TOPARLANIN, GİDİYORUZ!

Nereye mi? Nereden geldiysek oraya.. İnsanın nereden geldiği konusunda sarih bir fikri olmasa da mutlaka bir yerden geldiğini idrak edecek seviyeyi tutturması iyidir. Böylece içinde gidilecek bir yeri olduğuna dair bir duygu taşıyabilir, o duygusal bölgeyi koruyabilir. Nereden gelmiş olursak olalım; hepimizin geldiği yer maneviyatımızın bir parçasıdır. Çünkü bu yer algılanabilir, işaret edilebilir, bir mekan bile olsa insan için taşıdığı maddi vasıflar bakımından değil, ihtiva ettiği mânâ bakımından önemlidir. Geri gidilemeyecek, dönülemeyecek bir yerden gelmiş olamayız. Gidilebilecek bir yerden geldiğimize şükredelim; çünkü toparlanın, gidiyoruz. 

Buraya, yani bugün bize hangi siyasi çizgiyi tutturacağımız, hangi hayat yolunu seçeceğimiz, kimlerle yoldaşlık edeceğimiz sorularını sorduran ortama kendimiz karşısında, derece derece yakın ve uzak çevremiz karşısında duyduğumuz sorumluluk yüzünden gelmiştik. Başka bir sebeple buraya gelmiş olanlar bizden değildir. Onlara hitap etme gereği duymuyoruz. Bizler birbirimize seslenerek şikâyetimizin kaynağını keşfedebildik. Bir ses çıkarılabilecek, çıkan sesi işitebilecek kadar talihliyiz. Geldiğimiz bu yerdeki dalgalanmalar içeriğiyle olduğu kadar şiddetiyle de geliş sebebimize tasallut edecek bir açılım gösterdi. Artık yukarıda sözünü ettiğim sorumluluğa dönmek sesi çıkaran için olduğu gibi sesi duyan için de kaçınılmazdır. Buraya gelişi bizimkinden farklı sebeplere bağlı olanları burada bırakmak, buradakilerden kopmak gayesiyle toparlanın, gidiyoruz!

Ayaklarımızı dolaştıracak derecede acele etmesek de olur; ama işi iyice ağırdan alacak kadar vaktimizin olmadığı besbelli. Birer okur ve yazar olarak siyaset adamları ve onları fırdöndüsü kitle iletişim araçları tarafından çok kötü kokutulan bu orta malı bölgeyi mümkün olduğu kadar çabuk terk etmemiz lâzım. Türkiye’yi bir bayağılık gölü haline getirebilecek bir selin suları hızla bulunduğumuz tarafa akıyor. O gelmeden bizler bulunduğumuz yeri boşaltmalıyız. Burada zaten bir sele kapılıp gelmiş olanlar kalsın. Biz burayı boşaltmazsak içinde bulunulan bölgeyle bölgenin içinde bulunan arasında bir fark gözetilmediği o felâket yakamıza yapışacak. Değiştirmek için geldiğimiz yerde değişmeye uğramak neyse; lâkin düzeltilmesi gerektiğine inandığımız insanların şeklini almaya ne demeli? Vücudumuzdaki yara-bere henüz tedavi kaldırabilir durumdayken başımızın çaresine bakmalıyız. Toparlanacak derman bulur bulmaz toparlanın, gidiyoruz! 

Hatırlatsam iyi olacak: bundan on yıl kadar önce yazdığım bir Cuma mektubunun başlığı şöyleydi: Bu deveyi gütmeyeceğiz ve bu diyardan gitmeyeceğiz! Bu gün ise Cuma mektubu okurları karşısına: Toparlanın, gidiyoruz! serlevhasıyla çıkıyorum. Ne oldu? Gitmeyelim diyen adam niçin gidelim diyor? On yılda bana tükürdüğümü yalattılar mı? Yoksa on yılda olup bitenler beni tabansız hale mi getirdi? Bu ihtimaller söz konusu edilince düşmanlarım zil takıp oynayarak “hem öyle, hem öyle” diyeceklerdir. Halbuki işin aslını bilen dostlarımın gözü önünde gerçekleşen olay açıklıkla gösteriyor ki “ne biri, ne de ötekidir”.. Üstelik beni on yıl arayla iki değişik ifadeye götüren mantık kavranılınca görülecektir ki sözlerim birbirini çelmiyor. Benim bu gün toparlanın gidiyoruz deyişim bu diyarı terk etmeyişin bir nişanesidir. Gütmek için önümüze sürdükleri deveyle irtibatı, hasbelkader kurulmuşsa, kesmek içindir. Bir kararlılığın dile getirilişinden on yıl sonra sözümden dönmediğimi belirtecek bir anlatım yolu kullanıyorum. Aynı şeyi söylüyorum; ama iğnesi kırık yere takılmış bir plak gibi değil. 

Fırsatını bulmuşken kendimin ve has okurlarımın hak ettiği övgüye yer ayırmadan geçmek olmaz. Cuma Mektupları’nı ne dün, şân olsun memlekete diye yazdım, ne de bu gün benzeri bir sâikla hareket ediyorum. Varlık sebepleri arasında işlevsellikleri birinci sırayı dolduran yazılar bunlar. Bu metinlerde günlük gazetelerde yayınladığım fıkralardan bir derece farklı olarak sadece kendilerine gerçekten mektup yazma gereği duyacağım insanları muhatap alıyorum. Yine de mektuplar ancak neşir yoluyla aslî okuruna ulaşabildiği içindir ki zaman zaman okurla yazarın arasına girerek gereksiz sapmalara sebep olan kimi meraklıların yazılanları okumasına engel olunamıyor. Deve gütmeme ve toparlanıp gitme konusundaki makalemiz bizi bilen, bizliğini bilen bizler arasındadır. 

Nelerle karşılaşacağımızı peşinen nasıl bilebilirdik? Milâdın 2001’inci yılında iki olgu karşımıza eşzamanlı çıkmış bulunuyor: Türkiye’nin ancak Dünya Sistemi tarafından dayatılan şartların kabulü halinde Dünya Sistemi ile pazarlık yapma gücüne erişebileceği, bu birinci olgu. İkinci olgu Türkiye’nin kimliğine sahip çıkma yolundaki çabalarından bir müflis kılığı altında kalmak mecburiyetinde bırakılarak vazgeçmiş bulunmasıdır. Daha dün bile denilemeyecek yakın geçmişte Kemal Derviş’in şimdiki hükümete “ultra bakan” olarak girmesiyle kısa bir süre için açılan ve gördüğümüz kadarıyla kapanmasına ramak kalmış dönemi Türkiye’nin son şansı olarak vasıflandıranlar şaka etmiyordu. Türkiye’nin şansı yaver gitseydi veya başka bir ifadeyle Türkiye kendi şansını yaratacak çapta insanlar tarafından yönetiliyor olsaydı ülkemizin eline Cumhuriyetin ilânından bu yana beynelmilel sahada noksanlığını çektiğimiz bir izin kâğıdı geçmiş olacaktı. Biz bu kağıt sayesinde global kapitalizmin konağındaki münasebetlerimizi hizmetkârların kullandığı arka kapıdan, arka merdivenden işleyerek değil de ziyaretçilerin, davetlilerin, konak sakinlerinin girip çıktıkları ön kapının genişliği, ön merdivenin ferahlığıyla sürdürebilecektik. Türkiye’yi yönetenler, daha açık bir anlatımla, Türkiye’de kendilerine makam ve mevki tahsis edilmiş bulunanlar, kendilerini bir çok haneye girip çıkma yükümlülüğü ile işini yürüten riyasete mensup şahsiyetler gibi görmez de kendilerini mahalle kabadayısı raconuyla kayıtlı bir zümre gibi algılarlarsa varılacak yer burasıdır.

Türk milletinin yönetenler cenahından dayatmalar suretiyle hangi biçimde olursa olsun kendi kimliğine sahip çıkma girişimleri fos çıkmış ve topluma ilişkin kişiliğimiz iflâs etmiştir. Modernleşmenin topluma bir boyun eğiş olarak sunuluşu, modernleşme vesilesiyle bir karakter ve şahsiyet inşa etmede kalınan yetersizlik yöneticilerin cürüm alanı şeklinde ortadadır. Örnek olmayı, örnek çıkarmayı yönetilenlerden beklemek ne akla, ne de ahlâka uyar. Sarahatle bilinen gerçek yönetilenlerin sahip çıkılabilecek bir kimlik arz etme gücünden tarih boyunca mahrum bırakıldıklarıdır. Geldiğimiz yerde sorularla baş başa kaldığından bile habersiz bir toplumuz. Bu halimizle bize bir toplum denilmesi bile su götürür. Türk isek sıradan bir Balkanlıdan seni-beni ayıran nedir? Türk isek sıradan bir Orta-Doğuludan seni-beni ayıran nedir? Bunların cevap bekleyen sorular olması kimin umurunda? Müflis kıyafetine talim edişimiz bilgi ve bilinç düzeyi karşısındaki umursamazlığımızdan doğuyor. Kimlik konusunda Türk milletinin ayağı sürçtükçe siyasi kadrolarındaki laçkalaşma tahammül edilmez bir hal alıyor. Laçka siyasi kadrolar gemi azıya alıp kimlik arayışları dolayısıyla doğan bütün meseleleri çözümsüzlüğe sürüklüyor. Bu durumun ne anlaşılır sonucu millet olarak hiçbir siyasi gelişmeye bel bağlanamayacağının yüzümüze çarpılışıdır. Bütün toplum etkinliklerini kapsayan kültür hayatımız kirlilikle malûldür. Pislik dünya sistemini kabullenerek kendimize bir kurtuluş yolu açamayacağımız kadar artmış durumdadır. Pisliğe katlanmayı denemeyelim. Başarısızlıklara goygoyculuk etmemek için toparlanın, gidiyoruz! Aklımızdan hiç çıkarmayalım ki biz kültür hayatımızı dünya sistemini reddetme bahanesini kullanırken kirlettik.

Bir adı da kapitalizm olan dünya sistemini özüyle ve biçimiyle reddederek Türkiye’nin kurtuluşuna açılan bir yola girmek ülkemizde ipleri ellerinde bulunduran çevrelerin son kırk yılda yönetim felsefesi itibariyle sosyalizmi veya İslâmiyet’i benimsemesiyle mümkün olabilirdi, olmadı. Birilerinin koro halinde “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye!” diye haykırdıklarını işitir gibi oluyorum. Türkiye’nin her iki yaklaşımla da kurtuluş yoluna giremeyişini nesnel şartlara, giderek beynelmilel siyasetin iniş çıkışlarına bağlayarak açıklayanlar (açıkladım sananlar) sadece işledikleri kabahatleri örtmeye çalışanlardır. Türkiye’ye kuş bakışıyla bakan herkes son kırk yılda sırasıyla iki tarzın da benimsenmeye gayret edildiği izlenimine kapılabilir ve yumrukların, küfürlerin sayısını açıklamak suretiyle böyle bir izlenim edinmekte haklı olduğunu savunabilir. Ne var ki hadise göründüğünden çok karışıktır ve son kırk yılını Türkiye’ye “içerden” bakam yeterliği gösterebilmek için sarf edenler dikkatleri sosyalistler ve Müslümanlar tarafından yirmişerli olarak paylaşılan son kırk yılda sosyalizm aleyhine sosyalist geçinenlerin ve İslâmiyet aleyhine münafıkların neler yaptıklarına çekmek isterler. 

27 Mayıs 1960 ihtilâlini takip eden yıllar Türkiye’yi sol, belki de sosyalist bir iktidarın beklediğine inanılan yıllardı. 12 Eylül 1980 ihtilâlini ise Türkiye’de istikrarı Müslüman, belki de şeriatçı bir yönetim sağlayabileceğine inanılan yıllar takip etti. Bu inançların kaynağı neydi? Toplumun değişik katmanlarında bu inançların yaygınlaşması kimin işine geliyordu? Yaygınlığı sağlamak için hangi karakterdeki toplum unsurları kullanılmıştı? Bu insanları işe koşma yolu hiç denenmese olmaz mıydı? Umalım ki doktora çalışmasını sosyologi alanında yapanlar zahmete girip yukarıdaki sorulara birer cevap bulmak suretiyle bizleri aydınlatırlar. Onların cevabı gelene kadar biz devletin yaygınlaşan inançlar dolayısıyla başına iş açabilecek tehlikeleri nasıl bertaraf ettiğine bakalım. 

Türkiye sol, belki de sosyalist bir yönetime kavuşarak kurtuluş yolu bulurum ümidine sarıldığı yıllarda devlet (elektrik gibi ancak çarpınca varlığını anlamlı bulduğumuz devlet) bu yolu açabilecek olanlar arasında bir ayıklama yaptı ve eliyle devlete sadakatini kanıtlamış elemanlarını ayıklamaya konu ettiği unsurların arasına serpiştirdi. Soğuk savaş şartları sol ve sosyalist unsurların takibatında ve yönlendirmesinde büyük kolaylıklar sağlıyordu. Önemli olan birinci işlem, yani kullanışlı tez etrafında insanları toplamaktı. Türkiye’de sol yönde bir iktidar değişikliğin adına Millî Demokratik Devrim demek suretiyle devletin aslî elemanları lâfız olarak da kendilerini sosyalizmden azat ettiler. Böylelikle nasıl olduysa oldu doktrine sadakatiyle dikkat çeken sosyalistler bu hareketi sürükleyen heyetlerden kısa sürede tasfiye edildiler. Hepsinden önemlisi sosyalizmin Türklük ve Müslümanlıkla hem yaygın, hem örgün bağıtlar içinde kavranabileceğine eğilim duyan sosyalistler hareket içinden tasfiye edilmekle bırakılmadı, itibarsızlaştırıldı. Sosyalist politika üretmesi söz konusu edilebilecek olanlardı. Felsefenin hangi basamakta bir sefalete düştüğünü görmek isteyenler Türk solcularıyla tanışmakta acele etseler yeriydi. 

Türkiye’de takibat altında bulunmak bakımından solcuları ve sosyalistleri laiklik bahane edilerek fersah fersah geride bırakan Müslümanlar güttükleri siyasi hedefler itibariyle yozlaştırılmak için çok müsait özellikler arz etmişlerdir. Müslümanların iri gövdeleri üzerinde gerçekleştirilen işlemlerden söz edeceksek bunun sosyalistlere uygulanan uygulanan yönteme hiç benzemediğini belirtmeliyiz. İslâmiyet’in Türkiye’nin kurtuluşuna vesile olacağı fikri ortadan kaldırılırken siyasî boyutu öne çıkarılarak yürütülen hareketten üstün nitelikli Müslümanların, elden geldiğince etkisizleşmesi sağlansa da, tasfiyesi yoluna gidilmedi. Tasfiyeye girişmeye yeltenen her kim olduysa kısa zamanda kendi altını oyduğunu anlamakta gecikmedi. Nitelikli Müslüman birey piyasasını son yirmi yılda hiç kaybetmedi. Hep yüksek kurdan işlem gördü. Türkiye’de Müslümanlar bireyler olarak değil sürüler olarak işleme tâbi tutuldular. Müslümanlar kişiliklerinde küçülme vuku buldukça piyasa değerlerinin arttığını gözlemlediler. Bireyler olarak değil sürülerden birinin parçası olarak hareket etmek Müslümanlar için çok kârlı idi. Başımızdan geçen üç aşamalı bir maceradır. Sürünün siyaset sahnesine girişiyle başlayan macerada önce onun “ Vatan Cephesi”ni bölecek bir performans göstermesi istendi. Sonra Türk sağını bu sürünün temsil etmesine ruhsat verildi ve nihayet hangi gerekçeyle mazeret uydurulmuş olursa olsun Amerikancılığın, giderek batılılarla işbirliği yapmanın bayraktarlığından keyif alan bir Müslümanlar sürüsüne ulaşılmış oldu.

Yansıttığı renkler ister sağcı, isterse solcu algılayışlara elverişli olsun, bugün Türkiye’deki siyaset sahnesini dolduran ve kitle iletişim araçlarına malzeme olan orta malı görüşler haysiyet sahibi insanların onların çevresinde mekân tutamayacağı özelliklerdedir. Müslümanlığını, onunla aynı anlama gelen Türklüğünü ciddiye alan bizler orta malı görüşlerin hükmünü yürütemediği bir alanda tanışıklığımızı devam ettirmek zorundayız. Bu tanışıklığın üretkenliğine ihtiyacımız var. Öyle anlaşılıyor ki bizim tanışıklığımızın devamı ancak buralarda oyalanmaktan vazgeçmekle mümkündür. 

Gitmek için toparlanmak gerekiyor. Yanınıza alacağınız şeyler sahip olduklarınızın hepsi değil. Sizin için neler vazgeçilmez ise onları tanıma durumundasınız. Kirlilik içinde rahat edemeyen biriyseniz neyin güzel, neyin doğru, neyin haklı, neyin faydalı, neyin sahici olduğu konusundaki kararınızı gözden geçirmek zorundasınız. Tazelenmek her zaman gereklidir; ama bilhassa tazelenme gereğinin öne çıktığı zamanlar da vardır. Bu gün böyle bir tazelenmeyi kalabalıkların kabalıklarına taviz vermeden ve hoşgörüsüz bir tarzda başarmanın günüdür. 

Cuma Mektupları-6, Şule Yayınları, Kasım 2002

BİZE BİR CUMHURBAŞKANI GEREKİYOR MU?

Madem Türklerin (cumhurun) demir dağı eritmek gibi bir gayesi yoktu, o halde hangi sebeple bir başkanı vardı? Akla gelebilecek ilk sebep asayişin teminidir.

Felaha Ermenin İlk Şartı İstiklâl

İstiklâl fikri münferit olarak işimize yaramayan, işlevi olmayan bir fikir. İstiklâl düşüncesi bir mensubiyet bağıyla anlama kavuşan bir düşünce.

Bugünkü Mevcut Resmî Besteyle İstiklâl Marşı Okumak, İstiklâl Marşı’na Düşmanlıktır

İstiklâl Marşı’nın beste yarışması açılmıştır. Yirmi dört beste gelir ve bir karara bağlanmaz, İstiklâl Marşı bir besteye oturtulmaz. 1930’a kadar İstiklâl Marşı yirmi dört farklı besteyle değişik değişik bölgelerde söylenerek gelir.

KÖPRÜLERDE AĞAÇ BİTMEZ

Türkiye’nin Doğu ile Batı arasında, Avrupa ile Orta-Doğu arasında, Türkî Cumhuriyetlerle Avrupa arasında, İslâm dünyasıyla Hıristiyan dünyası arasında köprü olduğunu söylüyorlar.

Valery Önce Taharet Almayı Öğrensin

Cuma Mektupları’na “Bir siperden söz ediyorum” diyerek başlamıştınız. İstiklâl Marşı Derneği bir siper mi? Veya oradaki şey de bu olabilir mi? Bir de şunu eklemek istiyorum.

 

"İstiklâl Marşı, Türk milletinin tarih sahnesindeki mevcudiyeti hususunda ısrar edişinin belgesidir."

İstiklâl Marşı Safahat’ta Yer Almaz

İstiklâl Marşı bir şekilde ortaya çıktı. Burası İstiklâl Marşı Derneği ama burası Mehmed Akif derneği değil. Ben İstiklâl Marşı Derneği başkanıyım ama burası İsmet Özel derneği de değil.

"İstiklâl Marşı’nı Raftan İndireceğiz"

Sakarya Zaferimiz tesirsiz bırakılmak istendiği için Misak-ı Millî tahakkuk ettirilmemiş, İstiklâl Marşı rafa kaldırılmıştır.

"Türkiyelilik" Tabirine Ne Denilmişti?

İsmet Özel: Türkiyelilik ve azınlık kelimelerinin sıkça geçtiği bütün bu tartışmalar, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi müzakereye müsait bir ülke olarak görmesini sağlamak üzere yapılıyor. Yoksa hiç kimsenin gerçek düşüncelerini, gerçek beklentilerini, gerçek yönelimlerini gündeme getirdiği falan yok. Buna resmî makamlar da dahil, laf üreten birtakım tipler de.

Türk yerine Türkiyeli denmesinin anlamı sizce nedir?

İsmet Özel: Türkiyelilik ve azınlık kelimelerinin sıkça geçtiği bütün bu tartışmalar, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi müzakereye müsait bir ülke olarak görmesini sağlamak üzere yapılıyor. Yoksa hiç kimsenin gerçek düşüncelerini, gerçek beklentilerini, gerçek yönelimlerini gündeme getirdiği falan yok. Buna resmî makamlar da dahil, laf üreten birtakım tipler de.

Türk yerine Türkiyeli üst kimliğinin seçilmesi zırvasının üzerinde durmak lâzım: Bir kere "Türkiyeli" tabiri çelişkilidir.

Neden?

Çünkü Türkiye diye bir yerin olabilmesi için Türk'e ihtiyaç var. Yaşadığım, egemen olduğum topraklara ben Türk'sem Türkiye denir. "Ben Türkiyeliyim, ama Türk değilim." Bunu ancak gayri-Müslimler söyleyebilir. Müslümanların "Türkiyeliyim" demeleri saçma. Bir Müslüman'ın "Türkiyeliyim" demesinin bu topraklarla kendisi arasına bir mesafe koymasından başka bir anlamı olamaz. Herkes "Türkiyeliyim" dediğinde Türkleri nereye koyacaksın? Yok eğer burada Türkler zaten marjinal bir unsur ise niye Türkiye lafını, Türkiyeli lafını kullanalım? "Türkiyeli" yerine pekala "Küçük Asyalı" da denilebilir. "Türkiyelilik", Türk'ü Türkiye'den kovmaya, silmeye yönelik bir anlayışın, söylemin önerisi.

"Ağzında Geveleme, Türk Müsün, Gâvur Musun Çabuk Söyle" başlıklı bir yazı yazmıştınız. Şimdi "Ben Türkiyeliyim" diyenler...

İsmet Özel: Ağzında gevelemiş oluyorlar. Başından beri yaptıkları gibi yani.

Bundan sonra ne yapılabilir?

İsmet Özel: Bundan sonra atılacak adım, birtakım insanların Türk olmadıklarını beyan etmek. Bunun yanı sıra, Müslümanlığını vazgeçilmez sayan her etnik grubun Türk olarak adlandırılması gerekir. Yani adam Kürt, Boşnak, Laz, Çerkez... olup da Müslümanlığını vazgeçilmez sayıyorsa, buna biz Türk diyeceğiz.

Ya Türk denilmesini istemezse?

İsmet Özel: Kendisi bilir. Biz ona Türk demeye hiç meraklı değiliz. Kendisine Türk denilmesini istemeyene Türk demeyeceğiz.

"Ben Türk oğlu Türk'üm" diye haykıranlar da var?

İsmet Özel: Onları da Türk olmaya çağırıyoruz. Hem İslam'a düşmanlık göster, hem Türk ol, bu imkânsız. Şimdiye kadar Türkçü hareket içinde olan insanlar, Müslüman tavırlarıyla Türklüklerini ispat etmek zorundadırlar.

Bu bir hata mıydı, tuzak mı?

İsmet Özel: Türkiye'de Türklüğü Türkiyelilikle örtmeye çalışanlar aslında faka basmış durumda. Çünkü, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana "Türk'üm, doğruyum, çalışkanım" derken, bunlar İslam'dan kopuk bir Türklük önerdiler. İslam'dan kopuk bir Türklük, netice itibarıyla ırkçı bir Türklüktür. Başka türlü olmaz. "Türkler varmış, bir dönemde Müslüman olmuşlar, tekrar o Müslüman olmadan önceki Türklere dönüyoruz" demekti bu. Şimdi, krizde olan "Atatürk milliyetçiliği" denilen şeydir... Türkler Müslüman olmadıkları halde gene Türk olabiliyorlarsa, buyursunlar olsunlar.

Sizin telakkinize göre Türk, kâfire karşı duran kişi. Sizin Türk'ünüz Türkiye'de yaşıyor mu? Yaşamakta mı?

İsmet Özel: 1918 yılında, 1914 yılında başlayan savaş bitti... 1918'de siyasi ve askerî bir güç olarak İslam dünyadan silindi. İbrani-Hıristiyan medeniyet sildi. İstiklal Harbi, bu kararın geçersizliğini ilan eden bir savaştır. Yani, İslam siyasi ve askerî güç olarak ortadan kalkmamıştır. Bunu gösterdi İstiklal Harbi. Aksi takdirde bana İstiklal Marşı'nı nasıl açıklarsınız?

O halde, bir kişi, İstiklal Marşı'nı sansürlemeden okuduğu, benimsediği takdirde Türklüğüne bir kanıt mı getirmiş oluyor?

İsmet Özel: Bu doğal değil mi? Türkiye Cumhuriyeti'nde Türkiyelilikten söz edenler bana İstiklal Marşı'nın açıklasın! İstiklal Marşı niçin böyle? "O ezanlar ki şahadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli" Bizim İstiklal Marşımız bu! Biz İstiklal Marşımızdan vaz mı geçeceğiz? İstiklal Harbi, İslam'ın dünyada söyleyecek sözünün tükenmediğini göstermek üzere yapılmıştır. Yoksa yapılmazdı. Ve İstiklal Marşı da bu marş olmazdı. Bu çok önemli bir şey... Cumhuriyetin ilanıyla beraber oynanan oyunları hakikat yerine koymayalım.

Hakikat sayılan oyunlar?..

İsmet Özel: 1921 anayasasında devletin dini İslam, 1924 anayasasında devletin dini İslam; siz bana nasıl olur da Türkiye Cumhuriyeti'nin başka bir şeyle alakalı olduğunu söylersiniz? Bu büyük yalanı niye kabullenelim? Birtakım insanlar "Biz milleti kandırdık" diyemiyorlarsa, biz onlara söyleyelim: "Siz milleti kandırdınız."

Bu durumda Türk olmak aynı zamanda kandırılmayı reddetmek anlamına geliyor, değil mi?

İsmet Özel: Tabii. Türk olmak bir tercihtir. Madem ki Lozan'da gayri-Müslimler azınlık statüsündedir, Lozan'da "gayri-Müslimler de Türk'tür" denilmiyor, geriye Türkler kalıyor, geriye Müslümanlar kalıyor. Yani "Türk = Müslüman" formülünü Lozan getirdi.

"Bu kadar net" mi diyorsunuz?

İsmet Özel: Daha da netleştireyim: 1918 İslam'ın sonu olarak görüldü, buna bir itiraz doğdu; birileri dedi ki "Hayır, İslam ölmedi." Fakat, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla, hayatta kalması aynı şartlara bağlı değil. Kurulmasını İslam'a, ayakta kalmasını İslam'dan kopmasına borçlu. Aslında hiç garip değil, çünkü İbrani – Hıristiyan medeniyet diyor ki "Tamam yok olmamayı sağladın, ama devam etmeyi ancak benim iznime bağlı olarak gerçekleştirebilirsin."

Dolayısıyla?

İsmet Özel: Cumhuriyet ilan edildikten sonra farklı bir yön tutturuluyor. 1928'de, Cumhuriyet'in ilanından 5 sene sonra, anayasadan devletin dininin İslam olduğu ibaresi çıkıyor. Aynı yıl harf inkılâbı yapılıyor. İslam anayasadan gidince, Latin harfleri de anayasaya geliyor. Bütün bunları konuşmakta zorlanıyoruz. Çünkü Cumhuriyet kurulduktan sonra hep günü kurtarmaktan başka bir işle uğraşmamış devlet yetkilileri. Taş üstüne taş koymak diye bir şey yok. Koymamakla ayakta kalabileceklerini düşünmüşler hep. Bu akıl almaz bir şey. Yani bu birikime sahip bir toplumun, 81 senede, harekete geçtiği yerden daha geride olasını izah etmek çok zor.

Siyasiler ve topluma söz söyleyenler dahil kimse Türk olmaya yanaşmadığı için mi bu hale gelindi?

İsmet Özel: Türkiye'nin çekilip çevrilmesi, Türkiye'de bir işin üstesinden gelinmesi söz konusu olduğu zaman, bunu yapacak olanın kim olduğunun tespit edilmesi lâzım. Kimlik meselesi budur. Yapılacak iş, Türkiye'nin hem kendisini daha iyi bir hayata kavuşturmak, hem de dünya milletleri arasında hesaba katılır bir yere sahip olmasını sağlamaktır. Kim yapacak bu işi? Böyle bir soru sorulmamış Türkiye'de. Onun için Türk'ün kim olduğu, kimin Türk olduğu konuları kaynayıp gitti.

Türk kaynayıp gittiği için Türkiye de somut, sağlam bir zemin, [sizin vurguladığınız kelimeyle söylersek] vatan olamadı... mı?

İsmet Özel: Bunu anlamak ve durumdan vazife çıkarabilmek, o vazifeyi ifa edebilmek için "Türkiye muvakkat bir devlet mi, yoksa muvazzaf bir devlet mi?" sorusunu cevaplamamız lâzım. Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında muvakkaten, o sırada dünya şartlarının gerektirdiği zorlamalar altında, ister istemez kabul edilmiş bir siyasi birim mi, yoksa Türkiye geleceği olan ve tarih içinde kendine bir iş yüklemiş, kendine bir pay biçmiş bir ülke mi? Mesele burada.

...

Bu mülâkat 12.11.2004 tarihinde Gerçek Hayat Dergisinde yayınlanmıştır.

Mülakâtın tamamını okumak için tıklayınız.