl Marşı’dır.
İstiklâl Marşı’nın beste yarışması açılmıştır. Yirmi dört beste gelir ve bir karara bağlanmaz, İstiklâl Marşı bir besteye oturtulmaz. 1930’a kadar İstiklâl Marşı yirmi dört farklı besteyle değişik değişik bölgelerde söylenerek gelir.