İstanbul Şubemizin tertip ettiği "Bundan Ahsen Takvim Bulamayacaksınız" İstiklâl Takvimi tanıtım toplantısında yapılan konuşmaların tam metni:
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm. İstiklâl Marşı Derneği’nin hazırladığı ve yayınladığı, bugün altıncısını gördüğümüz takvimin, İstiklâl Takvimi’nin tanıtım toplantısı sebebiyle buradayız. Bir sloganımız var: Bundan ahsen takvim bulamayacaksınız! Bu bir iddia değil, bir hakikat. Hakikatin ispata, delile ihtiyacı yoktur. Eğer biz takvimimizi hakiki bilip içinde yaşıyorsak bunun delile, ispata lüzumu olmaması gerekir. Fakat 1925’ten beri biz o hakikatin dışında yaşıyoruz. Başkalarının çağında, başkalarının zamanında yaşıyoruz. Onun için kendi çağımızla “çağdaş” olamıyoruz. Çünkü başkalarının takvimini kullanıyoruz. “Bundan ahsen takvim bulamayacaksınız!” dediğimizde kastettiğimiz, bu elimize aldığımız matbu halde olan nesne değil. Netice de bu gayet modern bir şey… Bundan daha ahsenini ömrümüz olursa meselâ seneye görebiliriz. Yahut geçen senekine göre bu daha ahsen bir takvim. Bundan daha ahsen takvimler -yapan olursa- bulunabilir. Fakat mevcut bir nesne olarak bile takvimi düşündüğümüzde bundan daha ahsen takvim bulamayacaksınız. Ama asıl mesele bir usul olarak, bir metot olarak hicrî takvimden daha ahsen takvim bulunamayacağı gerçeğidir. Asıl meselemiz budur. Meselâ öğleden önce yapmış olsaydık bu toplantıyı yahut öğlen yapsaydık elimizde böyle ahsen bir takvim bulamayacaktık. Çünkü yanlış basılmış, sayfaların dizimi karıştırılmış…
Asıl meselemiz daha ahsenini bulamayacağımız hicrî takvimdir. Çünkü ayet-i kerimede buyurulduğu gibi, Allah insanı ahsen-i takvim üzere yaratmıştır. Yani en güzel takvim üzere yaratmıştır. “Şekil” olarak tercüme ederler “takvim”i. Türkçedeki “kıvam” da aynı kökten gelir. Allah insanı en güzel kıvamda, en güzel şekilde yaratmıştır. Yani takvim bize şekil ve kıvam verir. Aynen Türkçeye geçtiği gibi takvimi takvim olarak da kullanabiliriz, “en güzel takvim üzere yaratmıştır” olarak da anlayabiliriz. Yani hiç kimse yanlış zamanda doğmamıştır, hiç kimse yanlış zamanda ölmemiştir. Genç ölüm diye bir şey yoktur. Herkes tam zamanında doğar, tam zamanında ölür ve doğum-ölüm tarihleri güneş takvimine göre değildir. Yani kimse bugün 1 Ekim 2016 tarihinde doğmaz. Kimse 1 Ekim 2016 tarihinde ölmez. Eğer kaderimizde -bilmiyoruz- bir tarih düşüldüyse bu kamerî aylara göre düşülmüş bir tarihtir. Dünya yaratılmış olduğundan beri kamerî takvim Allah katındaki takvimdir. Allah katında ayların sayısı 12’dir, bunların 4’ü haramdır. Onun için kamerî takvim dünya hayatı için Allah katında işleyen takvimdir. Kıyamet bu takvime göre kopacaktır. Yeryüzü bu takvime göre yaratılmıştır, bütün olup bitenler bu takvime göre cereyan eder.
Şimdi aslında bu çok gözle görülebilecek bir şeydir. Arapçasından Farsçasına, İngilizcesine, Almancasına kadar bütün dillerde ay dediğimiz şey 30-31 günlük bir zaman dilimi değildir. İlk manası gökteki aydır bütün dillerde. Yani bugün Hıristiyanların ve Yahudilerin kullandığı, başka milletlerin de kullandığı takvimler dilden yola çıkarak düşündüğümüzde tahrif edilmiş takvimlerdir. Vahyi tahrif ettikleri gibi takvimi de, tarihi de tahrif ederek bugün Yahudiler ve Hıristiyanlar kendi takvimlerini işletirler. Yine Hıristiyanlar bir milâdî takvim, güneş takvimi esasına göre bir takvim kullanırlar ama hâlâ dillerindeki ay gökyüzündeki aydır. Buradan da yola çıkarak diyebiliriz ki dünya yaratılalı beri, bu düzen kurulalı beri insanoğlu olarak dünyaya ay takvimi hesabıyla geliriz, ay takvimiyle ölürüz.
Meselâ ibadetlerimiz... Bütün ibadetlerin ortak şartı bir vakitte yapılmasıdır, yani bütün ibadetlerde vakit şartı vardır. Üzerimize farz olan orucu biz Ramazan ayında tutarız. Başka zaman tutulamaz o, başka zamanda tuttukların nafiledir, başka bir şeydir. Meselâ akşam namazı kılacağız bugün. 1 Ekim’in akşam namazını kılmayacağız, böyle bir vakit namazı yoktur. Tamam, bunun güneşle bir irtibatı vardır, güneşin durumuna göre biz namaz kılarız. Fakat biz 1 Muharrem’in akşam namazını kılacağız birazdan. Yani oruç, namaz, hac, zekât… bütün ibadetlerin vakit şartı ay takvimi içinde aranır. Güneş, ay takvimine tâbidir.
Biz bu dünyaya ibadet için gönderildik. Bunun hiç lamı cimi yok, hiç sulandırılacak bir tarafı da yok. Ayet-i kerimeyle apaçık belirtilmiştir. İnsanoğlu dünyaya sadece ibadet için, kulluk için gönderilmiştir. Bütün mahlûkat kulluk için gönderilmiştir. Ve işte bu kulluğun vakit şartı ay takvimine göre belirlenir. Hayvanlar için, bitkiler için, dünya hayatının idamesi için bir güneş takvimi işler ki bunun muhakkak insanoğluna bir etkisi vardır. Ama bizi hayvanlardan ve bitkilerden ayıran şey de aslında budur. Onlar bir zamana raptedilmişlerdir. Bitkiler işte bahar gelince çiçek açar, canlanır; güz gelince yapraklarını döker, nisbî bir ölüme, bir uykuya geçer veya bazıları ölür, tek yıllık bitkiler gibi. Hayvanlar senenin bir vaktinde, meselâ kazlar şubat ayında yumurtlar, mart ayında civcivlerini çıkarır. Onu değiştiremezsiniz. Hayvanların birebir güneş hareketleriyle işleyen bir takvimleri vardır. Bitkilerin de hayvanların da bazı hareketleri güneş ışınlarına merbuttur. Onun için insanı hayvandan ayıran şeylerin başında takvim gelir. Hangi takvime biz kendimizi müntesip sayıyoruz? Hangi takvimi benimsiyoruz? Kaderimize dâhil olmayı seçmek buradan başlar. Bizi insandan ve bitkilerden ayıran temel şeylerden birisi ve en önemlisi hangi takvime göre yaşadığımızdır.
Hicrî Takvim nedir? Bu da neticede sonradan çıkmış bir şey, denebilir. Dünya yaratılmış olduğundan beri bir Hicrî Takvim yok. Hicrî Takvim Hz. Ömer zamanında kabul edilmiş, Rasûlü Ekrem’in dahli olmadan kabul edilmiş bir takvim. Şöyle bir şeyin, herkesin kafasına yerleştirilmiş olan şeyin, her milletin kabulleriyle takip ettikleri bir takvim olduğu zannının zan olduğunun bilinmesi gerekir. Öncelikle bu zannın kafalardan izale edilmesi gerekir. Biz Müslümanlar hicreti sonradan 0 yılı kabul etmişiz ve oradan bir tarih başlatmışız, Hıristiyanlar İsa’nın doğumu -daha doğrusu Tanrı’nın tarihe girişini- 0 yılı kabul etmişler, oradan bir tarih başlatmışlar. Yahudiler Mısır’dan çıkışı başlangıç kabul etmişler... Böyle, her milletin kabul ettiği bir takvim vardır; Hicrî Takvim de bunlardan biridir. Biz Müslümanlar takvim başlangıcı olarak, tarihimizin başlangıcı olarak hicreti kabul ediyoruz… gibi bir düşünce çok yaygın bir düşüncedir. Bu asla böyle bir şey değildir. Bugün anladığımız manada tarih hicretle başlamış bir tarihtir. Yani bunu biz böyle kabul ediyoruz meselesi değil. Tarihin gerçekten hicretle başladığı gerçeği şu anda bize anlatılan tarih hikâyelerinden de çok rahat çıkarılabilecek bir husustur.
Meselâ hicretten önce Araplarda bile tarih yok, bırakın başkalarını. Şifahi olarak Arapça diye bir dil vardır fakat Arap harflerinin olup olmadığı tartışılabilir. Meselâ harflerimizin Rasûlü Ekrem’in doğduğu yıl veya hemen bir önceki yıl Ebu Süfyan’ın babasının -ki Ebu Süfyan Rasûlü Ekrem’le aynı yaşlardadır- bir sefere gittiği, o seferden geldiğinde Arap seslerini resmetmesiyle oluştuğuna dair bir rivayet vardır. Yine Rasulullah’ın doğduğu yıl veya bir önceki yıl Mekke’ye hiç kimsenin bilmediği, tanımadığı bir adamın geldiği ve “bu mübarek şehre bir hediyem olsun” diyerek ilk defa Arap seslerini resmettiğine dair ikinci bir rivayet var. Muhammed Hamidullah’tan öğrendiğimiz kadarıyla böyle. Şimdi işte bize sanki bin yıllardır bir Arapça vardı, bin yıllardır Araplar yazıp çiziyordu… falan ve bunun üzerine Kur’an-ı Kerim geldi gibi bir hikâye anlatılır. Ve bir Arap tarihinden bahsedilir. Hâlbuki harfler bile Rasûlü Ekrem’le kemâle ermiştir. Çünkü Rasûlü Ekrem’in Mekke’de yazdırdığı mektuplara bakarsanız harflerin noktaları yoktur. Bizans kayserine, İran kisrasına yazdırdığı mektuplarda, diğer mektuplarda harflerin noktaları yoktur. Rasulullah’ın Medine’de yazdırdığı mektuplarda ve anlaşmalarda o noktaları görebiliriz ve kendisi de zaten, hadislerde de gözümüze çarpar, bir şey yazdırırken kâtip sahabelere sıkı sıkıya tembih eder, harflerin noktalarını (rakş) koydun mu diye. Yani Arap harfleri bile Rasûlü Ekrem’le kemâle ermiş harflerdir. Onun dışında Arap kaynakları diye bir şey hicretten önce yoktur. Kur’an-ı Kerim Arapça nazil olmuştur ve Arapça Kur’an ve hadislerle bir bakıma yeniden doğmuş bir dildir.
Yine tarihin hicretle başladığının nişanelerinden biridir: Çin Kaynakları. Türk tarihi mevzu bahis olduğunda herkesin gözüne bir Çin kaynakları sokulur: Türkler Çin kaynaklarında şöyle geçer, Türkler Çin kaynaklarında böyle geçer... Bugünkü sinolojiyle uğraşan, yani Çin bilimi, uzak doğu bilimleriyle uğraşan insanların makalelerine bakarsanız bütün Çin tarihçileri şunu söyler. Çin’de milâdî 629-630 yıllarına kadar tarih edebî eserler kaleminde yazılırdı. Yani bir metnin edebî bir metin mi, tarihî bir metin mi olduğuna dair bir ayrım yok. Her şey destan havasında, efsanevî tarzda söylenen şeylerdir. İlk defa Çin’de 629-630 yılında -hicretten 7-8 yıl sonra- tarih encümeni kurulur ve ondan sonraki yazılanları Çin tarihçileri gerçek kayıtlar olarak kabul ederler. Türkler Çin kaynaklarında şöyle geçiyor, böyle geçiyor hikâyesinin ana kaynaklarından biri Eski T’ang Tarihi adlı kaynaktır. Bu eserin yazım tarihi 940-945 arasıdır. En anlaşılabilir, Türk’ü bulabileceğiniz Çin kaynağı milâdî onuncu asırda kaleme alınmıştır. Eğer tercümeleri doğruysa… Gayet güzel o dönem Çincesini öğrendiler bu adamlar ve tercüme ettiler ve bizim önümüze koydular diye farzetsek bile… İşte o meşhur Türklere orada rastlayabiliyoruz. Türk Tarih Kurumu’ndan çıktı. Eski T’ang Tarihi’nin Türklerle alâkalı bölümünü neşrettiler. Bu bilgilere oradan bakabilirsiniz. Eserin yazım tarihine dikkatinizi çekerim: 940-945 arası. Yazımı beş yıl sürüyor, çünkü büyük bir eser. Hıristiyan takvimine göre X. asırda siz Çin kaynaklarında (Çin’in “gerçek kayıtlar”ında) Türk’ü bulabilirsiniz.
Bizans kaynakları bundan masum mudur? Asla değildir. Meselâ Türklerin(!) atası(!) olarak gösterilen Hunlara ait bilgilerimizin temel kaynağı Priscus isimli bir Bizanslı tarihçidir; devlet adamıdır aynı zamanda. Atilla’yla elçi olarak görüşmeye gitmiştir. 2-3 sene süren epeyce uzun bir yolculukta gördüklerini, duyduklarını yazmıştır. Bugünkü Hun hayatına dair bilgilerimizin ana kaynağı -bütün Hun tarihçilerinin atıfta bulunmadan edemedikleri- bu Priscus’un yazdığı şeylerdir. Arthur Koestler bu heriften alıntılar yapar ve sonunda “Priscus gelmiş geçmiş en büyük dedikodu yazarıdır.” der. Dediğim gibi, hicretten önce eğer tarih bulursanız, bunlar dedikodu yahut efsane veyahut destan türü, edebiyat metni mi tarih metni mi olduğunu ayırt edemeyeceğimiz, tarihi olmayan metinlerdir. Çin kaynaklarının bir özelliği de oymuş: Milâdî 630’dan önceki yani Çin’de tarih encümeninin kurulmasından önceki kayıtlarda tarih yokmuş, yani tarihsiz tarih kaynakları!
Hakeza hicretten önce İran’da da tarih kaynakları diye bir şey yoktur. Tamamen Binbir Gece Masalları’nı andıran anlatılardır Pers tarihi. Zaten tarihi tasnif ederken, o koca insanlık tarihini tasnif ederken önce karşımıza İlk Çağ diye bir şey çıkar. İlk Çağ Roma İmparatorluğu’nun dağılmasıyla, Kavimler Göçü’yle biter ve ondan sonra Orta Çağ başlar. Birçok tarihçiye bu pek inandırıcı gelmez, ki gerçeği de odur. Yani Hıristiyan takvimine göre IV. asırda Orta Çağ’a geçilmiştir; ama V. asırla III. asır arasında bir işleyiş farkı, bir mantık farkı bulmanız gerekir. Hiçbir fark yoktur. Roma İmparatorluğu Bizans olarak işleyişine devam eder. Onun için ciddi tarihçiler milâdî IV. asırda böyle bir ayrımı kabul etmezler; Geç Antikite diye bir dönem uydururlar. Bu dönemi de VI. asrın sonu, VII. asrın başına kadar uzatırlar: Geç Antikite dönemi! Çünkü tarihî hâdiseler ancak o zaman farklı bir hal alır, işleyiş değişir. Bakış açısı da değişir, yönü de değişir. Böyle bir şeyi aklımızda tutmamız lazım. Tarihî çağlara ayıranlar neyi açığa çıkarmak, neyin üstünü örtmek için bu tasnifi yaparlar? Bunu düşünmek lazım. Fuat Köprülü, “Tarihçi yalnız Orta Çağla uğraşanlardır. İlk Çağ “arkeoloji”dir. Yeni Çağ gazete koleksiyonu karıştırmaktır.” der. Yani tarihçi dediğin adam Orta Çağ’la uğraşan adamdır, Yeni Çağ’la uğraşanlar gazetecilerdir genelde. Öbürleri de arkeologdur. Onun için siz Orta Çağ’ı nereden başlatırsanız başlatın ama Rasûlü Ekrem’den önce, hassaten hicretten önce bulacağınız tarih anlatısı kesinlikle kurgu -en hafif tabirle- yalan değilse eğer bir kurgu ve modern ikna metotlarıyla insanların ikna edilmesi suretiyle gerçekleşir. Çünkü sadece arkeoloji vardır. Bugün anladığımız modern manada tarih diye bir şey yoktur.
Tarih Rasûlü Ekrem’le başlar. Muhakkak Rasûlü Ekrem’den önce binlerce yıl insanlar yaşadı; evlendi, savaştı, helâk oldu… Yaşanan eski (antik) zamanlardı. Tarih en fazla, bir kabileler ve kavimler tarihiydi. Millet tarihi Resûlü Ekrem’le başlar. Hicrî takvimin başlangıcı olarak sahabelerden bazı görüşler aktarılır. Bunlardan birisi de vahyin başlangıç alınmasıdır meselâ. Ama bilmiyorum, benim dikkatimi çekmedi, Rasûlü Ekrem’in doğum tarihini başlangıç olarak kabul edelim diyen var mı? Ben görmedim. Meselâ Hz. Ali vahyin başlangıcını kabul edelim diyor. Diğer görüşler de alındıktan sonra Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin ittifak ettikleri Hicret sıfır noktası, başlangıç olarak kabul ediliyor. Rasûlü Ekrem’e vahyin gelmesiyle kesinlikle birçok şey değişmeye başlamıştır. Meselâ bize anlatılan bir mucize vardır. Şakku’l-Kamer hâdisesi. Herhalde nübüvvetin yedinci senesi olması lazım. Bunu bize anlatanlar sürekli şöyle bir şeyi gözümüzün önünde canlandırırlar: Sanki Rasûlü Ekrem Mekkelileri acze düşürmek için onlara bir ışık gösterisi yapmıştır ve onlardan kimi tatmin olmuştur, kimi olmamıştır... gibi bir hikâye anlatırlar. Hâlbuki çok basit, çocuk mantığıyla düşündüğümüzde gökteki ay yarılıyor. Bu sadece Mekkeli müşriklerin görmüş olabileceği bir şey değildir; ki Mekkeli müşrikler kendi aralarında tartışarak bu sonuca varıyorlar. Diyorlar ki eğer bu gerçekse bu adam, şair diyorduk, büyücü diyorduk filan, gerçekten bizi büyülemediyse bunun başka bir yerden de görülmüş olması lazım diyerek Mekke’nin dört bir tarafına haberci gönderiyorlar ve merakla bekliyorlar. Haberciler geliyor ve “Evet, görülmüş!” diyorlar. Yani bugünkü coğrafî bilgilerimiz ışığında düşünecek olursak, -bu hâdise akşamdan sonra yatsıya yakın bir vakitte ayın ondördü iken olduğu hadislerde rivayet edilir, Buhari’de vardır, Müslim’de de vardır- İtalya’dan Japonya’ya kadar görülmüştür. O günkü dünyanın kayda değer kısmı bu mucizeyi görmüştür. İtalya’da henüz yeni akşam oluyordur ama Japonya’da vakit sabaha yaklaşmıştır. Hindistan’dan bunun görüldüğüne dair bir işaret vardır: Yemen’de Hindistan Kralı diye bir sahabe mezarı var. Bugün de hâlâ ziyaret edilirmiş. O Hindistan Kralı bir gece vakti otururken -ki muhtemelen bugünkü hesapla gece 24:00 civarları falan olması lazım- bakar ki ay ikiye bölünür, şaşırır, hiçbir anlam veremez. Hemen vezirlerini, bilginlerini toplayıp “Bu neyin nesidir?” der. “Akıl verecek olan var mı?” diye sorar. Kimseden bir ses çıkmaz, kimse bir yorum yapamaz. Yaşlı vezirlerinden birisi der ki dedelerinizden kalma bir sanduka var, böyle olağanüstü bir şey görülmedikçe açılmaması tavsiye edilerek bugüne kadar gelmiş bir şey. İsterseniz onu açalım der. Sandukayı açarlar, muhtelif tavsiyeler vardır evrakta. Bir yerinde de ayın gökte yarıldığını gördüğünde bu son peygamberin çıktığının işaretidir gibi bir ibareyi okurlar. Bunun üzerine Hindistan Kralı tacı tahtı terk eder, deniz yoluyla güneyden Yemen’e gelir, Yemen’de hastalanır ve ölür. Şunu söyleyeceğim, bu öyle Mekkeli müşriklere gösterilmiş bir ışık gösterisinden ziyade bir şeylerin başladığını gösteren, gözü bir haberci, kulağı bir haber bekleyen insanlara çakılmış bir işarettir diye bir akıl yürütebiliriz belki. Yani takvim başlıyor, daha doğrusu tarih başlıyor aslında. Bunun işaretidir Şakku’l-Kamer hâdisesi.
Orta Çağ dedik… Tarih devirleri arasında meşhur bir Orta Çağ vardır ve bu karanlıklar içindedir! Yakın Çağ, Yeni Çağ sanki çok aydınlıkmış falan filan... Bu kasten yapılan bir şeydir; çünkü o sınıflandırma içinde bugünden daha aydınlık tek zaman dilimi Asr-ı Saadet’tir. Gün gün, ay ay ne olduysa Rasûlü Ekrem’in hayatında -ev hayatı da dâhil olmak üzere, evinin içinde bir çok hadis rivayet etmiş birisi olarak Ayşe anamız var- bugün biliyoruz. Hem de sadece yazılmış değil ezberlenerek gelmiş kaynaklardan biliyoruz. Sadece “Orta Çağ”ın değil tüm insanlık tarihinin en aydınlık, parıl parıl parlayan dönemi Asr-ı Saadet dönemidir. Bütün ayrıntılarıyla hangi olay hangi olaydan önce olmuş, hangi olaydan sonra ne gelmiş... Hepsini ayan beyan görebileceğimiz bir zaman dilimidir ve tarihin en parlak dönemidir. Daha üç ay önce gözümüzün önünde olmuş 15 Temmuz numarasında bile her şey karanlıklar, dehlizler içindedir. Gâvurların işleri hep dehlizler içinde halledilir. Gâvur olmadan mahiyetini bilemezsiniz. Hiçbir yeri aydınlık olmayan üç ay önceki hâdisede bile kimse net bir şey söyleyemezken biz 14 asır öncesini bütün parlaklığı ile bugün biliyoruz. Bu bilme yöntemiyle, yani o hadislerin derlenmesiyle tarih kayda alınmaya başlar, kayda değer bulunmaya başlar. Ki Kur’an-ı Kerim’i derleyenler de aynı insanlardır, vahyi mushaf haline getirenler de hadisleri bize ulaştıran insanlardır. Biz tarihin merkezindeyiz, çünkü tarihin başladığı zamandaki metinleri harfi harfine okuyabiliyor ve ezberleyebiliyoruz. O metinler hakikattir: Kelâmullah ve Kelâm-ı Resulullah’tır. Bizim tarihimizin en aydınlık kısmı, başıdır. Bu tarafa doğru geldikçe karanlıklar içindedir, kararır. Sanki biz bugün çok aydınlıktaymışız gibi yaşarız, hâlbuki karanlığın ortasındayız. En aydınlık kısmı başıdır. Bu hadis derlemesi ile açılan o şey, buna metodoloji de diyebiliriz, kısaca hadislerin bizim hayatımızdaki yeri tüm insanlığa sirayet etmiş bir şeydir. Edebiyatın, tarih yazımının, bütün ilimlerin usulleri o hadis derlemelerine dayanır. Arapçanın, dolayısıyla Türkçe’nin kaideleri bile o hadis derlemelerine dayanır. Onun için Orta Asya’ya siz Türk aramaya filan gittiğinizde sadece muhaddisleri bulursunuz oradaki ilk Türkler olarak. Buhari’dir, Müslim’dir ona benzer onlarca yüzlerce kişidir. Meselâ Semerkand, Buhara ve Taşkent’te -milâdî VIII. asrın ortasından IX. asrın ortasına kadar- yüz yıllık zaman diliminde aynı dönemde yaşamış yüze yakın muhaddis, üç yüze yakın fakih vardır. Hepsi aynı dönemde yaşamış. Düşünün kime muhaddis dendiğini, kime fakih dendiğini. En az yüz bin hadis, ravileriyle birlikte, ezberinde olan bir insana muhaddis dendiğini düşünürsek milyonlarca hadis-i şerifin zihinlerde dolaştığı, bütün hayatın bunlar olduğu... Bu üç şehirde sadece, diğer taraflarda ne var bilmiyoruz yahut şu anda ben bilmiyorum. Bu üç şehirde milyonlarca hadisin zihinlerde dolaştığı bir ortam vardır ve buradan Türkçenin kaynağını da bulabilirsiniz, Arapçanın birçok kaidesini de buradan çıkartabilirsiniz.
Dediğimiz gibi: Tarihin en aydınlık dönemi, bizim tarihimizin en aydınlık dönemi başıdır, bugüne geldikçe kararır. Bunu zihinden çıkarmamak lazım. Bir de hicretten önce olmuş olaylarda günü ve ayı ile söylenen bütün tarihler ya yalandır ya yanlıştır. Bunun hiçbir iler tutar yanı yoktur. Milâdî takvimi de kullansanız, hicrî takvimi de kullansanız yıl hesabıyla yaklaşık bir tarihlendirme yapabilirsiniz. Meselâ “Rasûlü Ekrem Nisan ayının bilmem kaçında 571 yılında doğdu.” Bu yalandır. Rasûlü Ekrem’in doğum tarihini milâdî olarak tespit edemezsiniz çünkü tarih başlamamıştır. Haziran diyenler de var. Ama Rebiyyül Evvel ayında doğduğu kesindir. Bugün milyonlarca Müslümanın kafalarını iğfal etmek için buna benzer numaralar bulurlar. Bu tür işlere kafa yormak, işi gâvurluk olanların harcıdır. Hicretten önce ayı ve günüyle verilmiş her şey yanlıştır ya da yalandır, bizi bir şeye raptetmek için, bizi zaptetmek üzere kurulmuş bir yalanın parçasıdır o tarihler. Milâdî olsun hicrî olsun yaklaşık bir tarihlendirme yapılabilir. Hatta birisi söylemişti, büyük bir sır bulmuş edasıyla: İstiklâl Marşı 1453 harfmiş, 571 hece miymiş, kelime miymiş… Yoksa 622 miydi? Böyle aptalca bir şeyler. Söylediği yıllarda olmayan bir takvimden hikmet çıkarmaya çalışmak… Velev ki rakamlar tutuyor olsun. Bunun bizimle hiçbir irtibatı olmaması lazım. Bu tarihlerin bizle bir irtibatı olmaması lazım. Ama işte çok cahil bırakılmış insanlarız ve milâdî takvimle konuşabiliyoruz, öbür türlü oturup hesap yapmamız gerekiyor. Hatta hesap makinesi kullanmamız gerekiyor. Bu hale geldik. Ne zamandan beri? O “Atatürk inkılapları” denen inkılaplardan beri. Biz kademe kademe bu hale getirildik. Bugün Türkiye’de işlerin yolunda olduğunu, iyiye gittiğini, Müslümanların her şeye hâkim olduğunu söyleyen aptallara şunu söylemek lazım: Atatürk inkılaplarından hangisini geri almak hususunda, kim ne yaptı? Bunun cevabını verecek kimse yoktur. Bunlara kimse ilişemez. Atatürk inkılaplarını tahkim etmek suretiyle Müslüman görüntüsü vermelerine müsaade edilen insanlar bunlar. Osmanlıca diye bir yaygara kopartıldı önceki sene. Onu da işte mezar taşına bağladılar: “Yanlış anlamayın mezar taşı okuyacağız!” Eğer Müslümanlığında ciddi bir tek Müslüman varsa öncelikle inkılaplarla başlayan, bizden koparılan ve bizi biz eden, elimizden alınan şeylerden birine gözünü dikmesi lazım.
Fazla konuştum. Vakit olursa başka şeyler yine ilâve ederim. Ama şunu söyleyeyim: Harflerimiz aslında takvimle sıkı sıkıya irtibatlı. Takvimimiz yaratılmadan önce harflerimiz yaratıldı. Harflerimiz olmadan takvimiz olmaz, takvimimiz olmadan tarihimiz olmaz, tarihimiz olmadan da biz olamayız. Türk de olamayız, Müslüman da olamayız. Bunlar birbiriyle irtibatlı şeylerdir. Tarihin kendisi olanları, tarihin merkezinde olanları tarihten silmek için harflerini ellerinden almak, takvimlerini battal kılmak gerekirdi. Onu yaptılar. Şimdilik ben Fikret Hoca’ya sözü bırakayım…
Fikret Demir:
Merhabalar. Genel Başkanın bıraktığı yerden devam edecek olursam, benim bahse konu edeceğim şeylerin bir kısmı hikâye, esâtirü’l-evvelîn. Hakikaten de böyle. Fakat bu hikâye kısmından bahsetmek şunun için gerekli: Bizim takvimimiz, zaman anlayışımız nereye oturuyor? Bir de Genel Başkan Durmuş Küçükşakalak’ın konuşmasındaki bir ayrımı hem kendi zihnimde hem de sizin zihinlerinizde yapmak istiyorum. Modern manada tarih Rasûlü Ekrem ile başlamıştır. Hicreti biz sıfır noktası kabul ettik. Fakat zaman dediğimiz şey Hz. Âdem’den itibaren başlayan bir şey. Takvim meselesi de o günden bugüne gelen bir şey. Çünkü hemen şimdi ifade edelim, bu Kur’an’da bize emredilmiş bir şey:
إِنَّ عِدَّةَ ٱلشُّهُورِ عِندَ ٱللَّهِ ٱثْنَا عَشَرَ شَهْرًا فِى كِتَٰبِ ٱللَّهِ يَوْمَ خَلَقَ ٱلسَّمَٰوَٰتِ وَٱلْأَرْضَ مِنْهَآ أَرْبَعَةٌ حُرُمٌ ۚ ذَٰلِكَ ٱلدِّينُ ٱلْقَيِّمُ ۚ فَلَا تَظْلِمُوا۟ فِيهِنَّ أَنفُسَكُمْ ۚ وَقَٰتِلُوا۟ ٱلْمُشْرِكِينَ كَآفَّةً كَمَا يُقَٰتِلُونَكُمْ كَآفَّةً ۚ وَٱعْلَمُوٓا۟ أَنَّ ٱللَّهَ مَعَ ٱلْمُتَّقِينَ
(Şüphesiz Allah’ın semaları ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah indinde ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü Haram Aylardır. İşte bu Allah’ın dosdoğru dinidir/kanunudur. O aylarda kendinize zulüm etmeyiniz. Lakin müşriklerle nasıl onlar sizinle topyekûn savaşıyorlarsa siz de öyle savaşın. Bilin ki Allah muttakilerle beraberdir. Tevbe 36-37.) Devamındaki ayet-i kerime de şunu ifade eder:
إِنَّمَا ٱلنَّسِىٓءُ زِيَادَةٌ فِى ٱلْكُفْرِ ۖ يُضَلُّ بِهِ ٱلَّذِينَ كَفَرُوا۟ يُحِلُّونَهُۥ عَامًا وَيُحَرِّمُونَهُۥ عَامًا لِّيُوَاطِـُٔوا۟ عِدَّةَ مَا حَرَّمَ ٱللَّهُ فَيُحِلُّوا۟ مَا حَرَّمَ ٱللَّهُ ۚ زُيِّنَ لَهُمْ سُوٓءُ أَعْمَٰلِهِمْ ۗ وَٱللَّهُ لَا يَهْدِى ٱلْقَوْمَ ٱلْكَٰفِرِينَ
(Nesî -haram ayları ertelemek- küfürde katmerleşmektir ki bununla kâfirler dalalete düşürülür. Onu -haram ayı- bir yıl helâl bir yıl da haram kabul ederler ki Allah’ın haram kıldığının sayısına uydursunlar da Allah’ın haram buyurduğunu helâl kılsınlar. Amellerinin kötülüğü kendilerine süslü gösterilmiştir. Allah kâfirler kavmini hidayete erdirmez. )
Şimdi bu iki ayet-i kerimenin nereye oturduğunu anlayabilmek için geriye doğru bakmak lazım. Önce şuradan başlayalım, müşrik Araplar da -bunların hikâye olduğunu bilerek konuşuyorum fakat bir tarih değil, tarih bir şeyin zamanını belirlemektir- bu anlamda bir tarih kullanmıyorlar. Tarih kullanacakları zaman şöyle bir şey yapıyorlar, meselâ Amu’l-Fil (Fil vakıası yılı) diyorlar. Rasûlü Ekrem’in doğduğunda Ebrehe’nin Mekke baskınını merkeze alan bir isimlendirme yapıyorlar. Tarihleri yok ama kamerî ayı esas alıyorlar. Ayı hangi hususta esas alıyorlar? Ayın başlangıcıyla sonu ve on iki ay hususunda ayı merkeze alıyorlar. Şu ayrımı hatırlayalım: Ayın dünya etrafında bir devrini tamamlamasını esas alan takvime kamerî, hicrî takvim dedik; İslâmî takvim de deniliyor. Dünyanın güneşin etrafında devrini esas alan takvime de milâdî takvim deniyor. Bu yeni bir isim ancak çok daha gerilere gidiyor. İki takvim arasındaki farkı görmek bakımından şöyle bir hatırlatma yapılabilir: Mısırlılar açısından milâdî takvim dediğimiz şey çok önemli. Nil’in ne zaman sularının taştığını, ne zaman da çekildiğini bilmeleri lazım. Çünkü bütün ziraî hayat bununla ilişkili. Bu da rahiplerin elindeki bir bilgi ve bunu pazarlıyorlar. Dolayısıyla milâdî takvim dediğimiz şey daha başından itibaren dünya menfaati ile alâkalı. Genel Başkan Durmuş Küçükşakalak da ifade etti. Kamerî takvim ise daha başka bir şey. Yani milâdî takvimde, senenin her mevsiminin ayları belirli. Biz de bugün zaten böyle öğreniyoruz. Kış ayları var, yaz ayları var, bahar ayları var. Fakat kamerî takvimde böyle bir şey söz konusu değil. İkisi arasında farklılıklar var ve en temeli de bu. Milâdî takvimi esas aldığınız zaman dünyada işlerinizin, ister siyasî ister iktisadî ister içtimaî olsun türlü menfaatlerinizin gereği bir zaman ayarlaması yapıyorsunuz. Kamerî takvimi esas aldığınızda bu böyle olmuyor. Çünkü milâdî takvim 365 gün; küsuratı da var. O devrini bu kadar sürede tamamlıyor. Kamerî takvim ise 354 gün. Arada 11 gün kalıyor. 11 gün kaldığı için kamerî takvimde her ay senenin bütün mevsimlerini -geriye doğru- geziyor. Müşriklere gelecek olursak, şimdi onlar bunu biliyorlar. Onlar da, Kur’an’dan öğrendiğimiz haber üzerinden söylüyoruz, yılı 12 kamerî ay olarak kabul ediyorlar. Yine Kur’an’ın ifadesiyle 4’ünü de haram ay kabul ediyorlar.
Haram ay nedir? Hürmet edilmesi gereken ve savaşın haram kabul edildiği aylardır. Müşrikler de bunu biliyorlar. Nereden biliyorlar? Elbette ki yeryüzünde bina edilen ilk ev Kâbe ve Kâbe’nin hac ayında ziyaret edilmesi gerekiyor. Hz. İbrahim ve İsmail’in şeriatının, ne diyelim, arta kalanından biliyorlar. Ama onlar bunu şu şekilde tahrif ediyorlar: Nesî denilen uygulamanın iki şekli var. Genel hatlarıyla birincisi şu: Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemadiyelevvel, Cemadiyelahır, Receb, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce. Zilkade, Zilhicce, Muharrem haram aylar ve bu üçü peş peşe geliyor. Bu bilgiler Resûlü Ekrem’in hadis-i şerifinden. Receb ortadaki ay, bu dört ay haram.
Ama önce kısaca ay isimlerine de değineyim ben. Yine bu isimlerle ilgili rivayetler şu şekilde: Muharrem birinci ay, savaşmanın haram olduğu ay. Bunu lisan-ı Türkîde de biliyoruz, haram. Safer ise ikinci ay ve sıfırlamak manasına geliyor. Rebi bahar demek zaten Rebiülevvel, ve Rebiüahir, baharın başı, sonu. Cemad bir şeyin donması demek ki bunlar Türkîde de bildiğimiz kelimeler. Bir şeyin donması, kış mevsimine denk geliyor gibi. Receb ayı kelime manası itibariyle de öyle, tazim manasına geliyor. Müşriklerin tanrılarına tahsis ettikleri -tahrif ederek- bir ay. Şaban’a ise haram aydan sonra, haram ayda oturdukları için… Yine Türkçede kullanıyoruz şube kelimesinden hatırlayın, şube şube olup, ister otlak için, ister ticaret için, ister savaşmak için yollara koyuldukları için bu isim veriliyor. Ramazan ise kelime manası itibariyle sıcaklığın çok yükselmesi demek. Ramazan ismi de bununla alâkalı. Yine oruçlunun karnında hissettiği açıkla da ilişkilendiriliyor. Şevval’in ise devenin kuyruğunu kaldırması manasına geldiği ve devenin hamile olduğunda ve bazen sütü azaldığında böyle şeyler yaptığı, bu nedenle bu ismin verildiği söyleniyor. Zilkade, Zilhicce işte bunlar haram aylar. Zilkade ise yine haram aylardan olduğu için oturulan zaman gibi bir manaya geliyor. Türkçe makat diyoruz Türkçede de bunlar var, oturulan ay. Zilhicce ise haccın olduğu ay.
Şimdi “nesî” uygulamasına gelince bu rastgele yapılan bir şey değil. Kalamise ya da Nesee denilen ve bu işten mesul kabileye mensup, ilimde derin olduğunu söyledikleri ya da iddia ettikleri adamlar, yani hem ayın hareketlerini hem güneşin hareketlerini biliyor. (Hatta ayın o bir ay boyunca dolaştığı bütün burçları da biliyorlar, onların da isimleri var.) Bu Kalamise denilen ya da Nesee denilen -en son Resûlü Ekrem’in nübüvveti zamanında Kinane kabilesinde idi- bu görev kabileye de itibar kazandıran bir şey. Zilkade, Zilhicce ve Muharrem peş peşe gelen haram aylar. İlk nesî uygulaması şu şekilde: Muharrem’e gelindiğinde, bu işle görevli kişi, Mina’dan dönüldüğünde veya hac esnasında, bineğine binerek geliyor. Çeşitli rivayetler olmakla beraber “Ben bir günah işlemiyorum…” veya “İlahlarımız bu sene şöyle emretti…” şeklinde söze başlayarak “İlahlarımız bu sene Muharrem’in haramını Safere erteledi.” diyor. Neden bunu yapıyor? Çünkü Zilhicce’de hac yapıp, Safer ayında memleketlerine dönenlere, artık savaş meşru olduğu için baskın yapabilme imkânı doğmuş oluyor. Bu şekilde izah ediliyor birinci nesî uygulaması. Müşrikler tarafından yapılan ikinci nesî uygulaması da şu şekilde ifade ediliyor: Senenin bütün aylarını değiştiriyorlar. O da Yahudilerden öğrenildiği rivayet edilen kebs ya da kebse denilen bir tatbikatla alâkalı. Kamerî takvim 354 gün, Şemsî takvim ise 365 gün. Aradaki 11 günlük fark üç yılda bir aya tekabül ediyor. Üçüncü yılda seneye bir ay ilave ettiğiniz zaman kamerî takvimi de senenin mevsimlerini dolaşamaz hale getirip milâdî takvime ya da güneşin esas alındığı takvime eşitlemiş oluyorsunuz. Dolayısıyla bu da hangi işlerine yarıyor? Şu işlerine yarıyor: Haccı istedikleri mevsime sabitleyebiliyorlar. Ve bu sayede ticaretlerini veya yarım adanın dışında Kâbe’ye gelecek olan ticarî emtianın gelmesini de kolaylaştırıyorlar. Bu iki nesî uygulaması da Kur’an’da az önce zikrettiğimiz ayların sayısının on iki olduğu, bunların dördünün haram olduğu; fakat nesînin küfürde ziyadeleşmek olduğunun bildirilmesiyle ortadan kaldırılıyor. Yine Rasûlü Ekrem Veda Hutbesi’nde, ayette de böyle ifade ediliyor, “bugün zaman, Allah’ın yerleri ve gökleri yarattığı günkü düzenine girmiştir” diyor. Ve nesî uygulamasının küfürde ziyadeleşmek olduğunu ifade ederek bu uygulamanın sona erdiğini ilân ediyor.
Genel Başkan da ifade etti, hac ibadeti olsun, kurban ibadeti olsun, fıtr sadakası olsun, yine bu aylarda Rasûlü Ekrem’in tavsiye ettiği oruçlar vb. bunların hiçbirini kamerî ayları esas almadan yerine getirmemiz imkân dâhilinde değil. Eğer müşriklerin haram ayların yerlerinde yaptıkları oynama küfürde ziyadeleşmek ise Müslümanım diyen birisinin bu kamerî takvim dışında bir başka takvimi kullanması küfrün kaç çeşit katmerleşmesidir! Dolayısıyla buradan hareketle şu soruyu sorabiliriz: Türkiye’de ve dünyada İslâm, Müslümanlık nerede durur? Bu anlaşılabilir bir şey olsa gerek. Yani Kur’an’da Allah buyuruyor ki “siz ahdinize vefa gösterin ben de vefa göstereyim”. Türkiye neden bu halde? Çünkü hiç kimsenin Müslümanlığına vefa gösterdiği yok. Bizler Müslümanlığımıza vefa göstermediğimiz için de ya bir piskoposun veya bir patriğin ya da bir kardinalin peşinden giderek ya da bir Yahudinin hayat anlayışını tatbik ederek bir ömür geçiriyoruz.
Bunun dışında bir de şunu ifade edeyim: Hicret neden sıfır noktası kabul edildi? Genel Başkan’ın dediği gibi gerçekten Asr-ı Saadet dediğimiz dönem çok sarih. Meselâ Rasûlü Ekrem daha hayattayken Hz. Ali’ye Necran Hıristiyanlarına yazdırdığı bir mektuba hicretin beşinci yılı diye tarih koymasını söylüyor. Yani bizzat Rasûlü Ekrem’in söylediği yani emrettiği bir şey. Gerçi Genel Başkan farklı bir şekilde ifade etti ama benim bildiğim ve okuduğum kadarıyla mesele şu şekilde: Hz. Ömer zamanında tarihlendirme neden gündeme geliyor? Çeşitli rivayetler var ama hani bir evrakın hangi zamanda yürürlüğe gireceği meselesi gibi şeyler gündeme gelince Hz. Ömer (r.a.) ashabını topluyor. Hz. Ali’nin ve diğer sahabelerin de ittifakıyla hicretin takvimin başlangıcı olarak kabul edilmesine karar verildi. Hz. Ömer sahabenin büyük bir kısmının Medine dışına çıkmasını da yasaklamıştı. Çünkü onlarla istişare ederek karar veriyordu. Onların işaretiyle. Yani Rasûlü Ekrem de bunu işaret etmişti diyenler var. Ayetten de çeşitli şekillerde bunu anlayanlar var.
Şer’î olarak bir günün başlangıcı fecr-i sadıktır. Bizim günümüz ne zaman biter? Buna da Lütfi Hoca değinecek, ben yavaş yavaş ona da yer hazırlayayım. Şer’î bir gün İslâm’a göre fecr-i sadıkla başlar gurub-u şems ile biter. Yani şarkıda dendiği gibi güneş gurub ettiğinde bütün dünya kararır. Çünkü şer’an bir gün bitmiştir. Yine bizim şer’an bir ayımız da hilâlin rüyetiyle başlar, diğer ayın, hilâlin görülmesiyle, rüyetiyle biter. Dolayısıyla meselâ Müslümanlara Ramazan hilâlini ve Şevval hilâlini gözlemlemek farzdır. Tamam farz-ı kifayedir ama farzdır. Bunu yapmak zorundadır Müslümanlar. Çünkü Ramazan orucuna başlamak ve bitirmek için ve Şevval’de bayramı yapabilmek için. Ve bu 12 ay tamamlandığında işte biz buna yıl diyoruz. Bizim bunu bir kenara bırakarak bir Müslümanlıktan bahsedebilmemiz imkân dahlinde değildir. Bu olsa olsa Hıristiyanize edilmiş ya da Yahudileştirilmiş bir şeydir.
Ben bu takvim meselesinden önce dâr-ı dünyada en azından Yahudi, Hristiyan ve İslâm zaviyesinden düşündüğümde nifaka, münafıklığa en uzağın tabiatı gereği biz olduğumuzu düşünürdüm. Çünkü bir Yahudi Tanrı’nın çocuğu, böyle inanıyor ve bir Tanrı olarak -Eliade öyle diyor, yani bir Yahudi tanrılığını tecrübe etmek için yaşar- münafıklıkla itham edilmesi hikâye bir şey. Bir Hıristiyan içinse, Pavlus İncil’de diyor ki “Tanrım Yahudi değildim ama Yahudilerle Yahudi oldum. Putperest de değildim ama putperestlerle putperest oldum. Herkesle her şey oldum sırf senin krallığın kurulsun, senin müjden yayılsın diye.” Dolayısıyla bir Hıristiyanın münafık olması, nifak taşıması çok tabii bir durum hatta eğer İncil’e hizmet edecekse adam sevap da kazanıyor. Bir Müslüman için bu çok uzak bir şey; dilin ile ikrar edip kalbinle tasdik edeceksin. Yani bunun başka bir şekli yok. Kendine bakarsın ve bu iş olmuyorsa olmuyor dersin, uzak bir şey. Ama şimdi başımıza getirilenlere ve bizim de bunlara razı olmamız sebebiyle kendi durumumuza baktığımız zaman, Kur’an’da münafıklarla ilgili ayetleri kendimiz üzerinden de yeniden okumak zorundayız.
Güneş takvimi dünya menfaati için merkeze alınan bir zaman anlayışını ifade ederken, ki bu durum Mısır’dan beri, Mezopotamya’dan beri böyleydi, kamerî takvim ise insanı merkeze aldığımızda kulluğunun ifasında vaktin tayini hususunda bir zaman anlayışına merbuttur. Rasûlü Ekrem de hilâli gördüğünde şu duayı edermiş; ben o duayla bitireyim. “Allahuekber” diye tekbirle başlıyor:
اللَّهُ أَكْبَرُ، اللَّهُمَّ أَهِلَّهُ عَلَيْنَا بِالْأَمْنِ وَالْإِيمَانِ، وَالسَّلَامَةِ وَالْإِسْلَامِ، وَالتَّوْفِيقِ لِمَا يُحِبُّ رَبُّنَا وَيَرْضَى، رَبُّنَا وَرَبُّكَ اللَّهُ
Şu şekilde tercüme edebiliriz: “Allahu Ekber. Allah’ım, bu hilâli üzerimize emniyet, iman, selâmet ve İslâm ve senin sevdiğin ve razı olduğun işlerde muvaffakiyet nasip etmek üzere doğdur. Ey hilâl, senin de, bizim de Rabbimiz Allah’tır.” Ben de bu duayla bitireyim. Dinlediğiniz için teşekkür edip Lütfi Hoca’ya sözü bırakayım.
Lütfi Özaydın:
Selâmun Aleyküm. Şimdi Safahat’tan birkaç mısra ile başlamak istiyorum; arkadaşlara katkı olsun ve takvimimizin neye tekabül ettiğine misal olsun diye. Şiir biraz uzun ama özet olarak anlatalım. Bir yere bir vali geliyor, vali hocaları topluyor onlara nutuklar atıyor; derken bu valiyi dalgaya almak için hocalardan biri diyor ki:
-Nerdeydik? Evet, şimdi, nutuk
Biter amma yayılır meclise bir durgunluk.
Çünkü imlâya gelir herze değil duyduğu şey!
Sonra kalkar hocalardan biri, der:
“Vâlî Bey,
Şu hitâbeyle tavanlardan uçan efkârı,
Tutamazlarsa küçük görmeyiniz huzzârı.
Siz ki yirminci asırlardasınız, baksanıza,
‘Bizim on dördüne dün basmış olan asrımıza!
Altı yüz yıl mı, evet, tam o kadar lâzım ki,
Kabil olsun o büyük nutkunuzun idrâki.
Şimdi burada takvimler arasındaki farktan bahsediyor Mehmet Akif. Demek ki bu Safahat’ın yazıldığı dönem yirminci yüzyıl. Vali bey orada karşısındaki insanların Müslüman mı Hristiyan mı olduğunu hiç hesaba katmadan yirminci yüzyıldan bahsediyor. Hoca da diyor ki: Daha dur bakalım, siz ne büyük laflar söylüyorsunuz, daha arada 600 sene var. 600 sene uğraşmaları lazım ki sizin o büyük nutkunuzu bunlar anlasın. İşte aradaki fark, böyle bazen gülünç durumlar ortaya çıkarıyor. Safahat okuyunca insanlar acaba nasıl anlıyor ben merak ediyorum. Yani insan kendi saatini, kendi takvimini, Mehmet Akif’in saatini, Mehmet Akif’in takvimini anlamadan Mehmet Akif’in şiirini nasıl anlayacak? Bir de Seyfi Baba şiiri var meşhur, onu okumuşuzdur okullarda, mekteplerde. Oradan da bir kısmını okuyayım, oğlundan bahsediyor:
-Mehmed Ağa’nın evi akmış. Onu aktarmak için
Dama çıktım, soğuk aldım, oluyor on beş gün.
Ne işin var kiremitlerde a sersem desene!
İhtiyarlık mı nedir, şaşkınım oğlum bu sene.
Hadi aktarmayayım... Kim getirir ekmeğimi?
Oturup kör gibi, nâmerde el açmak iyi mi?
Kim kazanmazsa bu dünyâda bir ekmek parası:
Dostunun yüz karası; düşmanının maskarası!
Yoksa yetmiş beşi geçmiş bir adam iş yapamaz;
Ona ancak yapacak: Beş vakit abdestle namaz.
Hastalandım, bakacak kimseciğim yok; Osman
Gece gündüz koşuyor iş diye, bilmem ne zaman
Eli ekmek tutacak! İşte saat belki de üç
Görüyorsun daha gelmez... Yalnızlık pek güç.
Şimdi burada saat 3’ten bahsediyor. Yani bu saat 3, hangi 3’tür acaba? Bu hangi ayara, kimin ayarına göre 3’tür? Yani demek ki saat gece 12’yi geçmiş, adam ayrıca da hovardaymış! Gece 12’den sonra da ne yapıyor? Yani bunu böyle mi anlamak lazım? Osman demek ki hovardaymış, onu mu anlamak lazım? Hayır. Akşam namazı, akşam ezanı okunalı daha 3 saat olmuş, saat 3. Çünkü akşam ezanında saat 0’dır, yani 12’ye ayarlanır, ondan sonra Müslüman’ın günü başlar. Biz de söze böyle başlayalım dedik.
Şimdi saat nedir? Bunun etimolojisiyle alâkalı daha yeni şeyler öğrendim ve Türkçeye de oldukça uygun bir şey bu; İslâm itikadına da çok uygun bir şey. Evet... Şu anda akşam ezanı okunalı, kaç dakika oldu? 10 - 15 dakika oldu. Yani yeni bir yıla, yeni bir seneye, hicri seneye, yeni bir İslâmî seneye girmiş olduk. Hepimize hayırlı, mübarek olsun. Saat çünkü 12’yi geçti. Ezan okundu. Bir yılı burada konuşarak geçirdik.
اَللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ لَا اِلٰهَ إلَّا اللهُ هُوَاَللهُ اَكْبَرُ اَللهُ اَكْبَرُ وَ لِلّهِ الْحَمْد
Saat, sâa fiilinden iştikak etmiş, sevea veya seyea, yani ikisinin arasında manaca bir fark yok. Yani “su çalkalanarak akıp gitmek, kaybolmak, zail olmak” manasına geldiği gibi hayvan, başıboş salıverilip orada işte telef olup gitmek manasına geliyor. Yani zamana ne kadar uygun bir şey. Ve Kur’an-ı Kerim’de nasıl kullanılır bu? Kur’an-ı Kerim’de bildiğimiz manada, bildiğimiz anlamda birkaç defa kullanılıyor. O da şu ayetin içerisinde. Ayet genellikle aynı şekilde birkaç yerde geçiyor: Estaizu billah
فَإِذَا جَاءَ أَجَلُهُمْ لَا يَسْتَأْخِرُونَ سَاعَةً ۖ وَلَا يَسْتَقْدِمُونَ
Sadakallahülazîm. Yani, “onların ecelleri geldiğinde ne onu bir saat ileri alabilirler ne de geri bırakabilirler. Birkaç defa zikrediliyor bu ayet, burada bu manada. Diğer saat kelimesin geçtiği, neredeyse 60-70 civarında ayet var, orda da kıyamet manasında kullanılıyor. Yani etimolojisine dikkat ederek bunu söyledim. Etimolojik anlamda da işte dünya yaratıldı, akıp gidiyor ve suyun akıp gitmesi veya başı boş hayvanın telef olması gibi telef olup gidecek. Bir alâka da şurada buldum: Günün sonunda, günün kararıp gitmesinde bir bağlantı kurarak saatlerimizi ne yapıyoruz? O vakit saati sıfıra alıyoruz. Çünkü eski gün bitti, yeni gün başladı. Kıyamet koptu, gün helak oldu, telef oldu Dolayısıyla bunun itikadî, edebî bir durumu var.
Şimdi, Müslüman saati dediğimizde bunun iki ismi daha var: Güneş battığı için grûbî saat; bir de ezana göre ayarlandığı için ezânî saat ismi de kullanılıyor. Bu saat işi nasıl oldu da değişti? Bundan biraz bahsetmem gerekiyor. 26 Aralık 1925 Hıristiyan tarihinde, günün 24 saate taksimine ait kanun mecliste görüşüldü. 697 sayılı kanun Hıristiyan takvimine göre 2 Ocak 1926’da resmî gazetede yayınlanarak yürürlüğe girdi. 698 sayılı kanun da takvimle alâkalı. O da artık bugünkü kullandığımız takvimi getiriyor. Daha önce de bu tip tartışmalar olmuş. 1909’da Meclis-i Mebusan müzakere etmiş fakat bu öneriyi getirenler herhalde Müslüman insanların, dinini ciddiye alanların oyuyla reddedilmiş, hatta büyük hakaretler edilmiş, meclis tutanaklarında bunlar var.
Bu yeni saate girmek, intibak hayli zor olmuş. Bunu zorla kabul ettirmek için resmî daireler, okullar artık hepsi o tarz saate göre ayarlama yapmışlar. Bu takvimi kullanmak zorundasınız diye baskı yapmışlar. Ve muvakkithaneleri kapatmışlar veya muvakkithaneleri zorlamışlar. Muvakkithane nedir? İnsanların namaz vakitlerini ayarlayabilmesi için mutlaka bunu bir yerlerden öğrenmesi gerekiyor, çünkü herkes o hesabı bilemez. İşte işin ilmini öğrenmiş, astronomi ilmini öğrenmiş muvakkitler bulunuyor, ki hatta şiirimizde galiba hatırladığım kadarıyla vardı:
Şeb-i yeldâyı müneccimle muvakkıt ne bilir,
Mübtelâ-yı gama sor kim geceler kaç saat
Yani en uzun geceyi muvakkit, müneccim bilemez, bunu gam çeken insana sorun diyor, bakalım ona ne kadarmış gece. İşte bu muvakkithanelere baskı yapılıyor. Sonra top atılıyor. Bu insanlar Müslüman insanlar, Ramazan topuyla alâkalı olduğu için şehirlerde, meselâ bizim Tokat’ta atıldığını ben duydum. Saat 12. Yani işte şu anda kullandığımız, vasâtî saat deniyor ona, o saate göre gündüz, tam güneş zevaldeyken, yukardayken, en tepedeyken top atılıyor ki herkes ne yapsın? Saatini ona göre ayarlasın. İstanbul’da da başka bir uygulama var. Galata Kulesi’ne küre konulmuş, tepesine. Ve saat 12’de top atılıyor, o küre de bir sarkaçla aşağı bırakılıyor. Küreye bakacaksın, saat 12’yi geçmiş, bunu ayarlayacaksın veya bunu gözeteceksin. Çünkü böyle bir karışıklık var. Fakat bütün bu tedbirlere rağmen insanlar hâlâ alaturka saati on yıllarca kullandılar, ben bunlara şahidim.
Bir de bir yazıya rastladım: Burhan Felek, Şeyhü’l-Muharririn demişler eskiler. Onun yazmış olduğu Doktorun Merakı yazısı var. Herhalde Tevhid-i Efkâr gazetesinde yazmış bu yazıyı. Şimdi bir doktor da anlayamamış bu zevalî saati, nasıl oluyor, gündüzün ortasında biz saati niye 12 yapacağız? Bu gecenin ortasında niye saat 12 oluyor, diye sormuş yani bir mektup yazmış. Nasıl ayar yapacağız, nasıl ayarlayacağız biz bunu? İşte o da tabi devrimci olduğu için bunu izah etmeye çalışıyor, astronomik hesaplar falan veriyor. Veriyor amma verdiği malumatlardan kendisi de ikna olamamış ki bir fıkra anlatıyor: Harem ağasının biri saat almış. Fakat gariban, saati kullanmayı bilmiyor. Yani nasıl okuyacak? Rakamlar var, bunlar nasıl okunuyor, saat nasıl çalışıyor, nasıl ayarlanıyor, nasıl oluyor bunu bilmiyor. Fakat adam harem ağası, zengin, gösterişli de bir saati var, illa da göstermek istiyor, hava atmak istiyor etrafa. İşte derken saatli olan birisini gözetliyor. Geldiğinde soruyor saat kaç diye. O da diyor ki saat 3. O da çıkarıyor, açıyor saatini, “Benimki de ôyle” diyor. Şimdi bu fıkrayı da şunun için anlatıyor. Diyor ki bize de bu hesapları söylüyorlar, onlar öyle diyorlar, ha diyor işte bizimki de bôyle. Yani şu anda bu saati kullanıyoruz ama niye böyle kullanıyoruz? Bu, harem ağasının kullanması gibi.
Alaturka saat ve takvimimizin hususiyetlerinden bahsetmişken bir reklam arası... [İstiklâl Takvimi’ni göstererek] Şimdi bu elimdeki takvim basit gibi gözüküyor ama zannedersem hazırlanması 6 ay sürüyor. 6 ay içerisinde 10-15 kişi çalışarak bu takvimi bu hale getirdiler. Takvim Muharrem ayıyla başlıyor. Muharrem, pazar. Ve burada bir tarih var görüyorsunuz. Hangi senedeymişiz? 1438 senesine girmişiz. Hususi büyük yazdık, ki birçoğumuz şu anda bundan haberdar değiliz. Ben soruyorum koca koca adamlara, biz hangi yıldayız? Kimsenin bundan haberi yok. Hatta 20 sene geriden söyleyenler var. Hatta bazen de 30 sene ileriyi söyleyenler var. İşte bunlardan haberdar olunsun diye duvara asılması gerektiğine karar verdik ve duvara asılan bir takvim meydana getirdik. Takvimimiz işte günün tarihini, tarihî olaylarını bizim kendi yazımızla veriyor; ve Müslüman saatine göre, işte akşam ezanı saatine baktığınız zaman her yerde saat 12; bu da dikkatinizi çeker. Efendim, İstanbul var, Konya, Ankara, Gazi Antep...
Fikret Demir: Şanlı Urfa, Bartın, Adana, Kahraman Maraş, Giresun, İzmir.
Ve bu işte hilâlin şekli, işte Muharrem hilâli gördüğünüz gibi, beyaz şekilde gösteriliyor ve burada onun altında bir kısım var: günün uzaması veya kısalması. Yani bu neye lazım; onu da izah edelim. Akşam ezanı 12’de okunacak ya, saatimizi 12 yapacağız ya, akşam ezanı ne zaman okunacak, bu müezzinlere daha çok lazım. İşte günün kısalması 2 dakika önce diyorsa, 2 dakika önce ne yapacak? Ezanı okuyacak, saatini 12 yapacak. Veya işte uzadı diyorsa 1 dakika sonra veya 2 dakika sonra ne yapacak, uzatacak. Ve bu takvimimizin bir başka hususiyeti de arka sayfasında Türkçeyi öğretiyor. Hiç okuma bilmeyenler resimler yardımıyla kendi kendine yazıyı öğrenebilir. Ve piyasada gördüğünüz Türkçe öğretim kitaplarının en kalitelisidir. Efendim?
Durmuş Küçükşakalak: Bundan ahseni yok.
Evet. Bundan daha ahseni de yoktur. Onu da belirtelim. Çünkü bütün zamanların fiil çekimleri, bütün mastarlar, lisanımızdaki bütün kelimeleri kullanmaya çalıştık ve ayrıca bu sene de 14, 15, 16. yüzyıllara ait edebî metinlerimizi alıştırma metni olarak da buraya ilâve ettik. Takvimimizin kullanılması böyle. Yani biz ne yapacağız? İşte, hatırlayacağız. Müslümanlığımızı hatırlayacağız. Açacağız, bakacağız, diyecek ki işte 13 Muharrem cuma günü. Ve bu seneye bakacağız, peygamberimiz hicret edeli 1438 sene olmuş diyeceğiz. Biz 1438. senedeyiz. Bunu hatırlayacağız.
Benim çocukluğumun geçtiği köyde bazı insanlar vardı. Ben belki de bu bakımdan çok şanslı insanlardan biriyim. İşte İsmet Bey’in de dediği gibi, içinizde cönk görmüş adamım ben. Cönk taşıyan insan görmüş adamım. Cönk herkes görebilir de… Babam imamdı, okuma yazması olduğu için adam geliyor, uzak bir yerden de geliyordu, şu şiiri bana oku diyor. Fakat bilmiyorum o cönk onun dedesinden mi geldi? Bilemiyorum ama o cönkü o adam taşıyor. Babam da o şiiri okuyor. Bu büyüdüğüm yani ilkokul üçüncü sınıfa kadar bulunduğum köyde işte Taplı Mustafa Amca diye biri vardı. Taplı. Tap demek ölçü demektir. Taplı demek çok ölçülü bir adam anlamına gelir. Ve bu insan asla kağnısını terk etmedi, at arabasına da geçmedi. Hiçbir teknolojik aracı, ürünü kullanmadı, bunlar gâvur icadıdır, bunlar yaramaz dedi. Ve hiçbir traktörün üzerine binmeden de ömrünü geçirdi. Vefat etti, Allah rahmet eylesin. Ve bunu Müslümanlığından dolayı yapardı. Şehre eşeğinin üzerinde gidip gelirdi. Ayrıca bu öyle beceriksiz, anlamayan bir adam değildi; adı Taplı bunun. Yani ona de ki şu camiye kapı yapılacak veya şuraya bir minder yapılacak. Çivi kullanmadan bütün ustalığıyla onu yapardı ki onun yapmış olduğu bir basit merpen var, hâlâ bizim evimizde durur, bize hediye etmişti. Yani kafası çalışan bir insandı.
Bir de Sakallı Dede vardı. İsmini bilmezdik ama “sakallı”ydı onun ismi, yani öyle kalmış. Bu köyümüzün camisine babam hoparlör taktırdı imam olduğu için. Babamla günlerce kavga etti. Yani buraya bu yapılır mı, buraya bu takılır mı, bu nedir böyle diye epeyce tartıştı. Hacca gidip geldi. Fakat asla uçakla veya bir vasıtayla değil. Bir gün yola çıktı, hacca gidiyorum diye, gitti. Biz öldü zannettik. Öyle konuşuluyordu köyde yani. 8 ay falan sonra geldi. Hayırlı mübarek olsun diye gittik elini öptük, zemzemini içtik. Şimdi bu fakirliğinden, garibanlığından dolayı değil. O işte motorlu araçlarla veya uçakla hacca gitmenin caiz olmadığını düşünürdü. Böyle yaşıyordu bu insan.
Bir de bizim köyün, babamın camisinin saati kilitliydi. Bunun sebebi de şu: Alaturkacılarla alafrangacılar arasında kavga olurdu. Tabi saat alaturkaya göre ayarlanıyor. Akşam namazında saat 12 yapılıyor. Fakat işte köyün gençleri var, onu bilmeyenler var. Geliyorlar, saat durmuş diye saate ayar veriyorlar. Bu sefer yaşlılar geliyor, kim bu saatle oynadı, derken bir kavga... Sonra mevzu anlaşılıyor. Bu sefer saati hangisine göre ayarlayacağız? Saat ayarlama yüzünden babam saate bir kilit takmak zorunda kaldı. Kilitli bir saat oldu. Ben işte o zaman ilkokul 1’e, 2’ye veyahut da gitmiyordum bilemiyorum. Yani bu alaturka saati, bunu insanların kullandığını gördüm.
Bununla da kalmadı. 1983’te ben liseden mezun oldum. Babamın merkeze tayini çıktı, Zile merkezde, Zincirlikuyu camiine. Orada da bu saati kullananlar, 1983’te hâlâ vardı. Meselâ Derviş Şükrü Dede. Yaşı 80 civarındaydı o zamanlar. Kur’an-ı Kerim okumayı öğretmiştim ona. Çünkü öğrenecek vakti olmamış. Okuyordu ama yani işte... Biraz okuyor, ama acaba ben niye doğru okuyamıyorum diye, yanlış okuyorum diye üzülüyordu. Ben de teselli babında dedim ki: Kur’an-ı Kerim, işte 10 kıraati var. Sende ona göre... “Aah oğul, birine uysa...” diyordu. Sonra bu dedemizin bir de unutmadığım bir âdeti vardı, sabah namazından sonra ilahi okurdu. “Lev enzelna”dan sonra, “hüvallahüllezi”den sonra. “Fâilâtün fâilâtün fâilât, alâ rasûlünâ salavât” diye başlardı, yani ölçüsünü veriyordu herhalde. Bu insanlar alaturka saat kullanırdı. Bir gün benden alafranga saatin, gâvur saatinin nasıl kullanıldığını öğrenmek istedi. Ben anlatıyorum ama anlamıyor. Dedim ki anlamak için bunu uygulamak lazım, saatini ayarladım. Ertesi gün suratı asık geldi, senin yüzünden sabah namazını kaçırdım dedi. Çünkü anlamamış, yani bu saate göre vaktini bir türlü ayarlayamamış.
Yine Mehmet dedemiz vardı. Ben ondan Muhammediye okudum. İşte caminin içerisinde atılmış kitaplar vardı; minberin altına konulmuş. Çünkü Kur’an-ı Kerim’in ve yazının yasaklandığı dönemlerde insanlar tavan aralarında, dolaplarda veya ahırlarda sakladıkları şeyleri daha sonra çıkardılar. Ortalıktan kaybolmasın diye veya yakmaya da gönülleri el vermiyor, camiye bırakıyorlardı. Ben de onları düzenliyordum. İşte bir gün ben orda okurken Mehmet dede geldi, o öyle okunmaz dedi. Mehmet dede -o zaman 80 yaş civarında- gözlüksüz Kur’an-ı Kerim okurdu ve senin gözün niye bozulmadı diye sorduğum zaman, “Ben abdest alırken gözlerimi yummam, özellikle yüzümü, gözlerimi yummadan yıkarım”. Buna bağlardı gözlerinin iyi olmasını. Ben de o dedikten sonra öyle yapıyorum, hâlâ gözlük kullanmıyorum, siz de deneyin, faydası olur inşallah. Gözlük kullanmayanlar için söylüyorum. O Mehmet dede dedi ki o kitap böyle okunmaz. Muhammediye’yi bir şekilde okudu. Aruz veznine uygun, vezinli olarak okudu. Bak bir de şöyle okunur dedi. Bu sefer de aynı makamla beraber Kur’an-ı Kerim okur gibi okudu, yani bu kitaplar böyle okunmaz diye. Sefer dedemiz vardı, Sezai amcamız vardı. Sezai ve Muhittin kardeşler. Bunlar ortak müezzindi. Bir caminin müezzinliğini, bir gün biri, diğer gün biri yapardı. Bunlar rüştiye mezunlarıydı. Bunlar asla alaturka saatten, Müslüman saatinden ayrılmadılar ki işte o dönemlerle ilgili İsmet Bey’in şiiri var:
bilmezdim neden bazı saatler
alaturka vakitlere ayarlı
(...)
Tokat
aklıma bile gelmezdi
babam onbeşli olmasa.
Ben de Tokatlıyım onun için atlayarak okudum.
Müslüman insanlar vardı ve bu saati kullanırdı. Ve bu saatle ilgili tespit ettiğim şeyler: İşte Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati”ni hepimiz okumuşuzdur, yazılış tarihi 1337, yani Hıristiyan takvimine göre 1921. Yahya Kemal “Ezansız Semtler”, yazılış tarihi 1922. Nazım Hikmet’in “Ağa Camii” ve “857” şiiri, onun da tarihi 1921. Bu tarihlerin önemi ne? Bu tarihler İstanbul’un işgal edildiği yıllar. Peki, burada yazılanlar ne? “Müslüman Saati”nde Ahmet Haşim bizim kendi saatimizi terk ettiğimizden dolayı başımıza neler geldiğini anlatıyor. Özet olarak böyle söyleyeyim yani. Biz bu saati terk ettik ve başımıza neler geldi, bunu anlatıyor. “Ezansız Semtler”… Yahya Kemal, ezan duymayan insanda nasıl millî bir hassasiyet olabilir diye düşünüyor. Yani Müslüman olmadan nasıl bir millî hassasiyet olacak? Nazım Hikmet’in “857” şiiri, 857 tarihi nedir? 857 İstanbul’un fethi tarihidir. Yani Peygamberimizin hicretinin 857’nci senesinde İstanbul fethedildi. Hıristiyanlar 1453 senesinde İstanbul’u kaybettiler. 1453 İstanbul’un kaybediliş tarihidir. 857 tarihi İstanbul’un fethi tarihidir. Yani kendimiz olmadan, kendi hususiyetlerimiz olmadan, takvimimiz olmadan, saatimiz olmadan kendi zamanımızda yaşayamayız, kendi günümüzde yaşayamayız. İslâm hayatımızda yoksa bir millet olmaktan, Türk olmaktan bahsedemeyiz. Nazım Hikmet’in “857” şiiri ve “Ağa Camii” şiiri. İşgal altındaki İstanbul’dan ve Beyoğlu’ndaki Ağa Camii’nden bahsediyor. Tabi İstiklâl Marşı’nı da söyleyelim ki o da o dönemlerde yazıldı. İslâm olmadan, ezanlar olmadan, şüheda hatırlanmadan memleketin kurtuluşu mümkün değil elbette.
Vaktimiz var mı? Bir kaç şey daha okuyacaktım... Yazımızla alâkalı bir şey söylemek istiyorum. Yine Mehmet Akif’ten bir şey söyleyeyim: “Milletin benzi sararmış işitilmez bir refah / Her nefes dört elifin sırtına binmiş bir ah.” Şimdi yazımızı bilmeden biz bunu nasıl anlayacağız? Yani bu ne demek: “dört elifin sırtına binmiş bir ah.” Ama tecvid okuyanlar, Kur’an-ı Kerim okuyanlar bunu anladı. Çünkü medd-i muttasıllar ve munfasıllar dört elif miktarı çekilir. Yani böyle ah değil, dört elif miktarı aaaah çekmek durumdasın yani, bunu söylüyor. Yazımızı bilmeden, saatimizi bilmeden, tarihimizi bilmeden yani takvimimiz olmadan biz nasıl Türk olarak yaşayabiliriz? Türk olarak yaşayamayız. Vaktimiz de sınırlı olduğu için ben sözü burada bitiriyorum. Mustafa Tosun Bey...
Mustafa Tosun:
Evet, yatsı ezanın okunmasına da çok az zaman kaldı. Bir de akşam ezanı itibariyle yeni yıla (1438) girmiş bulunmaktayız. Gâvurlar şöyle derler: Yeni yıla nasıl girdiysen, o yıl öyle geçer. Öyle bir şey yok zaten ama yine de namazımızı kaçırmayacağız inşallah. Bu sebeple konuşmamı kısa tutacağım. Takvim ve/veya takvimleme meselemize gelirsek, iki tane husus göze çarpacaktır. Birincisi takvimimizin neyi esas aldığı ve buna bağlı olarak ayların ve yılın kaç gün ettiğidir. İkincisi ise takvime neyin sıfır noktası yani başlangıç olarak alındığı meselesidir.
Birinci hususta esasında bir aya dayalı kamerî takvim, bir de güneşi esas alan şemsî takvim üzerine dönen bir mesele karşımıza çıkmaktadır. Bu manada hicrî ile milâdî kavramıyla, şemsî ile kamerî kavramları arasında mahiyet farkları var. Hicrî takvim başlangıcını hicrete dayamış olan kamerî (ay esaslı) bir takvimdir. Milâdî takvim ise başlangıcını sözde İsa’nın doğumuna dayamış olan şemsî (güneş esaslı) bir takvimdir. Dünyada, insanoğlunun tarihlere ilişkin esas alabileceği, kendi gözüyle görebildiği ay ve güneş var. Güneş ayın gününü belirleme de insana ilk elden ve kolay bir tespite müsait değil. Güneş gün içinde namaz vakitlerini gösterecek şekilde esas alınabilirken; tarihleme için ayın geçerli sayılması gerekmektedir.
Kamerî takvim veya ay takvimi, dünyanın güneş çevresindeki hareketleri yerine ayın tam devrelerini (sinodik ayları) temel alan takvimdir. Sümerler ve Babilliler ayları yeni ayın göründüğü gün başlatıyorlardı. Yahudi takvimi de aylar itibarıyla kamerî, yıllar itibarıyla Güneş esaslı (Lunisolar) bir takvimdir. Yahudi yılı sonbaharda başlar ve yılbaşına “Roş aşana” adı verilir. (Bu sene miladi olarak 2 Ekim 2016’da.) Yahudilerde aylar 29 veya 30 gündür. Artık yıl ve aylarla güneş takvimine uyarlanır. Biz Müslünmanlar ve tabii ki de Türkler hakiki takvimimizde ayı esas alırız. Bu takvimi güneş yılına uydurmak için ayar yapılmaz. Bu şekilde nesî adı verilen ay ekleme işlemi ayet ve peygamberimizin veda hutbesi ile kesin olarak yasaklanmıştır.
Meselâ kamerî takvime göre 40 yaşımdayım ben, şemsî takvime/güneş takvimine göre ise hâlâ 39 yaşımdayım. Benim üniversite diplomam da var. Eğer bir cumhurbaşkanı ihtiyacı olsa benden faydalanamayacaklar belki de. Çünkü cumhurbaşkanı olabilmek için 40 yaşı doldurma şartı bahis konusu. Ben şimdi 39 mu yoksa 40 mıyım? Bu sebeple esas alınan takvim ayrımı çok ciddi pratik sorunlar ve sonuçlar da ortaya çıkarabiliyor. Neyse... Cumhurbaşkanı beni andı herhalde.
Şimdi meselâ Robinson Crusoe kendi başına Allah’ı bulmuş olsa ayları nasıl belirleyecek? Namazını güneşin hareketlerine göre kılacaktır. Ancak ayın kaçı olduğunu anlayabilmesi için ise gökyüzüne bakması gerekecektir. Çünkü ayın sıralanmış bir şekilde belli şekil dizilimi olmaktadır. Yeni ay, doğan hilal -bayrağımızdaki gerçek yönüyle-, ilk dördün, ilk şişkinay, dolunay, ikinci şişkinay, son dördün, batan hilal şeklindedir. Ayda bir bu şekiller belirir ve bu şekillere bakarak ayın kaçı olduğu ve yeni bir aya girilip girilmediği rahatça anlaşılabilir. Bir kavuşumun yani ayın yerden görünen tüm evrelerini içeren tam bir çevriminin süresi 28,53 ortalama güneş günüdür (28 gün 12 saat 44 dakika ve 3 saniye). Onun için de az önce bahsedildi İngilizce “month”, Fransızca “mois”, Almanca “monat”, İtalyanca “mese”… şeklinde “30 günlük zaman dilimi olarak ay”, hep aydan türeme isimlere sahiptirler. Bizimki de ay anlamında, aksi takdirde bugün milâdî takvim gereği bir şey ay ile mukayyetken o bağdan kopartılıyor.
Güneş takviminde ise dünyanın konumu güneşin sabit yıldızlara konumuna göre hesaplanır, sonra güneş herhangi bir Zodyak takım yıldızının yakınında bulunduğu zaman belirlenir.
Başlangıç bakımından takvimler her kültür ve inanca göre farklılık gösterir. Şimdi dünyada takvimler var. Meselâ Mayaların takvimi vardı, dört sene önce tırtladı. Yani 2012’de tarih sona erecekti. Bu takvimle güya tarihin başıyla değil sonuyla ilgilenmişlerdir. Çinliler yıllara hayvan isimleri verirler. Meselâ, yılan, sıçan, öküz, maymun, köpek, tavuk... Çinlilerin başlangıç noktaları da belirsizdir.
Eski Mısırlıların uyduruk inançlarında güneş önemli bir yer tutmaktadır. Ra (Güneş Tanrısı) yanında Osiris ( Yeraltı ve Ölüler Tanrısı) ve İsis (Bereket Tanrıçası) gibi tanrılara inanırlar. Bugün birçok sapkın inancın, örgütün öncülü olan bu anlayış güneşin esas alındığı takvimde de yani güneş esaslı takvimin de öncüsü sayılır.
Yahudiler ise şu an için 5775 yılında iken 2 gün sonra 5776 yılına gireceklerdir. Bu şekliyle Yahudi takvimi, milattan 3760 yıl 3 ay önce başlar. Yahudilere göre takviminin başlangıcı yaratılışla başlar. Yahudiler bunu halen hem günlük hayatlarında hem de resmî yazışmalarında kullanıyorlar.
Antik Roma döneminde ayların şekli şu şekildedir: Bir yıl 365 gün 6 saattir. Bir yıl Venüs, Mars, Terminus (gençlik) ve Luventus (yaşlılık) diye dört aya bölünmüştür. Ancak Julius Sezar döneminde bir yıl içerisindeki bu ayrım yetersiz görülür ve takvimde yeniden düzenlemeye gidilir. Sezar bir de doğduğu aya kendi ismini (July) vermiştir. Augustus ise bir sonraki aya kendi ismini (August) vermiştir. Sezar’ın ayı 31 gün çekerken, Augustus’un ayı 30 gün çekiyormuş. Bunu çekmeyen Augustus da emir vermiş. Yılın son ayı sayılan Şubat ayından bir gün aldırarak kendi ayına ekletmiştir. Böylece o günden sonra Şubat ayı dört yılda bir 29 gün, diğer yıllarda 28 gün, Sezar’ın ayı Temmuz ve Augustus’un ayı Ağustos da peş peşe 31 gün çeker olmuştur. Gâvurun takvim işi bu kadar indîdir. Yapıntıdır.
Milâdî takvim ise milâd olarak İsa Aleyhisselâm’ın doğumunu esas aldığı iddiasındadır. Milâd, velâdet (doğum) sözcüğünden gelen Arapça kökenli bir sözcüktür. Hıristiyani bu takvimin özelliği onlara göre Tanrı’nın tarihe girişinin bahis konusu olmasıdır. Onların sapkın inancına göre Tanrı tarihe girmiştir. Bu nedenle sıfır yılı olarak kabul etmişlerdir. Bu takvim Juliyan takvimiydi. Her bakımdan çok başarısız bir takvimdi. Sonradan anladılar ki sıfır olarak kabul ettikleri yılda İsa Aleyhisselâm dört ya da altı yaşında. Bunun yerine ikame edilen Gregoryen takvim, Jülyen takviminin yerine Papa XIII. Gregory tarafından yaptırılan takvimdir. 4 Ekim 1582’de kabul edilmiştir. Daha önce 25 Mart olan yılın ilk günü, 1 Ocak olarak kabul edilmiştir. Gregoryen takvim oluşturulurken Jülyen takvimine 10 gün ilâve edilmiştir; 5 Ekim Cuma günü, 15 Ekim Cuma olarak kabul edilmiştir. 1752’de kabul eden ülkeler ise 11 gün ilâve etmek durumunda kalmışlardır. 11 günün tarihi tarih olmuştur. Julyen takvimini en son terk edenler İngiltere ve Rusya’dır. Bu yüzden Rusya’da Kasım ayında vuku bulmuş ihtilâle “Ekim Devrimi” denir; Güney Almanya’daki “Oktober Fest” Eylül ayı içinde kutlanır.
Bir de dikkatinizi çekmiştir, bu kadar güneşe tapıyorlar ama Mart ve Eylül ayı meselâ ekinoks tarihleri (gece-gündüzün eşit oldukları tarihler), onu dahi başlangıç olarak almıyorlar. Ekinoks ayın 21. günlerine denk geliyor. Bu dahi kendi içinde çelişkili ve kullanışsız şeylere meyledildiğini gösteriyor.
Biz bu sapkın anlayışın ürünü olan takvimi, hicrî takvimin yerine koyduk. Gregoryen takvimi Tanzimat sonrası 13 Mart 1840’ta Rumî Takvim olarak yuttuk. Rumî takvimin yılbaşı Mart ayı olduğu için halen vergi işlemleri için yılbaşı olarak Mart ayı esas alınır. 1925’te ise Miladi takvime gömüldük. Artık kendi çağımızda yaşamıyoruz, gerçek zamana ayak uyduramıyoruz.
Hicrî takvimin üstünlüğü daha dakik olması bakımından değil Mekke’den Medine’ye hicretin sıfır kabul edilmesi yüzündendir. Biz zamanı hicretten önce ve hicretten sonra diye ölçüyoruz.
İsmet Bey’in geçen hafta yazdığı yazıda çok önemli -hepsi önemlidir- bir nokta ortaya çıktı: Yahudiler anne karnına düşmekle kendilerine bir aidiyetlik, bir bağ, bir bağlantı kuruyorlar. Hıristiyanlarsa bu bağlarını, doğmakla (gerçek doğum vakıasının vaftiz ve communion -Aşai Rabbani- vasıtasıyla vuku bulduğu inancında) kuruyorlar. Şimdi az önce bahsedildiği gibi, Yahudiler kendilerini Tanrı’nın çocukları olarak gördükleri için onlar bir şekilde ortaya çıkışı, tarihlerini de yaratılışa göre aldıklarından dolayı öyle bir kafa yapısı ile hareket ediyorlar. Hıristiyanlar ise Hz. İsa Tanrı’nın oğlu hatta Tanrı olduğu için Tanrı’nın tarihe dâhil oluşunu kendilerine bir başlangıç olarak seçiyorlar.
Biz Müslümanlar yani biz Türkler açısından ise İsmet Bey’in ifadesiyle, biz Türkler olanca dikkatimizi doğum haline değil, doğumdan ölüme kadar geçen zaman aralığına, aradaki zaman boyunca benimsenen varoluş tarzına çevirmiş olduğumuz için bizim zaman algımız, Rabbimizin bize bildirdiği şekilde olur. Başlangıcı da öyledir, yürüyüşü de öyledir. Türklük gereği Cumartesi gününün adını biz Türkler Cuma’ya bağlamışız. Yani biz Türkler Kur’an’a bağlılıkta daha önde olduğumuz için Cumartesiye Cuma’nın ertesi demişiz. Arapçada bu Cumartesi gününe “sebt” denilirken hem de.
Tarihte hicrî takvime münafıkların tepki gösterdiğini, her 36 yılda bir fazladan zekât vermek güçlerine gittiği için karşı çıktıklarını da görüyoruz. Adam kesin olarak 36 yıl yaşayacağını ve fazladan zekât vereceği sıkıntısına düşecek kadar fareleşmiştir. İnsan ahsen-i takvim üzere yaratılmış ise bunu gerçek takvim olan hicrî takvimle kıvamına kavuşturabilir. Teşekkür ediyorum.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz. Şunu unutmamak lazım: Şu anda hepimizin kullandığı, bütün dünyanın kullandığı milâdî takvim sıfırdan başlayıp da 1, 2, 3 diye sayarak bugünlere gelmiş değildir. Hıristiyanların milâdî takvimi çok farklı bir şekilde kullanmaya başladıkları tarih 10. asırda, o da sadece kilisede ve devlet yetkilileri arasında olup biten bir şeydir. Milâdî 10. asra kadar Hıristiyanlar takvim diye bir şey bilmez. 1925’ten beri kullanmak zorunda bırakıldığımız ve milâdî olarak bildiğimiz takvim (nam-ı diğer Gregoryen takvim) Hz. İsa’nın doğduğu (tanrının tarihe girdiği) zamanı sıfır yılı kabul edilerek başlamış değil. Avrupa’da 1577’de başlatılan astronomi çalışmaları ilk olarak zamanın neresinde olunduğunun tespitiyle başlar. Yani Türkler mağlup edilebilir fikrinden sonra Hıristiyanların bir takvimi ve tarihi olmuştur, göğe bakmaya başlamışlardır. Teleskopun bilim dünyasına girişi de o zaman olmuştur. Zamanın neresindeyiz biz? Bu Müslümanların bir zamanı var, tarihleri var, her şeyi bir hesaba göre yapıyorlar, biz işin neresindeyiz diyerek oturmuşlar ve bunun için en iyi bildikleri tarihi; milâdî 325’teki I. İznik Konsili’ni sıfır yılı kabul etmişlerdir. İznik Konsili’nden itibaren astronomik hesaplar yapılır ve içinde bulunduklarını zannettikleri günün (4 Ekim) zamanın 10 gün gerisinde olduğunu Papa Gregoris’e izah ederler. Papa da: “Yarın 5 Ekim, bunu 15 Ekim yapıverin!” diyerek durumu düzelttiği rivayet edilir. Avrupalıların 1571’den, yani “Türkler mağlup edilebilir” fikrinden sonra aksaklıkları da olsa bir takvimi olur; bir takvimleri işlemeye başlar. Ancak İznik Konsili’nden itibaren hesap yapabilirler; çünkü en iyi bildikleri o. Ondan öncesi tam bir muamma… Meselâ Julius Sezar’a atfedilen Juliyen takvim çok daha berbatının yapıldığı bir takvimdir. M.Ö. 45 ile M.S 5. yıllar arası (50 yıl) “yanlış Julyen yıllar” olarak nitelenir. Hıristiyanların tarihlerinin başladığını kabul ettikleri yıl, yanlış kabul edilen yıllara denk gelir. İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ta verdiği bilgiyi, İsa Aleyhisselâm’la Eflatun’un (M.Ö. 427 – M.Ö. 347) aynı dönemde yaşadığı, İncil’in Eflatun’a ulaştığı bilgisini de hesaba katacak olursak milâdî takvimin elle tutulur, yüzüne bakılır hiçbir yanı kalmaz. Vahyi tahrif edenlerin, tarihi tahrif etmediklerini, etmeyeceklerini düşünmek ahmaklığın ötesi olur. Her neyse... Dinlediğiniz için teşekkür ederiz. Hayırlı akşamlar.
1 Muharrem 1438
İsmet ÖZEL: Selamün Aleyküm. Bu toplantı başlangıçta Ankara’da yapılmak üzere tasarlandı. Yani Ankara’da 8 Haziran’da aynı başlıkta bir toplantı yapmak istedik.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor.
Fikret Demir: Selâmun aleyküm,
Hoşgeldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel,
"TÜRKÜM DOĞRUYUM İNTİKAMIM ÜLKEMDİR" kitabının neşrolunması münasebetiyle İstanbul'da Fahri Genel Başkanımız Şair İsmet Özel himayesinde 2 Cemaziyelevvel 1441 Cumartesi günü İstanbul'da tertiplenen panelin tam metni: