"Bizi tarih sahnesinden silmek isteyen güçlere karşı müthiş bir mücadele vermiş ve bunu da başarmıştık."

(...)

Ankara’da toplanan Büyük Millet Meclisinin açılışında, açılış töreninde bando ile çalınacak bir marş bulunamaz. Merasim nutukla başlar. Daha sonraki günlerde bir millî marş ihtiyacı daha da belirir. İsmet Paşa, asker ve ordu olarak bu ihtiyacı en çok hissedenlerdendir, bir marş yazdırılması için Millî Eğitim Bakanlığına başvurur. Bakanlık bir yarışma düzenler. Birinciliği kazanacak şiire 500 lira verilecektir.

Gelen 724 şiir yanık gönüllere yeterli gelmez.

Maarif vekili Hamdullah Suphi yazılı olarak Âkif’e müracaat eder. Yalnız bu müracaatın Âkif’e verilmediğini Hasan Basri’den öğreniyoruz. Âkif’e, Hasan Basri tarafından söylenen, mükâfatın kaldırıldığıdır.

Sonunda Dr. Hüseyin Suat, Kemalettin Kamu gibi şairlerin de içinde bulunduğu komisyon Âkif’in şiirini en iyi olarak beğenir ve şiir çoğaltılarak Millet Meclisinin üyelerine dağıtılır.

Meclisin 1 Mart 1921 tarihli toplantısında -ki bu Meclisin ikinci toplantı devresidir- Mustafa Kemal Paşa -ki Meclis reisidir- umumî durum hakkında bilgi verir, müteakiben yapılan bazı konuşmalardan sonra sıra takrirlere gelir.

Balıkesir mebusu Hasan Basri Beyin (Çantay), İstiklâl Marşı güftesinin Hamdullah Suphi Bey tarafından Meclis kürsüsünden okunmasına dair takriri okunur. Yedi eser kalmıştır. Hamdullah Suphi hangisini isterse onu okuyacaktır.

Hamdullah Suphi iyi bir hatiptir. Güzel de şiir okur.

İlk mısra…

Şiddetli alkışlar

İkinci mısra…

Şiddetli alkışlar

Her dörtlükten sonra, bazen bazı mısralardan sonra şiddetli  alkışlar. O anın psikolojisini veren birkaç hatıra cümlesi:

“Mebusların alkışlarından Meclisin tavanları sarsılıyordu. Ruhları o kadar heyecan kaplamıştı ki bütün Meclis yekpare bir kalıp hâlinde dalgalanıyordu”.

“O gün pek heyecanlıydım. Âkif’in ölmez eserini Büyük Millet Meclisi’nde ben okudum. Meclis tarafından büyük tezahüratla karşılandı. Alkışlandı, defalarca alkışlandı. Meclis manzumeyi ayakta dinlediği gibi, Atatürk de ayağa kalkmış alkışlıyordu.” Hamdullah Suphi.

 “İstiklâl Marşı’nı Büyük Millet Meclisi’nde okuyanın sesi, insanların kendi eserlerini okudukları sesti, bütün Millet Meclisi bu sesle bu şiiri dört defa ayakta dinledi.” Mithat Cemal Kuntay.

“Ben biraz güzel yazdım mı bilmem. Fakat sen çok güzel okudun, onu bilirim.” Mehmet Âkif.

“İstiklal Marşı, İstikâl Harbi’nin manevî cephesinde yapılmış büyük bir taarruz, bir zaferdi. O zaman Millî Mücadele’nin mutlaka zaferle neticeleneceğine inanmış olanlar, yani sağlam iman sahipleri bile İstiklâl Marşı’ndan yeni manevî kuvvet almışlardı.” Abidin Daver. (Eşfer Edip, Mehmet Âkif Hayatı – Eserleri ve 70 Muharririn yazıları, 1938, İstanbul, s. 76)

Şiir, bu ilk okumadan 11 gün sonra oylanabilmiş ve Meclisin 12 Mart 1921 günkü toplantısında Türk devletinin millî marşı olmuştur.

Bu tespitlerden sonra asıl konumuza gelebiliriz.

Bu heyecanlı devre geçmiş, zafer kazanılmıştır. Aradan zaman geçtikçe İstiklâl Marşı ile ilgili yorumlar, ona karşı takınılan tavırlar değişmeye başlamıştır. Bunların bir kısmı doğrudan Âkif’in şahsiyeti ile ilgilidir, bir kısmı da şiirle ilgilidir. Yalnız bu konuda bir sıkıntımız var. Şiirle ilgili olanların veya şiirle ilgili imiş gibi görünenlerin aslında Âkif’in düşüncelerinden kaynaklandığıdır. En azından böyle bir şüphe daima vardır.

“İslam Birliği” politikasıyla meşgul olduğu çağlarda daha ihtiyatlı konuşan şair, Türk’ün yalnız kendi varlığını ve kendi vatanını koruduğu, ateşli ve ilahî istiklâl savaşı yıllarında artık bu ihtiyata lüzum görmemiştir. Bunun içindir ki ebedî marşının:

        Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
        Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl.
        Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl:
        Hakkıdır, hür yaşamış bayrağımın hürriyet,
        Hakkıdır, Hakka tapan milletimin istiklâl.

mısralarını söylerken, Âkif gibi, her kelimeyi yerinde kullanmasını bilen büyük bir Türk şairi haysiyetiyle, o dayanılamayacak kadar büyük heyecanı, kimin, yalnız ve hangi milletin saadeti için duyduğunu, her sesten üstün ve herkesten güzel söylemiştir.” ( Nihad Sami Banarlı, Güzel Bir Dilek, Hürriyet, 5.8.1955; aynı yazarın Kültür Köprüsü (İstanbul 1985, s. 316) nden naklen.)

“Mehmet Âkif, inanmış bir insandı. Önce kendisiyle birlikte aynı Allah’a tapan bütün insanları mesut görmek istiyordu. Onların ıstırabı Âkif’in ıstırabıydı. Daha doğrusu, Âkif’in ıstırabı yalnız bu ümmetin ıstırabıydı.

Biliyordu ki inandığı dinin liderliği, Türklerde ve halifesi Türkiye’dedir. Bütün İslâmları bir bayrak altında toplamak arzusunda, farkında olmayarak güttüğü ülkü böyle bir hedefle süslüydü. Sonra çeşitli tarih hâdiseleri, bu ihtimali yıkınca Âkif, pek tabiî olarak yalnız kendi milletini mesut görmek istedi.

Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklâl!

diye  haykırdığı zaman, tek duygusu buydu. En acı günlerde bile gurub ufuklarındaki bayrak renklerinin sönüşüne aldırmıyor,’benim al bayrağım sönmez!’ diye haykırıyor ve buna herkesi inandırmak için şahane deliller gösteriyordu.

Dalgalan sen de şafaklar gibi ey şanlı hilâl!
Olsun artık dökülen kanlarımın hepsi helâl!
Ebediyen sana yok, ırkıma yok izmihlâl!

diye haykırışları Türk ırkı ve Türk bayrağı içindi.” (Nihad Sami Banarlı, “Mehmet Âkif”, a.g.e., s. 318-319).

Burada, görüldüğü gibi Mehmet Âkif’in sahip olduğu düşünülen İslamcılığından İstiklâl Marşı’ndaki milliyetçiliğine geçişi söz konusu edilip bu geçişin yumuşak bir şekilde anlatılması söz konusur.

Öte yandan bir başka yazar:

“Mehmet Âkif Bey, İstiklâl Marşı’nın ifade ettiği manada bir milliyetçiliğe taraftardır. On kıt’alık İstiklâl Marşımız, bir miletin bütün fertlerinin âdeta bir ağızdan, birbirlerine, bayrağa, gelecek nesillere ve Allah’a hitabı, haykırışı ve duasıdır!” (M. Ertuğrul Düzdağ, Safahat Tetkikleri, s. 99)

Âkif’in milliyetçiliğine ancak bir ölçüde izin verilir. A. Cerrahoğlu, Bir İslâm Reformatörü Mehmet Akif kitabında Akif ve İstiklâl Marşı hakkında değerlendirmeleri şöyle kaydeder:

“İstiklâl Marşı’nı bir sancağa sarıp Türk ve İslâm müzesine koymalı, fakat unutmamalı ki İstiklâl Marşı, Türk ihtilâlinin sesidir. Zeferimizin şarkısıdır. Edebiyatımızın murassa tacıdır.” s. 49

“Müze” adına burada dikkatinizi çekmeme her hâlde gerek yok.

Evet müzedeki eşyalar kıymetlidir. Ama her biri devrini doldurmuş, antika parçalardır. Sadece süstür. Nitekim yazar sonra şöyle diyecektir:

“İstikâl Marşımızın güftesi bugünkü telâkkilerimiz, hamlelerimiz ve hedeflerimiz karşısında geriden sesler hâlindedir. Birçok mısraları marş mıdır, dua mıdır farkedilmez hâldedir.” s. 54 

İşte bu anlayışlarla İstiklâl Marşına birtakım saldırılar olmuştur.

Bu çerçevede İstiklâl Marşına yapılan saldırıları, hadi değerlendirmeleri ve yorumları diyelim, birkaç maddede toplamak mümkündür.

a)  Akif, inanmış, hadi onların yorumuyla verelim. İslâmcı bir şair. Onun bu anlayışla yazdığı şiir millî marşımız olmamalı. Bu marş Cumhuriyet devri Türkiye’sine uygun değildir.

b)  Hak’tan, Huda’dan, mabetten, dinden bahseden bir şiir oluşan veya oluşturulmak istenen Türkiye’ye uygun değildir. Nasıl olur da dua eden, niyaz eden, yakarış ihtiva eden bir şiir marş olabilir?

c)  Âkif, şair değildir, o hikaye eder, masal anlatır, manzumecidir. Öyle ise onun yazdığı bir şiir bizim marşımız olmamalıdır.

d)  Bir marşta nasıl olur da medeniyet düşmanlığı yapılır. Gerici, yobaz Âkif, medeniyet düşmanıdır, medeniyetin canavara benzetildiği bir marş millî marş olmamalıdır.

e)  Bir marşta olmaması gereken ifade zaafları, Âkif’in yazdığı İstiklâl Marşı’nda var. Korkma diye başlaması, şafakla sönmenin bir arada kullanılması vb.

f)  Âkif, İstiklâl Marşı’nda yok “ ırkıma izmihlâl” derken ırkçılık yapmaktadır.

g)  Daha güzel güftelerden, sözlerden oluşan yeni bir marş yazılmalı.

Bütün bu tutumlar, yazılan yeni şiirler, ona karşı gösterilen saygısızlıklar devletin şahsına yönelir hâle gelmiş ve 1981 Anayasasında İstiklâl Marşı anayasanın şemsiyesine alınmıştır.

“Türk milletinin dilinde damarında, derin ve tarihî sevgiyle yaşayan İstiklâl Marşımızın sözlerini ve seslerini bu milletin ruhundan silip yok etmeye heveslenen acayip bir zihniyet, zaman zaman başkaldırır, boy gösterir.

Aynı harekete bazen münevver bildiğimiz, hatta sevip saydığımız imzaların bile aşırı bir saflıkla, yahut ideal bir güzellik iddiasıyla, sırf beğenmedikleri için, bu görüşlere iltihak ettikleri görülür.

İstiklâl Marşımızın kimi sesini beğenmez; kimi, sözünü anlamaz; kimi şairini sevmez; kimi kıskanır; kimi huylanır; neticede bir araya gelerek bu milî hatıraya tecavüz ederler. Öteden beri bizim milliyetimizi yapmış ve yapmakta olan abideleri devirerek, bizi mazisiz, bizi imansız, bizi hatırasız bırakmayı ülkü edinmiş, meşhur sinsi zihniyet de; sûret-i haktan görünerek bu davayı el altından destekler: Hep birlikte, değişmesi, düzelmesi, güzelleşmesi lüzumlu ve tabiî şeyler yanında “değişmeyecek şeyler” in de olabileceğini  anlayamayan bir dalâletle, hep aynı zemzem kuyusunu kirletirler.

...

İstiklâl Marşı’nın her fırsatta, her milî heyecan anında coşkunlukla söylenir ölümsüzlüğü, Âkif düşmanlarını mağlûp eden hâdisedir. Onun, üzerine en çok şimşek çeken şiiri, bu marş manzumesidir.. Millî  vicdana yerleşmiş bu tarihî manzumeyi ne yapıp yapıp değiştirmek isteyişlerin de asıl sebebi budur: İstiklâl Marşı’nın, milletine ve millî vicdana çok yakışması…” ( Nihad Sami Banarlı, a.g.e. , s. 332, 347)

İşte bu olumsuz tavırlar İstiklâl Marşı’nı savunma ihtiyacını doğurdu. Aslında bu son derece kompleks bir yapıdır. Milî heyecan devrinden uzaklaştıkça söz de arttı. Bu durumu anlayabilmek için 1928’li yıllardan sonra Nazım Hikmet’in ve daha sonra Orhan Veli ve arkadaşlarının şiir hareketlerini nihayet ikinci yeniyi hatırlamak yeter. Hemen ifade edelim bunların dışında bir şiir ve edebiyat vardı. Ama onların sesi çıkmasın ve duyulmasın diye de bir faaliyet vardı.

Burada unutulan, unutulmak istenen bir nokta, tarihî, değiştirmeye kalkmanın mümkün olamayacağı, tarihin değiştirilemeyeceğidir. Biz , 1919-1923 arasında müthiş bir varlık-yokluk davası yaşamıştık. Bizi tarih sahnesinden silmek isteyen güçlere karşı müthiş bir mücadele vermiş ve bunu da başarmıştık. Bunda yediden yetmişe bütün bir milletin payı vardı. Komutan olmadan halk bunu başaramazdı; halkı-askeri olmasaydı komutan da hiçbir şey yapamazdı. Sosyal ve psikolojik şartların eseri olan marşı değiştirmek tarihi değiştirmek demekti ki bu mümkün olamazdı.

Aslında bunun farkında olanlar elbette vardı. Hatta Âkif’in hasta yatağında söylediği sözler bunu ifade ediyordu.

– Allah bir daha bu millete yeni bir İstiklâl Marşı yazdırmasın.

İstiklâl Savaşı bir kıyam- ayaklanma değildi. Vatanını işgal edenlere, kendisini tarih sahnesinden silmek isteyenlere karşı bir mücadele idi. Millî Mücadeleyi de kendi şartlarının dışında düşünemeyiz.

Şimdi bu saldırılara karşı İstiklâl Marşını savunan, cesaretle ona sahip çıkan bu konuda gerçekten büyük bir kalem mücadelesi veren rahmetli Nihad Sami Banarlı’nın görüşlerini kısaca vermek istiyorum.

Ona göre “...Türk İstiklâl Marşı, şiir kalitesi ve söyleyiş güzelliği bakımından, yeryüzündeki millî marşların hiç birisiyle ölçülemeyecek kadar üstün ve derin bir şiirdir”. (a.g.e. , s. 328)

İstiklâl Marşının bir milleti asırlarca ayakta tutacak kadar sağlam, derin ve tarihî mısralarla örülü olduğunu söyleyen yazar,

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ

beytinin, bütün bir Türk tarih ve toprağını verdiğini söyler.

Sonra da tenkit edilen noktalara yönelir.

Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak,

Buradaki “korkma” kelimesinin endişelenme, endişe duyma, şafak kelimesinin ise akşam gün battıktan sonra oluşan kızıllık anlamına geldiğini söyleyen Nihad Sami, işgal altındaki Anadolu’da insanımızın gün battıktan sonra meydana gelen kızıllığın bir müddet sonra kaybolmasından dolayı aynı renkte olan bayrağının da birgün dalgalanmayacağı endişesini duyduğunu, bunun için de şairimizin bu şekilde seslendiğini belirtir.

Ulusun korkma nasıl böyle bir imanı boğar,
Medeniyyet dedeğin tek dişi kalmış canavar?!

Mısralarındaki “korkma” sözü de yine başka bir anlatımda “aldırma” manasındadır.

Yeri gelmişken bu mısradaki “ulusun” kelimesini “büyüksün, yücesin” gibi çok yanlış manada anlayıp öyle anlatanların dikkatini çekmeyi faydalı buluyorum. Kelime bu mısrada eski ve yeni Türkçedeki “yücelik” ifade eden kelime değil “ulumak” kelimesidir ve uluyan bir canavar tasviri karşısında söylenmiştir. Bu sebeple yukarıdaki mısralar:

“Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar, bırak istediği kadar ulusun… Böyle bir canavar, senin temiz göğsündeki imanı nasıl boğabilir?” manasındadır.

Ben bu kıt’anın başındaki:

Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar,
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.

Haykırışının derin, tarihî ve ebedî hakikatini çok severim.

Savaşları, vahşi ve kahpe silâhlardan ziyade bu imanın kazandığına ve yine ancak böyle imanlı göğüslerin kazanacağına, Âkif’in yerinde ve sarsılmaz güveni vardı. İstiklâl Marşı’ndaki bu mısralar, Türk milletini anlayışta:

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki fedâ?!
Şühedâ fışkıracak, toprağı sıksan şühedâ

mısralarındaki vatan anlayışı kadar ulvîdir.

Kıt’anın sonundaki “medeniyet denilen canavar” söyleyişine gelince, bu söz:

Birinci Dünya Harbi’ne mağlûp Almanya’sından âdeta bir karış toprak almayı istemeyerek, arzın o iklimine bilinmez niçin ve bilinmez nasıl bir şefkat gösterdikten sonra aziz Türk vatanına hem de Yunanlıları saldırtıp, Türk milletine, elinde kalan Anadolu’nun bile bütününü çok görerek, onu ancak birkaç vilâyet içinde mahsur ve ölü bırakmak isteyen “medenî dünya!” nın o zamanki edepsiz adaletine karşı yerinde bir küfürdür.” ( a.g.e., s. 339-340)

Ertuğrul Düzdağ, Nihad Sami Beyin bu görüşünü benimser, daha doğrusu Düzdağ, İstiklâl Marşı’nı anlamlandırırken Nihad Sami’nin adını anmadan onun görüşlerine uygun mana verir. (M. Ertuğrul Düzdağ, s. 527)

Orhan Şaik bunu tenkit eder:

“Mehmet Âkif’ten söz ederken içine düştüğümüz yanlışlardan bir büyüğü de İstiklâl Marşı’nın birinci dizesindeki şafak kelimesine verdiğimiz bilgiççe(!)  anlamdır. Bu yanlış çok eskilerden başlayarak Safahat’ın onuncu baskısına kadar sürüp gelmiştir.

Orada şafak (ilk kıt’ada) güneş battıktan sonra akşam ufkunda beliren kızıllık diye veriliyor. Kur’an-ı Kerim’de ancak bir yerde (İnşikak Suresi, ayet 16) geçen bu kelime üzerinde müfessirler bile söz birliği edememişlerdir. (bk.. Kur’an Dili Muhammet Hamdi Yazır, VII, 1163). Burada lisanımızda şafak, fecir yani sabahın tan yeri manasında şayi olmuşsa da bu amiyane bir tabirdir diyor. Mütercim Asım, bu kelimenin azdad’dan olduğunu söylüyor. (III, 904); El Müncid, kelimenin ilk anlamını verdikten sonra, gündüz anlamını da ekliyor. (s.395). Bizim sözlüklerimiz, garp ufkunda görülen kızıllık ve bazılarına göre bu kızıllıktan sonra olan ak ve mutlaka nehâra ve bakiye-i nehâra dahi derler (Ahterî, s. 547) Lehçe-i Osmânî (s. 1193) ve Kamûs-i Türkî (s. 780) “akşam kızıllığı ve ondan sonra gelen aklık” anlamını verdikten sonra fecirmanasını da vermektedirler. Her iki sözlük “Tan” kelimesine ise “çin sabah, fecir, şafak” karşılıklarını verdikten sonra “tan” için “şafak atmak, şafak sökmek” tanığını da vermektedirler. (Lehçe-i Osmânî, s. 54, Kamûs-ı Türkî, s. 867). Bütün bu kaynaklara bence gerek de yoktur. Halkın şafakkelimesini hangi anlamda kullanıp durduğuna bakmak hele Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşı gibi bütün milletin malı olacak bir şiirine, anlamı bu kadar karışık ve anlamdan uzak bir kelimeyi, onun bildiği ve kullandığı anlamın dışında düşünmek mümkün değildir.” ( Orhan Şaik Gökyay, Eski, Yeni ve Ötesi. İstanbul, 1995, s. 368-369)

Bunları dilci gözüyle değerlendiren Orhan Şaik metnin anlamı üzerinde hiç durmaz. Tenkit ve değerlendirmeleri söz konusu etmez. Peki doğrusu ne?

Ben şahsen Nihad Sami’yi tercih etmek istiyorum. Bu tercihe bizi zorlayan sönmekle şafağın peşpeşe kullanılması ve hele üçüncü mısrada yıldızdan bahsedilmesidir. Eğer şafak sabah aydınlığı ise ne iki defa kullanılan sönmek fiilinin ne de yıldız’ın orada yer almasının anlamı vardır.

Burada son olarak Mustafa Kemal Atatürk’ün İstiklâl Marşı hakkında söylediklerini hatırlayalım:

“... Bu marş bizim inkılâbımızı anlatır. İnkılâbımızın ruhunu anlatır. Bunu ne unutmak ne de unutturmak lâzımdır. İstiklâl Marşı’nda istiklâl davamızı anlatması bakımından büyük bir manası olan mısralar vardır. Benim en beğendiğim yeri de burasıdır:

“Hakkıdır hür yaşamış bayrağımın hürriyet
Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl”

Benim bu milletten asla unutmamasını istediğim mısralar işte bunlardır. Hürriyet ve istiklâl aşkı bu milletin ruhudur. Tarihe bakın. Bütün milletlerin bir esaret ve hürriyetsizlik devri geçirdikleri bir hakikattır. Fransa, İngiltere, Roma vilâyetleri olmuşlardır. Almanya Hun eyaleti devresi geçirmiştir. Roma imparatorluğunun üzerinde kurulduğu İtalya Napolyon’un tabii olmuştur. İspanya; Arap, sonra Fransız idaresine girmiştir. Dünya tarihinde fasılasız hürriyet ve istiklâlini muhafaza ve müdafaa etmiş bir millet vardır. Türkler, batı tarihinin millî kahramanı Versengetoriks, kendisi talim ederek hemşehrilerini kurtarmıştır. Bizim ona tekabül eden kahramanımız hürriyetini kaybedeceğini anlayınca nefsini ateşe vermiş ve küllerini bile düşmanına teslim etmemiştir. İşte Türk budur. İstiklâl Marşı’nın bu pasajı asırlar boyunca söylenmeli ve bütün yâr ile ağyâr anlamalıdır ki Türkün Mete hikâyesinde olduğu gibi her şeyi hatta en mahrem hisleri bile tehlikeye girebilir. Fakat hürriyeti asla...

Bu pasajı her vakit tekrar ettirmek bunun içi lâzımdır.

Bu demektir ki, efendiler Türkün hürriyetine dokunulamaz..”

İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Kurul Odası, 13.03.2001   

(...)

Kazım Yetiş, Dönemler-Problemler-Şahsiyetler Aynasında Türk Edebiyatı-II/1,
Kitabevi Yayınları, 2013, İstanbul, s. 207-216.

 

Gençliğe öğretmek için kurslar açıldı

Millî Türk talebe birliği gençliğinin millî marşlarımızı öğrenmesini temin için Halkevi ve Konservatuvarla temas ederek...

Mehmed Akif Hakkında Mithat Cemalin eseri

Büyük Millet Meclisi kürsüsünden şiirleri okunan ve alkışlanan iki şairimiz vardır: Biri Mehmed Akif, diğeri...

Türk vatanının sesini, Türk istiklâlinin sesini dünyaya işittirse günaha mı girer?

Birkaç sene evvel, limanımıza Amerika'lılarla dolu büyük bir seyyah vapuru gelmişti. Bu vapurun sabık bir İngiliz Amiralı olan kumandanı, İstanbul'un tanınmış simaları için bir danslı müsamere tertip etmişti.

İstiklâl marşını bilmemek..

Bizde münevver bile İstiklâl marşını bilmiyor.

İstiklâl Marşı Bestesi Üstüne Düşünceler

Bilindiği gibi İstiklal Marşımızın milli marş olarak Türkiye Büyük Millet Meclisince kabulü 12 Mart 1921 tarihine rastlar.

Bu memlekette millî marş değil, bahriye çiftetellisi bestelenmesine bile şükredelim.

Bizde musikişinaslar esnaf addediliyor. Eski bir davadır bu.

Yeni bir millî marş

Mehmet Akif'in İstiklâl marşında “İstiklâl” kelimesi bulunduğu için, bazı muhalifler...