MİLLİ ŞÂİR OLARAK ÂKİF
Mehmed Âkif, hayâtı, şahsiyeti, îmânı ve eserleriyle, bizim sanat ve cemiyet hayâtımızda hadise uyandıran büyüklerimizdendir.
Onun, İstiklal Marşı şâiri olması; Çanakkale şehitleri için, tek başına, herkesin; hatta her milletin kolay yapamayacağı kadar yüksek bir sanat, bir îman ve şiir âbidesi kurması; nihâyet, vatanını ve milletini, her şeyden çok sevdiği Allah'ı gibi sevmesi; Türk büyüklerini kıskananların rûhunda bir hased fırtınası koparmıştır.
Biz, Âkif gibi büyüklerimizi, aramızda onlara düşman olabileceklerin bulunmadığı, her bakımdan temiz; dili bir, gönlü bir, îmânı bir insan topluluğu hâlinde ve tam bir huzur içinde anabildiğimiz, böyle günleri bunun için sevmekte ve özlemekteyiz.
Mehmed Âkif, Türk edebiyâtında, «İslâmî Türk Milliyetçiliği» diyebileceğimiz, şuurlu bir îmânın şairidir.
Buna şuurlu îman deyişimiz sebepsiz değildir. Asrımızın diğer büyük şairi Yahya Kemal'in de söylediği; gibi: "Anadolu ve Balkanlar Türkiyesi'ndeki milliyetini İslâm imanından ayrı bir millet olarak düşünmeye imkân yoktur.”
Türk milletinin târihte ve coğrafyada yaptığı işlerin en güzeli, diyebiliriz ki bugünkü Türkiye topraklarına sâhip olmasıdır. Bize bu kadar güzel böylesine kıymetli bir vatan bırakmasıdır. Fakat bu vatan Mehmed Âkif’in:
mısralarıyla târif ettiği vatandır.
Bunun içindir ki Mehmed Âkif’in îmânındaki hakîkati, bugün, uzaktan da olsa, anlamamız doğrudur.
Şöyle düşüneceğiz: Atalarımız, bugünkü Türkiye topraklarına fâtih millet sıfatıyla geldiler. Aynı toprakları, Türk kanıyla İslam îmânının birleşmesinden doğan büyük kuvvetle aldılar. Onların her biri, Ertuğrul Gazi, Osman Gazi, Orhan Gazi; Murad'lar, Yıldırım'lar, Fâtih'ler ve sayısız erler olarak bize ebedî vatan kazandırma yolunda yâ gazi, yâhut şehit oldular.
Demek ki Türk vatanı, bu ülkede yüzyıllarca şehit olmuş; vatanda minâreler yükseltmiş; gök kubbeye ezan sesleri salmış, inanmış bir milletin vatanıdır.
Böyle bir milletin milliyeti, elbette islâmiyetten ayrı bir milliyet gibi düşünülemez.
O kadar ki vatanımızın son büyük kahramânı Mustafa Kemal Paşa’nın bile yirminci asırdaki bir başka adı Gazi'dir.
...
İstiklal Savaşı'na Âkif, öylesine inanıyordu ki bu savaşa hemen ilk anlarında katıldı. İstanbul’dan Ankara'ya kadar âdeta yürüyerek gitti.
Önüne gelen her yerde halkı millî kuvvetlerle birleşmeye sevk etti, vaazlar verdi, nutuklar söyledi.
Bu sırada Kastamonu'da Nasrullah Câmii'nde biriken halkın karşısına çıkarak:
«Bizi mahvetmek için tertip edilen muâhede-i sulhiyye paçavrasını, mücâhidlerimiz, şark tarafından yırtmaya başladılar, şimdi beri taraftaki dindaşlarımıza düşen vazîfe Anadolumuzun diğer cihetlerindeki düşmanları denize dökerek o murdar paçavrayı büsbütün parçalamaktır!» diye haykırdığı duyuldu.
Büyük îman şâiri Mehmed Âkif’in Anadolu'daki istiklâl kalkınmalarına böyle bütün varlığı ve bütün vicdânıyla katılması, inanmış Türk milletinin bu mücâdeleyi benimsemesinde derin tesir uyandırıyordu.
Âkif, artık yerinde duramaz olmuştu. Vatanın bağrı yanık toprağını adım adım dolaşıyor; bütün ıztırablarına rağmen, hâlâ güzel Anadolu'nun bir cennet vatan oluşundaki sırrı yakından görmeye çalışıyordu. Bir gün:
mısrâlarıyla ebedîleştirdiği Türk Mehmetçiğinin îmânını, Âkif, Çanakkale Savaşı'ndan sonra, bir defa da Anadolu'nun kanayan bağrında gördü ve işte böyle gösterdi.
Millî mücâdele hareketlerinde yalnız Türkiye'nin değil, belki Türkiye'nin istiklâlinde bütün doğu dünyâsının kurtulmasını özleyen şâir; İstiklâl Savaşı yıllarında yaralı bir aslan gibi kükreyen Türk milletinin, büyük, doğu miskinliği içinden, bulutlardan sıyrılan güneşler gibi parlayıp yükseldiğini gördü. Bunun sırrını ve sebebini anladı.
mısrâlarındaki îman, bu anlayışın ifâdesidir.
...
Onun 1921'de yazdığı İstiklâl Marşı'nın, bir istiklâl marşı yarışmasına katılan 724 şiir içinden seçilerek ve İstiklâl Harbi yıllarının Büyük Millet Meclisi'nde dört defa ayakta dinlenerek, Türk milletine İstiklâl Marşı kabul edilmesi sebepsiz değildir. Çünkü bu marş bir istiklâl savaşı yapan Türk milletine yakışacak kadar güzeldir.
Hatta bu marş, Türk milletinin inanmış bir şâir dilinden bu kadar güzel bir istiklâl marşına sâhip oluşu karşısında şaşıranları kıskandıracak kadar güzeldir.
Türk İstiklâl Marşı, büyük bir milleti ebediyen ayakta tutacak kadar sağlam ve târihî mısrâlarla örülmüştür.
Mühim olan diğer bir nokta da şudur ki Mehmed Âkif bu büyük şiirin sanki alevden mısrâlarını söylerken artık yalnız Türk milleti için hatta Türk ırkı için sesleniyordu.
Türk bayrağındaki hilâle:
Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celâl!
gibi sitemlerinde yâhut:
diye haykırışında böyle ölmez sesler hâline konulan ideal, yalnız Türk milletinin istiklâlidir.
...
Türk şiirine Çanakkale Şehitleri gibi; Bülbül gibi; Leylâ, Gece, Hicran gibi eserler kazandıran bir kalemin şâirliğini beğenmeyenler, İstiklâl Marşı'na yapılan îtirazlarda olduğu gibi, ya bu söyleyişlerdeki güzelliği kavrayamayanlar yâhut Türk milletine meselâ bu kadar şerefli bir istiklâl marşını çok görmek isteyen tâlihsizlerdir.
Nihad Sâmi Banarlı, Kültür Köprüsü: Süleyman Çelebi’den Mehmet Âkif’e, Kubbealtı Neşriyatı 2017, s. 312-327
Millî marşımız bundan tam kırk yıl önce, 25 Mart, 1921 (12 Mart 1337) tarihinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce resmen kabul edilmişti. Bu yıldönümü vesilesiyle eşsiz eserin ve büyük
Nitekim üstâd (Boğaz harbi) ni, (İstiklâl marşı) nı yazdıktan, o mütehassir ve mustarib yıllarının pinti ve insafsız günlerinde yarattığı
Geçen gün “Yeni Sabah” da (İstiklâl Marşı değişebilir mi?) başlığı altında, Akifin lehindeki bazı sözler toplanıp neşredilmişti. Milletlerin istiklâlleri tehlikeye düşmüş bir mevsimde olduğumuz için istiklâlimize dair millî bir heyecan teranemiz olan marşın bahis mevzuu edilmesi ve içtimaî ruhtaki istiklâl hazzının tazelenmesi yolunda yapılan şu neşriyat, her halde, boşuna bir gayret değildir.
Ziya Gökalp, büyük mefkûrelerin, cemiyetlerin buhranlı devirlerinde doğduğunu ve onlara yol gösterdiğini söyler. İstiklâl marşları da böyledir.
8 şubat 1919 tarihinde Müttefikin orduları Başkumandanı Ceneral Franchet d’Espérey İstanbul’a gelerek ve at üzerinden...
İstiklâl Marşı’mız Büyük Millet Meclisi’nin 1 Mart 1337 tarihli celsesinde görüşülmüş, 12 Mart 1337 tarihli celsesinde ise resmen kabul edilmiştir.