TOPARLANIN, GİDİYORUZ!

Nereye mi? Nereden geldiysek oraya.. İnsanın nereden geldiği konusunda sarih bir fikri olmasa da mutlaka bir yerden geldiğini idrak edecek seviyeyi tutturması iyidir. Böylece içinde gidilecek bir yeri olduğuna dair bir duygu taşıyabilir, o duygusal bölgeyi koruyabilir. Nereden gelmiş olursak olalım; hepimizin geldiği yer maneviyatımızın bir parçasıdır. Çünkü bu yer algılanabilir, işaret edilebilir, bir mekan bile olsa insan için taşıdığı maddi vasıflar bakımından değil, ihtiva ettiği mânâ bakımından önemlidir. Geri gidilemeyecek, dönülemeyecek bir yerden gelmiş olamayız. Gidilebilecek bir yerden geldiğimize şükredelim; çünkü toparlanın, gidiyoruz. 

Buraya, yani bugün bize hangi siyasi çizgiyi tutturacağımız, hangi hayat yolunu seçeceğimiz, kimlerle yoldaşlık edeceğimiz sorularını sorduran ortama kendimiz karşısında, derece derece yakın ve uzak çevremiz karşısında duyduğumuz sorumluluk yüzünden gelmiştik. Başka bir sebeple buraya gelmiş olanlar bizden değildir. Onlara hitap etme gereği duymuyoruz. Bizler birbirimize seslenerek şikâyetimizin kaynağını keşfedebildik. Bir ses çıkarılabilecek, çıkan sesi işitebilecek kadar talihliyiz. Geldiğimiz bu yerdeki dalgalanmalar içeriğiyle olduğu kadar şiddetiyle de geliş sebebimize tasallut edecek bir açılım gösterdi. Artık yukarıda sözünü ettiğim sorumluluğa dönmek sesi çıkaran için olduğu gibi sesi duyan için de kaçınılmazdır. Buraya gelişi bizimkinden farklı sebeplere bağlı olanları burada bırakmak, buradakilerden kopmak gayesiyle toparlanın, gidiyoruz!

Ayaklarımızı dolaştıracak derecede acele etmesek de olur; ama işi iyice ağırdan alacak kadar vaktimizin olmadığı besbelli. Birer okur ve yazar olarak siyaset adamları ve onları fırdöndüsü kitle iletişim araçları tarafından çok kötü kokutulan bu orta malı bölgeyi mümkün olduğu kadar çabuk terk etmemiz lâzım. Türkiye’yi bir bayağılık gölü haline getirebilecek bir selin suları hızla bulunduğumuz tarafa akıyor. O gelmeden bizler bulunduğumuz yeri boşaltmalıyız. Burada zaten bir sele kapılıp gelmiş olanlar kalsın. Biz burayı boşaltmazsak içinde bulunulan bölgeyle bölgenin içinde bulunan arasında bir fark gözetilmediği o felâket yakamıza yapışacak. Değiştirmek için geldiğimiz yerde değişmeye uğramak neyse; lâkin düzeltilmesi gerektiğine inandığımız insanların şeklini almaya ne demeli? Vücudumuzdaki yara-bere henüz tedavi kaldırabilir durumdayken başımızın çaresine bakmalıyız. Toparlanacak derman bulur bulmaz toparlanın, gidiyoruz! 

Hatırlatsam iyi olacak: bundan on yıl kadar önce yazdığım bir Cuma mektubunun başlığı şöyleydi: Bu deveyi gütmeyeceğiz ve bu diyardan gitmeyeceğiz! Bu gün ise Cuma mektubu okurları karşısına: Toparlanın, gidiyoruz! serlevhasıyla çıkıyorum. Ne oldu? Gitmeyelim diyen adam niçin gidelim diyor? On yılda bana tükürdüğümü yalattılar mı? Yoksa on yılda olup bitenler beni tabansız hale mi getirdi? Bu ihtimaller söz konusu edilince düşmanlarım zil takıp oynayarak “hem öyle, hem öyle” diyeceklerdir. Halbuki işin aslını bilen dostlarımın gözü önünde gerçekleşen olay açıklıkla gösteriyor ki “ne biri, ne de ötekidir”.. Üstelik beni on yıl arayla iki değişik ifadeye götüren mantık kavranılınca görülecektir ki sözlerim birbirini çelmiyor. Benim bu gün toparlanın gidiyoruz deyişim bu diyarı terk etmeyişin bir nişanesidir. Gütmek için önümüze sürdükleri deveyle irtibatı, hasbelkader kurulmuşsa, kesmek içindir. Bir kararlılığın dile getirilişinden on yıl sonra sözümden dönmediğimi belirtecek bir anlatım yolu kullanıyorum. Aynı şeyi söylüyorum; ama iğnesi kırık yere takılmış bir plak gibi değil. 

Fırsatını bulmuşken kendimin ve has okurlarımın hak ettiği övgüye yer ayırmadan geçmek olmaz. Cuma Mektupları’nı ne dün, şân olsun memlekete diye yazdım, ne de bu gün benzeri bir sâikla hareket ediyorum. Varlık sebepleri arasında işlevsellikleri birinci sırayı dolduran yazılar bunlar. Bu metinlerde günlük gazetelerde yayınladığım fıkralardan bir derece farklı olarak sadece kendilerine gerçekten mektup yazma gereği duyacağım insanları muhatap alıyorum. Yine de mektuplar ancak neşir yoluyla aslî okuruna ulaşabildiği içindir ki zaman zaman okurla yazarın arasına girerek gereksiz sapmalara sebep olan kimi meraklıların yazılanları okumasına engel olunamıyor. Deve gütmeme ve toparlanıp gitme konusundaki makalemiz bizi bilen, bizliğini bilen bizler arasındadır. 

Nelerle karşılaşacağımızı peşinen nasıl bilebilirdik? Milâdın 2001’inci yılında iki olgu karşımıza eşzamanlı çıkmış bulunuyor: Türkiye’nin ancak Dünya Sistemi tarafından dayatılan şartların kabulü halinde Dünya Sistemi ile pazarlık yapma gücüne erişebileceği, bu birinci olgu. İkinci olgu Türkiye’nin kimliğine sahip çıkma yolundaki çabalarından bir müflis kılığı altında kalmak mecburiyetinde bırakılarak vazgeçmiş bulunmasıdır. Daha dün bile denilemeyecek yakın geçmişte Kemal Derviş’in şimdiki hükümete “ultra bakan” olarak girmesiyle kısa bir süre için açılan ve gördüğümüz kadarıyla kapanmasına ramak kalmış dönemi Türkiye’nin son şansı olarak vasıflandıranlar şaka etmiyordu. Türkiye’nin şansı yaver gitseydi veya başka bir ifadeyle Türkiye kendi şansını yaratacak çapta insanlar tarafından yönetiliyor olsaydı ülkemizin eline Cumhuriyetin ilânından bu yana beynelmilel sahada noksanlığını çektiğimiz bir izin kâğıdı geçmiş olacaktı. Biz bu kağıt sayesinde global kapitalizmin konağındaki münasebetlerimizi hizmetkârların kullandığı arka kapıdan, arka merdivenden işleyerek değil de ziyaretçilerin, davetlilerin, konak sakinlerinin girip çıktıkları ön kapının genişliği, ön merdivenin ferahlığıyla sürdürebilecektik. Türkiye’yi yönetenler, daha açık bir anlatımla, Türkiye’de kendilerine makam ve mevki tahsis edilmiş bulunanlar, kendilerini bir çok haneye girip çıkma yükümlülüğü ile işini yürüten riyasete mensup şahsiyetler gibi görmez de kendilerini mahalle kabadayısı raconuyla kayıtlı bir zümre gibi algılarlarsa varılacak yer burasıdır.

Türk milletinin yönetenler cenahından dayatmalar suretiyle hangi biçimde olursa olsun kendi kimliğine sahip çıkma girişimleri fos çıkmış ve topluma ilişkin kişiliğimiz iflâs etmiştir. Modernleşmenin topluma bir boyun eğiş olarak sunuluşu, modernleşme vesilesiyle bir karakter ve şahsiyet inşa etmede kalınan yetersizlik yöneticilerin cürüm alanı şeklinde ortadadır. Örnek olmayı, örnek çıkarmayı yönetilenlerden beklemek ne akla, ne de ahlâka uyar. Sarahatle bilinen gerçek yönetilenlerin sahip çıkılabilecek bir kimlik arz etme gücünden tarih boyunca mahrum bırakıldıklarıdır. Geldiğimiz yerde sorularla baş başa kaldığından bile habersiz bir toplumuz. Bu halimizle bize bir toplum denilmesi bile su götürür. Türk isek sıradan bir Balkanlıdan seni-beni ayıran nedir? Türk isek sıradan bir Orta-Doğuludan seni-beni ayıran nedir? Bunların cevap bekleyen sorular olması kimin umurunda? Müflis kıyafetine talim edişimiz bilgi ve bilinç düzeyi karşısındaki umursamazlığımızdan doğuyor. Kimlik konusunda Türk milletinin ayağı sürçtükçe siyasi kadrolarındaki laçkalaşma tahammül edilmez bir hal alıyor. Laçka siyasi kadrolar gemi azıya alıp kimlik arayışları dolayısıyla doğan bütün meseleleri çözümsüzlüğe sürüklüyor. Bu durumun ne anlaşılır sonucu millet olarak hiçbir siyasi gelişmeye bel bağlanamayacağının yüzümüze çarpılışıdır. Bütün toplum etkinliklerini kapsayan kültür hayatımız kirlilikle malûldür. Pislik dünya sistemini kabullenerek kendimize bir kurtuluş yolu açamayacağımız kadar artmış durumdadır. Pisliğe katlanmayı denemeyelim. Başarısızlıklara goygoyculuk etmemek için toparlanın, gidiyoruz! Aklımızdan hiç çıkarmayalım ki biz kültür hayatımızı dünya sistemini reddetme bahanesini kullanırken kirlettik.

Bir adı da kapitalizm olan dünya sistemini özüyle ve biçimiyle reddederek Türkiye’nin kurtuluşuna açılan bir yola girmek ülkemizde ipleri ellerinde bulunduran çevrelerin son kırk yılda yönetim felsefesi itibariyle sosyalizmi veya İslâmiyet’i benimsemesiyle mümkün olabilirdi, olmadı. Birilerinin koro halinde “Geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye!” diye haykırdıklarını işitir gibi oluyorum. Türkiye’nin her iki yaklaşımla da kurtuluş yoluna giremeyişini nesnel şartlara, giderek beynelmilel siyasetin iniş çıkışlarına bağlayarak açıklayanlar (açıkladım sananlar) sadece işledikleri kabahatleri örtmeye çalışanlardır. Türkiye’ye kuş bakışıyla bakan herkes son kırk yılda sırasıyla iki tarzın da benimsenmeye gayret edildiği izlenimine kapılabilir ve yumrukların, küfürlerin sayısını açıklamak suretiyle böyle bir izlenim edinmekte haklı olduğunu savunabilir. Ne var ki hadise göründüğünden çok karışıktır ve son kırk yılını Türkiye’ye “içerden” bakam yeterliği gösterebilmek için sarf edenler dikkatleri sosyalistler ve Müslümanlar tarafından yirmişerli olarak paylaşılan son kırk yılda sosyalizm aleyhine sosyalist geçinenlerin ve İslâmiyet aleyhine münafıkların neler yaptıklarına çekmek isterler. 

27 Mayıs 1960 ihtilâlini takip eden yıllar Türkiye’yi sol, belki de sosyalist bir iktidarın beklediğine inanılan yıllardı. 12 Eylül 1980 ihtilâlini ise Türkiye’de istikrarı Müslüman, belki de şeriatçı bir yönetim sağlayabileceğine inanılan yıllar takip etti. Bu inançların kaynağı neydi? Toplumun değişik katmanlarında bu inançların yaygınlaşması kimin işine geliyordu? Yaygınlığı sağlamak için hangi karakterdeki toplum unsurları kullanılmıştı? Bu insanları işe koşma yolu hiç denenmese olmaz mıydı? Umalım ki doktora çalışmasını sosyologi alanında yapanlar zahmete girip yukarıdaki sorulara birer cevap bulmak suretiyle bizleri aydınlatırlar. Onların cevabı gelene kadar biz devletin yaygınlaşan inançlar dolayısıyla başına iş açabilecek tehlikeleri nasıl bertaraf ettiğine bakalım. 

Türkiye sol, belki de sosyalist bir yönetime kavuşarak kurtuluş yolu bulurum ümidine sarıldığı yıllarda devlet (elektrik gibi ancak çarpınca varlığını anlamlı bulduğumuz devlet) bu yolu açabilecek olanlar arasında bir ayıklama yaptı ve eliyle devlete sadakatini kanıtlamış elemanlarını ayıklamaya konu ettiği unsurların arasına serpiştirdi. Soğuk savaş şartları sol ve sosyalist unsurların takibatında ve yönlendirmesinde büyük kolaylıklar sağlıyordu. Önemli olan birinci işlem, yani kullanışlı tez etrafında insanları toplamaktı. Türkiye’de sol yönde bir iktidar değişikliğin adına Millî Demokratik Devrim demek suretiyle devletin aslî elemanları lâfız olarak da kendilerini sosyalizmden azat ettiler. Böylelikle nasıl olduysa oldu doktrine sadakatiyle dikkat çeken sosyalistler bu hareketi sürükleyen heyetlerden kısa sürede tasfiye edildiler. Hepsinden önemlisi sosyalizmin Türklük ve Müslümanlıkla hem yaygın, hem örgün bağıtlar içinde kavranabileceğine eğilim duyan sosyalistler hareket içinden tasfiye edilmekle bırakılmadı, itibarsızlaştırıldı. Sosyalist politika üretmesi söz konusu edilebilecek olanlardı. Felsefenin hangi basamakta bir sefalete düştüğünü görmek isteyenler Türk solcularıyla tanışmakta acele etseler yeriydi. 

Türkiye’de takibat altında bulunmak bakımından solcuları ve sosyalistleri laiklik bahane edilerek fersah fersah geride bırakan Müslümanlar güttükleri siyasi hedefler itibariyle yozlaştırılmak için çok müsait özellikler arz etmişlerdir. Müslümanların iri gövdeleri üzerinde gerçekleştirilen işlemlerden söz edeceksek bunun sosyalistlere uygulanan uygulanan yönteme hiç benzemediğini belirtmeliyiz. İslâmiyet’in Türkiye’nin kurtuluşuna vesile olacağı fikri ortadan kaldırılırken siyasî boyutu öne çıkarılarak yürütülen hareketten üstün nitelikli Müslümanların, elden geldiğince etkisizleşmesi sağlansa da, tasfiyesi yoluna gidilmedi. Tasfiyeye girişmeye yeltenen her kim olduysa kısa zamanda kendi altını oyduğunu anlamakta gecikmedi. Nitelikli Müslüman birey piyasasını son yirmi yılda hiç kaybetmedi. Hep yüksek kurdan işlem gördü. Türkiye’de Müslümanlar bireyler olarak değil sürüler olarak işleme tâbi tutuldular. Müslümanlar kişiliklerinde küçülme vuku buldukça piyasa değerlerinin arttığını gözlemlediler. Bireyler olarak değil sürülerden birinin parçası olarak hareket etmek Müslümanlar için çok kârlı idi. Başımızdan geçen üç aşamalı bir maceradır. Sürünün siyaset sahnesine girişiyle başlayan macerada önce onun “ Vatan Cephesi”ni bölecek bir performans göstermesi istendi. Sonra Türk sağını bu sürünün temsil etmesine ruhsat verildi ve nihayet hangi gerekçeyle mazeret uydurulmuş olursa olsun Amerikancılığın, giderek batılılarla işbirliği yapmanın bayraktarlığından keyif alan bir Müslümanlar sürüsüne ulaşılmış oldu.

Yansıttığı renkler ister sağcı, isterse solcu algılayışlara elverişli olsun, bugün Türkiye’deki siyaset sahnesini dolduran ve kitle iletişim araçlarına malzeme olan orta malı görüşler haysiyet sahibi insanların onların çevresinde mekân tutamayacağı özelliklerdedir. Müslümanlığını, onunla aynı anlama gelen Türklüğünü ciddiye alan bizler orta malı görüşlerin hükmünü yürütemediği bir alanda tanışıklığımızı devam ettirmek zorundayız. Bu tanışıklığın üretkenliğine ihtiyacımız var. Öyle anlaşılıyor ki bizim tanışıklığımızın devamı ancak buralarda oyalanmaktan vazgeçmekle mümkündür. 

Gitmek için toparlanmak gerekiyor. Yanınıza alacağınız şeyler sahip olduklarınızın hepsi değil. Sizin için neler vazgeçilmez ise onları tanıma durumundasınız. Kirlilik içinde rahat edemeyen biriyseniz neyin güzel, neyin doğru, neyin haklı, neyin faydalı, neyin sahici olduğu konusundaki kararınızı gözden geçirmek zorundasınız. Tazelenmek her zaman gereklidir; ama bilhassa tazelenme gereğinin öne çıktığı zamanlar da vardır. Bu gün böyle bir tazelenmeyi kalabalıkların kabalıklarına taviz vermeden ve hoşgörüsüz bir tarzda başarmanın günüdür. 

Cuma Mektupları-6, Şule Yayınları, Kasım 2002

“İstiklâl Marşı Sevr Mağarasında Allah Rasûlü’nün Hz. Ebubekir’e Hitap Ettiği Gibi Başlar: Korkma!”

12 Mart 1921’de İstiklâl Marşı, Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından millî marşımız olarak kabul edildi. Daha Sakarya Meydan Muharebesi olmamıştı, bizim istiklâlimizi kazandığımıza dair bir sarahat yoktu.

“İstiklâl Marşı’nın Bu Milletin Millî Marşı Olduğu İlk Defa 1982 Anayasası’nda Zikrediliyor”

Biz şu anda ne isek dünyanın bundan sonra alacağı şekil de birebir bizim bugünkü halimizle irtibatlıdır. Defalarca, yıllarca söyledik. İstiklâl Marşı sadece 12 Eylül 1980 darbesinden sonra hazırlanan ve 1982 yılında halk oylamasıyla resmiyete kavuşan Anayasa’da zikrediliyor.

İstiklâl Marşı’na İlk İtiraz

İstiklâl Marşı’nın kendisi Türk Milletinin eseridir ve İstiklâl Marşı Derneği de bu vakıanın kasten gözden kaçırılmasına bir tepkidir.

“TEK DİL OLMADAN TEK MİLLET, TEK DEVLET, TEK VATAN, TEK BAYRAK OLMAZ”

1 Nisan 2017 (Hıristiyan takvimine göre) Ankara’da İstiklâl Marşı Derneği tarafından “Tek dil olmadan tek millet, tek devlet, tek vatan, tek bayrak olmaz” serlevhalı bir seminer tertip edildi.

 

"Doğan ay hilaldir, batan aya hilal denmez."

Bayrağımızda bir ay-yıldız var. Ay-yıldız mı var yoksa hilal ve yıldız mı var? Önce ay-yıldız var diyelim, bu ay-yıldız nereden neşet olmuş?

ERİMEZSEN ERİTİRSİN

Türk demokrasisinde Müslümanlar, merkezî yeri işgal ediyor. Yahut eğer Türkiye’de demokratik bir rejim sözkonusu ise, bu rejimin, üzerine nakış işlenen kumaşı Müslümanlıktır.

İstiklâl Marşı'nı Türk Milleti Yazdı

Hepinizin bildiği gibi, Mehmet Akif Ersoy bütün şiirlerinin yer aldığı Safahat'a İstiklâl Marşı'nı dâhil etmemiştir. Bunun sebebini sorduklarında "O benim eserim değildir, milletimin eseridir." demiştir.