Kaybettiğimiz büyük adam
Onun adı tarihte olduğu gibi yüreklerde de yaşıyacaktır. Çünkü yazdığı marşla adı Türk istiklâline bağlı, yani ebedî kaldı.
Son günlerini yaşıyan 1936 yılı, yerini yeni seneye terkedip giderken aramızdan pek aziz bir vücudü de alıp götürdü. Bu ağır masiyeti kendinden önce sönüp birer silik gölgeye dönen yıllar arasında temeyyüz etmek için mi yaptı ve şimdi o, ebediyete götürdüğü aziz şahsiyetle bütün o eski yıllara karşı tefahür mü ediyor?... Hakikat ne olursa olsun biz melâl içindeyiz, çünkü şair Akifi kaybettik. Keşki bir değil, birçok yıllar, ömrümüzü hırpalıya hırpalıya geçip gitseydi. Fakat Akif yaşasaydı!
Bu, belki gülünç ve hatta yersiz bir temennidir. Zira Akif, aylardanberi nefes alıp veren bir ölüden başka bir şey değildi. İçinde kıvrandığı yatak hakikatte bir mezar ve onun yaşadığı her dakika acıklı bir ihtizardı. Bunu kendisi de biliyordu. O derece ki bir ay evvel ziyaretine gittiğim zaman ahiretten süzülüp geldiğini hissettiren harab ve muzmahil bir sesle sormuştu:
-Turhan. Gilbert’in bir beyti vardı, Şinasi Türkçeye çevirmişti. Tercüme hatırında mı senin?
Ve hafızamı harekete getirmek için beytin aslını –katre katre gözyaşı sanılacak kadar hazin bir eda ile ve kelime kelime- okumuştu:
Je meurs et sur la tombe oû lentement j’arrive
Nul ne viendra verser des pleurs
Ben Şinasinin:
“Can verip te refte refte vardığım kabr üstüne
Kimsecik bir katre gözyaşı döküp etmez feda”
Şeklinde yaptığı tercümeyi kekelemeğe çalışırken o, ölümü ağlatacak bir tebessümle şunları söylemişti:
-Fuzuli, Gilbert’den daha güzel ve daha ince söylüyor:
Bana ağlan, bana kim kabrime gelmez ölicek
Bir avuç toprak atar badi sabadan gayri
Demek ki o, yalnız öleceğini değil, öldükten sonra unutulacağını da biliyordu. Zaten bu bilgisini daha önce bir kanaat düsturu halinde ve şu suretlerle ifade etmemiş miydi:
Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince
Günler şu heyulâyı da, ergeç silecektir
Rahmetle anılmaktadır amma ebediyyet
Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecektir?
Bir canlı izin varsa yer üstünde silinmez
Ölsen seni sırtında taşır toprağın altı.
Ey gölgeden ümmidi vefa eyliyen insan
Kaç gün seni hatırlıyacaktır şu karaltı?
Hayır aziz ölü, hayır. Seni herkes ve her zaman anacak, adın tarihte olduğu gibi yüreklerde de yaşıyacaktır. Çünkü yazdığın marşla adın, Türk istiklâline bağlı, yani ebedî kaldı. Ruhun emin ve müsterih olsun.
***
Namık Kemal, Tabsire sahibi Akif Paşadan bahsederken: “İlmen ve edeben şanına takarrübden aczimizle beraber kitabını öpüp te başımıza koymak vazifemizdir” diyor. Vatansever edib, şair Mehmed Akifi tanıyaydı, hiç şüphe etmem, “her şiirini yüreğimize nakşetmek gerektir” diyecek ve hakikatseverlikte onu kendinden çok üstün bulacaktı.
Bu, söz götürmez bir hakikattir. Çünkü Akif, aşk şairi, ihtiras şairi, süs ve saz şairi değildi. Küllî kudret mefhumunu teşahhus ettiren Allahın kemalü celâlini, ilâhî büyüklüklere ve temizliklere tercüman olan Peygamberin rikkat ve nezahatini, geçmiş devirlerin yüksek şahsiyetlerini, mensub olduğu cemiyeti ve insaniyeti terennüm ederdi.
Dindardı. Fakat dinin hüsnühal, hüsnü ahlâk ve hemdinler arasında tesanüd demek olduğunu herkesten iyi bilirdi, o haysiyetiyle dine sevgi ve saygı taşırdı. İslâm âleminin hedef olageldiği musibetlere karşı ağlayıcı birer mısra halinde ruhundan dökülen teellümler, telehhüfler, insanî ıstırabların en nezihi ve en beliği sayılabilir.
Şarkın ve garbin bütün büyük şairlerini kâmil bir üstad gözile tetkik ve tahlil etmişti. Fuzuliye adeta âşıktı. Lâkin, o aşk şairini yalnız takdirle iktifa ve kendisini taklidden ibâ ederdi. Yüz güzelliğine kayidsiz miydi?.. Bu, o ayarda bir şaire yakıştırılamayacak nakiselerdendir. Fakat Akif, beşerî ve tabiî güzelliklerden aldığı hazzı, heyecanı şiirle ifadeye tenezzül etmezdi. Bunları cemiyetin elemlerini veya emellerini teşrih ederken –süte şeker karıştırır gibi- kullanırdı. Ayni zamanda o, hayal şairi de değildi. Ancak duyduğunu ve gördüğünü yazardı. İhtimal ki bütün duyduklarını ve gördüklerini yazmamış, yahud yazamamıştır. Lâkin kaleminden çıkan her yazıda maddî ve manevî benliğinin heyecanı görünür.
Rahmetli Süleyman Nazif, artık onun gibi rahmetli diye anılmak mevkiine geçen Akif için: “İlhamlarını arşıâlâdan alırdı. Dehası, etekleri güneş olan şahikalara vakit vakit iner ve sonra san’at şahikasından da yüksek ufuklara çıkardı. Namütenahilikte hübut ile uruc, müteradiftir. Akifin miraçları da, hübutları da mübarektir” diyor.
Mubalâğalı gibi görünen bu sözlerde tam bir hakikat vardır. Çünkü Akifin bizim diyarımızda mevcudiyeti tahayyül olunabilen san’at şahikasının çok fevkine yükseldiğine şüphe yoktur. Sadelik, tabiîlik içinde san’atı onun kadar canlandıran başka bir şair gösterilemez. Gene Süleyman Nazifin dediği gibi Peygamber Davudun elinde balmumu haline geldiği söylenen demir neyse Akifin elinde de kelime odur. Şu farkla ki Davuda atfolunan kudret muhayyeldir, Akifin kelimelere istediği şekilde ahenk verdiği muhakkaktır.
Akifin şu veya bu gazetede çıkan ilmî, edebî ve dinî yazılarından, arabcadan tercüme ettiği Müslüman kadını ve fransızcadan türkçeye çevirdiği “İslâmlaşmak” adlı eserlerden, Kur’an tercümesinden burada bahsetmek istemem. Çünkü bunlar, büyük ve aziz üstadın bilgi kudretini gösterirlerse de şairliğini isbat etmezler. Onun Türk şiirine nasıl bir inkışaf ve itilâ getirdiğini ancak safahatı okumakla anlıyabiliriz. Safahat, ayni adı taşıyan birinci kitabdan sonra şu isimler altında ve yedi risale olarak basıldı: Süleymaniye Kürsüsünde, Hakkın Sesleri, Fatih Kürsüsünde, Hatıralar, Asım, Gölgeler.
Bunlardan birini diğerine tercih etmek, yahud içlerinden seçim yapmak, gün ışığından bir tutam ayırmak kadar gücdür. O sebeple merhumun şiirlerinden örnek seçmeğe kalkışmıyorum, sadece bir parça alıp rahmete vesile olmak üzere buraya geçiriyorum:
Bana dünyada ne yer kaldı, emin ol, ne de yâr
Ararım göçmek için başka zemin, başka diyar.
Bunalan ruhuma ister bir uzun boylu sefer
Yaşamaktan ne çıkar günlerim oldukça heder?
Bir güler çehre sezip güldüğü yoktur yüzümün;
Geceden farkını görmüş değilim gündüzümün.
Seneler var ki harab olmadığım gün bilmem.
Gezerim aptala çıkmış gibi sersem, sersem.
Dikilir karşımda hep görmediğim, bilmediğim,
Sorarım kendime: Gurbette mi, hayrette miyim:
Yoklarım taşları, toprakları: İzler kan izi;
Yurdumun kan kusuyor, mosmor uzanmış denizi! (*)
Tüter üç beş baca kalmış, o da seyrek seyrek.
Âşina bir yuva olsun seçebilsem diyerek
Bakınırken duyarım gözlerimin yandığını:
Sarar âfakımı binlerce sıcak kül yığını.
Ne o gömgök dereler var, ne o zümrüd dağlar
Ne o çıldırmış ekinler, ne o coşkun bağlar.
Bu diyarın “hani sahipleri?” dersin, cinler
“Hani sahipleri?” der karşıki dağdan bu sefer!
Hani cündileri şahin gibi ceylân kovalar,
Köpürür, dalgalanır, yemyeşil engin ovalar?
Hani tarihi soruldukça mefahir söyler,
Kahramanlar yetişen toprağı zengin köyler?
Hani orman gibi âfakı deşen mızraklar?
Hani atlar gibi sahrayı eşen kısraklar?
Hani ay parçası kızlar ki koşup oaynardı?
Hani dağ parçası milyonla bahadır vardı?
Bugün artık biri yok, hepsi masal, hepsi yalan!
Bir unulmaz yaradır varsa gönüllerde kalan.
(*) İlk Mütareke ayları sırasında
M. Turhan Tan, Cumhuriyet, 29 Birincikânun 1936, s. 3
Kastamonu lisesinde emniyet müdürlüğünün ehemmiyetle üzerinde durduğu ve Millî Eğitim müfettişi Bay İsmail Hakkı’nın da tahkikile meşgul olduğu bir hâdise cereyan etmiştir. Bütün lise talebesinin nefretle karşıladığı hâdise şudur:
İstiklal Marşı'nın yalnız şiiri millîdir, beste bu mazhariyete erişmemiştir.
Âkif “Milli” olamaz!
Yeni bir İstiklâl Marşı yazılamaz. Bunun yazılması için, yeni bir İstiklâl Savaşı şartlarına ihtiyaç vardır.
Dostlarım dinlemekle yetinmedim, o günlerde Ankara’nın savaş ve siyaset hayatının içine bir de sanat fırtınası düşmüştü. Meclisi, ordusu sağlam kurulan yeni devletimizin
Akif, medeniyet düşmanı değildir; iman esastı zira. Medeniyetle karşılaşmasına teknik vasıta oluyor.