"TEK DİL OLMADAN TEK MİLLET, TEK DEVLET, TEK VATAN, TEK BAYRAK OLMAZ"
BİRİNCİ CELSENİN TAM METNİ

Oruç Özel:

Selâmun Aleyküm,
 
Elhamdülillâhi Rabbil Âlemin, Vessalâtu Vesselâmu Alâ Rasûlinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn.
 
Hoş geldiniz. Bugün burada bir seminer için toplandık. İstiklâl Marşı Genel Merkezi’nin tertip ettiği “Tek Dil Olmadan Tek Millet Olmaz, Tek Dil Olmadan Tek Devlet Olmaz, Tek Dil Olmadan Tek Vatan Olmaz, Tek Dil Olmadan Tek Bayrak Olmaz” adlı semineri dinlemek için hepiniz tekrar hoş geldiniz.
 
İki celse halinde bugün bu semineri ifa edeceğiz. İlk celsemizde “millet” ve “devlet” mefhumları konuşmacılar tarafından bizlere izaha çalışılacak. İkincisinde de “vatan” ve “bayrak” mefhumları konuşulacak. Konuşacak üyelerimizi kürsüye davet etmeden önce bir duyuru yapmak istiyorum: Bu elimde görmüş olduğunuz mecmua İstiklâl Marşı Derneği’nin Konya Şubesi tarafından hazırlanan ve neşredilen “Hanyalı Konya” mecmuası. Bu, Çelimli Çalım’dan sonra çıkardığımız ikinci mecmuamız. Allah nasip ederse bu mecmuamızı önce iki aylık, daha sonra da aylık olarak neşretmeyi planlıyoruz. Buradan emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
 
Şimdi, “millet” ve “devlet” mefhumunu konuşmak için; İstiklâl Marşı Genel Başkanı Durmuş Küçükşakalak’ı, İstiklâl Marşı Derneği Genel Sekreteri Mustafa Tosun’u, İstiklâl Marşı Derneği İstanbul Şube Başkanı Lütfi Özaydın’ı, İstiklâl Marşı Derneği Konya Şube Başkanı Mustafa Deveci’yi, İstiklâl Marşı Derneği İstanbul Şubesi üyelerinden Bahadır Karadağ’ı davet ediyorum.
 
 
Durmuş Küçükşakalak:
 
Selâmun Aleyküm,
 
Bugün İstiklâl Marşı Derneği bir seminer tertip ediyor. Seminerimizin meselesi, konusu, bugün slogan haline getirilen “Tek Devlet, Tek Millet, Tek Vatan, Tek Bayrak!”. Bugün böyle bir slogan var. Bunun ne kadar yersiz bir şey olduğunu, havada bir şey olduğunu, sadece yersiz, havada olmakla kalmayıp Türk milletini Türk milleti yapan bu kavramların nasıl içinin boşaltıldığını bu seminerde izah etmeye çalışacağız. Adı üzerinde seminer bu; biraz daha malumat ağırlıklı olacak. Şimdi bu sloganlaştırdıkları dört kavramın içinde “dil” yok. Biz de diyoruz ki: Tek dil olmadan bunların hiçbirisi olmaz. Boşa konuşuyorsunuz. Tek dil niye yok? Bu slogandaki argümanların hepsi manipüle edilebilir. Başka başka etnik unsurlar tarafından başka başka adlandırılabilir. Hele Yahudiler tarafından... Mesela bunların hepsi bugün herkesçe anlaşıldığı manada yanlışlarla birlikte anlaşılabilir kavramlardır. Ama işin içine “Tek Dil”i koyduğunuz anda işin rengi değişir. Çünkü “Tek Dil”den kastın Türkçeden başka bir şey olmadığı -ikrar edilmese de- bilinir. “Tek Dil” dediğinizde -isteseler de istemeseler de- kimse başka bir dil ifade edemeyecektir. Onun için içine “Tek Dil” meselesini koyamamışlardır. Ha koysalar ne olurdu? Onların bildikleri Türkçe, anladıkları Türkçe acaba gerçekten Türk milletini inşa etmiş Türkçe midir? O bahs-i diğer; seminerimizin ilerleyen kısımlarında o bahse de gireceğiz. Ama bugün “Tek Dil” diyemeden, bunu ağızlarına alamadan bu kavramları sıralayabiliyorlar. Tek dil meselesini ağızlarına alamıyorlar çünkü “Tek dil Türkçe” dedikleri anda tek milletin Türk milleti olduğunu, tek devletin Türk devleti olması gerektiğini, tek vatanın Türk vatanı olacağını, tek bayrağın Türk bayrağı olacağını zımnen kabul etmiş olacaklarını hepsi gayet iyi biliyor.
 
Bunu bugün slogan haline getirenler 15 Temmuz tatbikatından galip çıkanlar, tatbikatı düzenleyenlerden iyi not alanlar. 15 Temmuz bir tatbikattı. Konusu ölçme ve değerlendirmenin konusu olan bir tatbikat. Gâvurlar Türkiye’de güçlerinin neye yeteceğini, nerelere etki edebileceklerini, bir ıslık çalınca kimlerin koşup geleceğini vesaire ölçüp biçtiler. Ölçme değerlendirmenin neticesinde hemen faaliyete geçtiler. Ondan sonra bu işler parlamıştır. 15 Temmuz’dan sonra herkes daha vatanperverdir, yerseniz. Daha milliyetçidir, yutarsanız. Daha devletçidir, devletçilikleri kesindir ama… Bu kavramların hepsi estirilen suni rüzgârla bir şeye malzeme, kullanılabilir bir malzeme olması açısından slogan haline getirilmiştir. 15 Temmuz’un asıl galibi Yahudilerdir. Bu slogandan onların anladığı ile o rüzgâra kapılanların anladığı arasında nispi ve dolaylı bir bağ var. Onun için bu sloganları, dördünü birden sıralama becerisine sahip insanların akıl hocaları Yahudilerdir. Bunun gözle görülür, çok göze batar bir işareti var. Hemen o hadiseden sonra bir kamu spotu hazırlanmıştı. Orada “Hepimiz Türkiye’yiz, Türkiye’yi yedirmeyiz” gibi bir sloganı olan bir kamu spotu hazırlamışlardı. Oradaki simalara bakarsanız Türkiye’yi kimlerin yedirmediğini, o hadiseden, o kirli istihbarat savaşından kimlerin galip çıktığını anlayabiliriz.
 
Şimdi, iki hafta sonra bir referandum yapılacak. Bunun da yine 15 Temmuz’la çok sıkı bir irtibatı var. Çünkü hemen o hadiselerden sonra biz birçok işin içine girdik. Hemen başkanlık sistemi, yeni anayasa meselesi ortaya atıldı. OHAL ilan edilip birçok kanun hükmünde kararname sıralandı. Hukuki olarak da, siyasi olarak da birçok işin içine girildi. Suriye’ye girdik mesela. Hemen daha 15 Temmuz’un kırkı çıkmadan olan şeyler bunlar. Yani bunun niçin tezgahlandığını da aslında izah eden şeyler bunlar. O düzmece darbe girişimiyle sersemletilen insanlar referandumla mankafa haline getirildiler. Hiçbir kimsenin hiçbir şey anlama kudreti kalmasın diye bu işler gündemde tutuluyor. 15 Temmuz Türkiye’nin 11 Eylül’ü dediler. Başbakan yardımcısı da söyledi, başkaları da söyledi bunu hatta Cumhurbaşkanı başdanışmanı da bunu böyle izah etti: “15 Temmuz’a tiyatro diyenler 11 Eylül saldırılarına da mı tiyatro diyorlar, diyecekler?” Bu gerçekten böyledir; yani söyledikleri doğrudur. Her ne kadar tiyatroculara hakaret olsa da bu söz, doğrudur. 11 Eylül saldırısında El-Kaide’nin rolü ne ise, 15 Temmuz’daki hadiselerde Fetö, metö gibi böyle gazetecilerin ağzına yakışan ayıp kelimelerle ifade edilen şeyin rolü odur. Aynı mantığın ürünüdür. 11 Eylül’den sonra doğan çocuklarına Usame adını koyan ve koyacak tıynette insanlar bugün 15 Temmuz’un aktörleridir, galipleridir. Ben şahsım adına bir kişi tanıdım en azından. 11 Eylül saldırısından sonra galeyana kapılıp çocuğunun ismini Usame koymuş. Güya Usame bin Ladin bu saldırıyı yapmıştı; El-Kaide yapmıştı falan. Her neyse. 
 

Meselemiz bu değil ama aynı zihin yapısıyla, aynı kazıkları defalarca yiyerek biz bugün içinde bulunduğumuz olayları değerlendirdiğimiz sürece bir şey anlama imkânımız yoktur. 15 Temmuz’dan sonra başımıza sarılan hadiseler için o kanlı tatbikat icra edilmiştir. Tatbikattan üç ay sonra Cumhurbaşkanı ifade etmiştir: “15 Temmuz çok bereketli oldu. Biz on senede yapacağımız işleri üç ayda yaptık.” Bu gerçekten böyledir. Mesela 15 Temmuz’dan sonra meclis feshedilmiştir veya tatil edilmiştir. Fesih ağır bir kavram diyebilirsiniz. Meclis tatil edilmiştir. Kırık dökük de olsa çalışan, çalışmaktan ziyade uluslararası çete-şirketlerin ayağına dolanan, işlerini yavaşlatan meclis 15 Temmuz bahanesiyle tatil edilmiştir. Kanun Hükmünde Kararname adı altında, avukat arkadaşlar daha iyi bilirler, birçok kanun çıkarıldı. Bunu takip eden ne bir muhalefet var ne bir merci var. Şu anda hangi kanunları çıkardıklarını biz bilmiyoruz. Mesela hemen 15 Temmuz’dan bir ay sonra, Ağustos ayında çıkarılmış Varlık Fonu Kanunu; fakat biz iki ay önce, Ocak ayında öğrendik. Her şey varlık fonuna devredildikten sonra öğrendik. Yani 15 Temmuz’dan bir ay sonra çıkarılmış, Ağustos ayında; fakat biz Ocak ayında öğrendik, bütün Kamu İktisadi Teşekkülleri bu fona devredildiğinde biz bunu öğrendik. Onun için bilmiyoruz, hangi Kanun Hükmünde Kararnameler çıktı. Türkiye’ye kanunen, hukuken ne yapıldı bilmiyoruz. Meclis de bilmiyor. Çünkü meclise uğramadan, meclis bypass edilerek bu işler yapılıyor... Şu anda böyle bir ülkede yaşıyoruz. Yani onun için “Tek Devlet” dediğimizde kocaman bir soru işareti: “Ne devleti, kimin devleti?” Varlık Fonu Anonim Şirketi, kurulan şirketin ismi. Anonim şirket kuruluyor. Yani resmi ismi bu: “Varlık Fonu Anonim Şirketi”. Ve hiçbir denetim mekanizması olmadığını avukat arkadaşlar söyledi. Ne meclis denetleyebiliyor bu kuruluşu ne başka bir teftiş kurulu var. Bu kurul Türkiye’nin şu anda bütün varlıklarını idare edebilir pozisyonda. Onun için bunların hepsi bizleri ayakta uyutmak için sıralanmış sloganlardır. Doğruları buradadır: Adı konulmamış bir millettir. Musibeti kollayan bir devlettir. Sınırları inkar edilen bir vatandır ve manası saptırılmış bir bayraktır. Bugün tek dil olmadan bahsedilen “Tek Bayrak, Tek Millet, Tek Devlet, Tek Vatan” işte afişimizde sol tarafta, sloganların tercümesi sağ taraftakilerdir.
 
Biz, “1960’a kadar Kur’an devleti içinde yaşıyorduk. Ondan sonra yavaş yavaş bir istihbarat devletidir yaşadığımız şey” dediğimizde, “hatta şimdi bir istihbarat şirketidir, onu da aşmıştır” dediğimizde “Nasıl yani, tek partiye rağmen mi biz Kur’an devletinde yaşıyorduk?” diye hemen itirazlar yükseliyor. Evet biz o beğenmediğiniz, tukaka ettiğimiz CHP veya tek parti döneminde, Mustafa Kemal dönemini de içine katarak söylersek, evet biz bütün o başımıza gelenlere rağmen bugünle kıyas edilmeyecek derecede bir Kur’an devleti içinde yaşıyorduk. Bunun en önemli işaretlerinden birisi de 1942’de çıkarılan Varlık Vergisi kanunudur. Bugün Varlık Fonu! O gün Varlık Vergisi! Varlık Vergisi adı altında bir verginin çıkması, bizim Kur’an devleti olduğumuzun işaretlerinden birisidir. Vergi verecek unsurların sıralaması bile... Yani en yüksek vergi Yahudilerden alınacaktır. Daha sonra sıralamada Ermeniler, Rumlar... Rumlar ve Ermeniler, Müslümanlar şeklinde kademe kademe azalan çok yüksek bir vergi kanunu çıkartılmıştır. İşaretlerinden birisidir. Bugün biz o devletten çok çok uzak bir şirkette yaşıyoruz. Yani bu içinde yaşadığımız şeye devlet denemez. Önceden de söylemiştim yani bunu Cumhurbaşkanı da ifade etti, Başbakan da ifade etti: “Biz Türkiye’yi anonim şirket gibi yöneteceğiz. Yönetmek istiyoruz.” dediler. Varlık Fonu referandumdan sonra başımıza sarılacak belalardan çok daha ileri bir adımdır. Onun için şu anda Türkiye Cumhuriyeti Devleti diye bir devlet yok. Varlı fonunu kim istemişse, kim idare ediyorsa devletiniz o demektir. Devlet adı altında nasıl bir şirketin çalışanlarıyız? O şirketin ortakları kimlerse maaşlarınızı verecek olan onlardır, terfiinizi ayarlayacak olan onlardır. Devlet adı altındaki şirketin sermayesini veren düdüğü çalacaktır. Bugün böyle bir ülkede yaşıyoruz. Bunları bilerek konuşalım, dinleyelim.
 
Şimdi, meselemiz: Millet nedir? Bu manasını saptırıp adını koyamadıkları millet nedir, bunu izah etmeye çalışacağız. Ha adı yok da koyamıyorlarsa tamam, amenna. Yani “Bu millete biz ne diyeceğiz? Bilemedik ne diyeceğimizi. Bu millete Türk milleti denir mi?” diyorlarsa tamam, yerinde bir şey söylüyorlar. “Bunların bildiği derin bir şeyler var herhalde” deyip kulak verebiliriz. Ama bir şeyleri gölgelemek, başka etnik gruplar incinmesin falan filan için yapılan bir şey bu. Adını bile-isteye söylemedikleri bir şey. “Bu millet” diye dillerine bir şey takıldı. Söyleyemiyorlar, çıkmıyor bir türlü. Ha dediğim gibi “Türk milleti” deseler yahut “Türk devleti” deseler -diyemezler o ayrı- ama deseler yine doğru bir şey demeyeceklerini biliyoruz. Çünkü yanlış kurulmuş bir saat bugünkü Türkiye’yi idare eden mekanizma. Yanlış kurulmuş bir saat, yanlış kurulmuş saat hiçbir zaman doğruyu göstermez. Durmuş bile olsalar en azından günde iki sefer “Ha bu adamlar doğru söyledi şimdi” diyebileceğimiz bir şey olur. Ama yalanlar üzerine inşa edilmiş yanlış bir mekanizma, yanlış programlandığı için, yanlış kurgulandığı için o mekanizmada yer kapanlardan doğru bir şey sadır olmasına imkân yoktur. Bir tek hadise gösteremezsiniz Türkiye lehine yapılmış, yapılabilecek tek bir hadise gösteremezsiniz son on beş yılda. Gâvurlar ödevlerini ve paralarını verir onlar yapmak mecburiyetindedirler. Hoş, hiç de mecburen yaptıkları bir şey yok. Gönüllüce, bile-isteye yapıyorlar. Bir bilgisayar programıdır, bir simülasyon programıdır AKP ve yanlış kurgulanmış bir programdır. Zamanı gelince de programın fişi çekilecektir. Yerine başka kandırmacalar konacak.
 
Şimdi millet... Kur’an-ı Kerim’de toplulukların bir sıralaması vardır. “Halk”ı bilmiyorum, “halk” nedir ama “kabile” en küçük sınıftır. Birbirini “kabul” eden, “makbul” saymış insanların oluşturduğu şeydir “kabile”. Bu kabileler vahye muhatap olarak “kavim” haline gelirler. Yani bir “kıvam” tuttururlar. Bir kıvama ererler. İlla vahyi kabul edecekler diye bir şey yok. Vahyin karşında durarak da, vahye göre bir pozisyon belirleyerek kabileler kavim haline gelir, küfürde bir kıvam tuttururlar. Ve biz Rasûlullah’la bir milletten bahsedebiliriz çünkü Resûl-ü Ekrem’le bir şeriat başlamıştır. “Millet” demek “din” demektir, “şeriat” demektir. Başka bir manası yoktur. Yani bu adını koymaktan çekindikleri millet, tamamen dine merbut, şeriata merbut bir millet olduğu için, bütün tarih boyunca kâfirlerin başını ağrıtan tek millet olduğu için bunu kâfirler istemiyor. Bırakın varlığını, adının bile anılmasını istemiyorlar. İçimizdeki kâfir yalakaları da kendi niyetlerini örtecek bu şeyi tanımlamayı yani tanımsız bir millet, adsız bir milleti izah edip durmayı, bunu anıp durmayı marifet zannediyorlar.
 
Şimdi Kur’an-ı Kerim’deki o sıralamada bir “halk” diye de bir şey var. Yani “halk”la “millet” nedir? Bu beşerle insan farkı gibidir. “Halk” yaratılmış olan yani yaratık. “Beşer” de hakeza insanın en ham hali. Vahye muhatap olup olmadığına göre, bir şeyi seçip seçmediğine göre bir beşer insanlık seviyesine yükselir veya beşerlik seviyesinde kalır. Halk da bu şekildedir. Yani halk kalınır ama millet olunur. Olunan bir şeydir. Şimdi tabi bunların mesnedi hep... Dilimizi kaybettiğimiz için bu kavramların da ne olduğunu tam anlayamıyoruz. Türkçe olmadan olacak şeyler işte bu adı konmamış millet, musibeti kollayan devlet… Türkçe olmadan bunlar oluyor. Türkçemizi kaybettik biz ve Türkçe diye bildiğimiz dil şu anda papağanların konuştuğu bir dil derekesine düşmüş vaziyette. Türkçe itikadî bir dildir. Türkçe tamamen Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden neşet etmiş bir dildir. Bu öyle hiç yorum, tevil falan filan hadisesi değildir. Tarihte ne kadar geriye gidebilirseniz gidin -Türkçe bir şeyler bulmak için- bulabileceğiniz Kur’an ve hadis dışında bir yere dayanmaz. Mesela Türklere ait yazılı en eski kaynak Orhun Kitabeleri’dir. Miladi VIII. asrın ilk çeyreği, işte 725’ler 735’ler arası; ondan sonra başka nasıl bir kaynak bulursunuz Türklere ait? Uygarlığın da kaynağı olarak gösterdikleri Uygurlar vardır. Hem kelimenin kökü bakımından; uygar “uygur”dan gelmiş falan derler, hem de bir tarım, bir sanat, bir kültür merkezi olarak Uygurlar ön plana çıkarılır ama Uygurlara ait bir tek yazılı eser yoktur, gösteremezler. Uygurların kendilerinin Uygurca yazdıkları bir tek eser yoktur. Dört beş tane eser sayarlar ama bunlar Çinceden, Sanskritçeden çevirilerdir; Uygurcaya çevirilerdir. Yani şunu izah edeceğim. Orhun Kitabeleri’nden siz Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’e kadar Türklere ait bir yazılı eser diye bir şey bulamazsınız. Orhun Kitabeleri’nin ne kadar ait olduğu, o bahs-i diğerdir. Ama bu Türkler üç asır boyunca sanki hiçbir şey yazıp çizmemişler gibi... Ki öyledir. Hatta “Türk Edebiyatı” da ikiye ayrılır: İslâmiyet etkisindeki Türk edebiyatı, İslâmiyet etkisi olmadan önceki Türk edebiyatı. O önceki kısma dair sayabileceğimiz örnek yoktur. XIX. asırda Finli filologların ilk defa yazıya geçirdikleri destanları -bunlar sizin deyip kakaladıkları- bulabilirsiniz ancak. Saydığınız bildiğiniz bütün örnekler Dîvân-ı Lugâti’t-Türk’ten başlamak üzere hep “İslamiyet sonrası Türk edebiyatı”na ait eserlerdir. 
 
Dîvân-ı Lugâti’t-Türk; Türk Lügati, adı üzerinde. Bu eseri herkes zanneder ki “Öztürkçe”! Kaşgarlı Mahmud Kaşgar’da oturmuş yazmış falan. Ama bu eser Arapça yazılmış bir eserdir. Yani Arap harfleriyle Türkçe yazılmış bir eser değil, Arapça yazılmış bir eserdir. “Türkçe” kelimeleri verir Kur’an harfleriyle. Karşılığında açıklama kısmı Arapçadır. Arapça bir lügattir Türkçenin ilk lügati! Bu niye böyle diye sorduğunuzda hemen edebiyat tarihçilerimiz, edebiyatçılarımız derler ki: Kaşgarlı Mahmud, Araplara Türkçe öğretmek için bunu böyle yazmıştır! Çok havalı bir şey! Yani düşünün: XI. asrın ortasındasınız, daha kendi dilinizin lügati yokken siz dillerinde Kur’an inmiş, hadis-i şeriflerin hepsi dillerinde derc edilmiş insanlara tangur tungur bir dil öğretmeye çalışacaksınız. Onlar da çok meraklılardır eminim! Sanki Türkler, Orhun Kitabeleri’nden sonra üç asır boyunca durmuşlar, durmuşlar, durmuşlar ve en son Araplara hadlerini bildirmişler Dîvân-ı Lügati’t-Türk’le! gibi öyle saçma bir bakış açısıyla bir şeyler anlatırlar ve biz de anladığımızı zannederiz. Hâlbuki hadise hiç de öyle değildir. Dîvân-ı Lügati’t-Türk -hadi tarihçilerin hatırına Türkler diyelim- “Türklere” Türkçe öğretmek kastıyla yazılmış bir kitaptır. Karahanlı medreselerinde Türkçe tedris etmek üzere yazılmıştır. Yani o Orta Asya’da Müslüman olan ahaliye “Bakın, siz Müslüman oldunuz, sizin ana diliniz budur.” demek suretiyle Kaşgarlı Mahmud’un Bağdat’ta yazdığı bir eserdir. Zannetmeyin ki Orta Asya’da yazılmıştır. Kaşgarlı Mahmud, Kaşgar’dan çıkmış Bağdat’ta yirmi küsur sene hadis, tefsir, fıkıh tedris etmiş, o tedrisatın neticesinde memleketine bir lügatle dönmüştür. O, bizim bildiğimiz Dîvân-ı Lügati’t-Türk’tür. Yani “Türklere” Türkçe öğretmek kastıyla yazılmış bir eserdir. İlk eserdir. Orhun Kitabeleri’ni karıştırmayayım, karıştırdıkça kokusu çok çabuk yayılan bir şeydir çünkü… Onun dışında dediğim gibi Uygurlara ait dedikleri eserler de Çinceden tercümedir; bunu makalelerden açıp bulabilirsiniz. İşte “Papamkara, Kalyanamkara…” mı neydi… Böyle “Sekiz Yükmek” falan… Bunların hepsinin tercüme olduğunu, çoğunun Çinceden, bir kısmının Sanskritçeden Uygurcaya tercüme olduğunu makalelerden bakabilirsiniz. Yani ilk eserimiz Dîvân-ı Lügati’t-Türk Arapçadır.
 
Kutadgu Bilig? İsmine bakınca Orhun Kitabeleri’nden daha “Türkçe” gibi! Bu da aynı Kur’an harfleri ile yazılmış, Hakânî lehçesi dedikleri Karahanlıların lehçesinde yazılmış bir eser. Ama Kur’an harfleri ile yazılmıştır Yusuf Has Hacib tarafından. Her bir satırının hangi ayete, hangi hadise dayandığına dair yine sekiz on tane makale bulursunuz. Kutadgu Bilig’in de üç nüshası var, bilinen en eski üç nüshası… Bunlardan ikisi Arapça biri Uygurca. Reşit Rahmeti Arat diye birisi var, o da der ki: Uygurca olan nüsha Arapçadan tercümedir. Yani orijinali Uygurca değildir. Arapça bir nüshadan tercümedir vesaire. Yani Edip Ahmet’in Atabetü’l Hakâyık’ı da deseniz, Ahmet Yesevi’nin Dîvân-ı Hikmet’i de deseniz bunların hepsi Kur’an harfleri ile yazılmış, Kur’an ve hadis bilgisi ile neşet eden eserlerdir. Müelliflerinin ismi ne kadar “öz Türkçe” ise o eserlerde o kadar “öz Türkçe”dir. Dîvân-ı Lügati’t-Türk’te “Türkçe” kelimelerin –“öz Türkçe” mi diyelim ona artık- dizilişi ve tasnifi tamamen Arap dilinin hususiyetlerine göre sıralanmış bir şeydir. Ben meseleyi fena dağıttım. 
 
—İyi dağıttın!
 
İyi dağıttım değil mi? Evet. Onun için şimdi İstanbul şubemiz üyesi Bahadır Karadağ’a söz vereyim. Onun devlet bahsinde bize izah edecekleri var. Buyurun Bahadır Bey…
 
Bahadır Karadağ:
 
Teşekkür ederim. Selâmun Aleyküm,
 
“Devlet” kelimesi tedavül etmek, deveran etmek anlamına geliyor. Yani dolaşımda olan bir şeyi ifade ediyor. Bunu, elden ele dolaşan/geçen bir güç olarak anlayabiliriz. Batı dillerindeki karşılığı Fransızca “l’état”, Almanca “Staat”, İngilizce “state” kelimeleridir. Bunlar aynı kökten kelimeler. “Statü”, “statüko” kelimelerinden tanıdığımız bir kelime; hal, vaziyet, şartlar anlamlarına sahip. “Status Rei Publicae” diye ülkenin varlığı, mevcudiyeti anlamına gelen bir Latince deyişten türeyerek siyasi organizasyon manasında, “state” manasında “status” kelimesi bir anlam kazanmış. XIII. yüzyıl olarak geçiyor bu. Aynı zamanda bu “statü”nün nizam, düzen anlamları da var.
 
Bizim lisanımızda “devlet” kelimesinin böyle doğrudan siyasi organizasyonu kasteden bir anlamı yok. Bu sonradan oluşmuş bir şey. Bunu edebiyatımıza müracaat ederek kolaylıkla görebiliriz. Mesela Muhibbi mahlasıyla yazmış Sultan Süleyman: “Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” demiş. Yine mesela Süleyman Çelebi'nin şiiri Mevlîd-i Şerîf (Vesiletü'n Necat)’ta Âmine Hatun için de bir beyit var: "Ulu devlet buldun ey dildâr sen / Doğiserdir senden ol hulk-i hasen" diye. Bu iki örnekte de meselâ “devlet” kelimesi bizim anladığımız “devlet” kelimesi değil. Fakat Dadaloğlu’nda meselâ: “Hakkımızda devlet etmiş fermânı / Fermân pâdişâhın dağlar bizimdir” deniyor. Bu bizim bugünkü bildiğimiz manaya yakın. Fakat bu da 1800'lerin başlarında söylenmiş bir şiir. Meselâ Osmanlı Devleti diyoruz bugün, ama Osmanlı Devleti kendisini Osmanlı Devleti olarak tesmiye etmemiş. Osmanlı kısmı zaten 19. yüzyılda karşımıza çıkıyor. Devlet-i Âliye tabiri var. Bu ilk defa 16. yüzyılda kullanılmış zannedersem ve orada da bazı münâkaşalar var; yani meselâ doğrudan padişahı kastettiği kullanımları da vâkî “Devlet-i Âliye”nin. Ya da sadece pâyitahtı kastettiği kullanımlar da varmış. 18. yüzyıla kadar tam olarak bir siyasi organizasyonu kastettiği söylenemez. Kanûn-u Esâsî’de (1876) Devlet-i Osmaniye diye karşımıza çıkıyor.
 
Aslında “devlet” kelimesi, ikbal, saadet, baht gibi manalara geliyor. Bir yakıştırma olarak tarih yazarları tarafından bilhassa kullanılmış ve zamanla bugünkü kullandığımız anlama oturmuş. Meselâ Âşıkpaşazâde'nin “Hakdan erdi sana baht u devlet / Cihân içre olan devrân senündür” gibi bir beyti var manzum tarihinde. “Baht u devlet” diyor yani devlet kuşu, huma kuşu hikayesinde olduğu gibi. Aslı itibariyle “mülk” kelimesi siyasi organizasyonu ifade eden kelime. “Malik” de hükümdar demek, “memleket” de aynı kökten. Sonuçta bu etimolojik tahlillerin bize söyleyeceği şöyle bir şey olabilir: Biz devleti hiçbir zaman hayatımızın merkezine koyarak yaşamamışız. Yani kendimiz merkezdeyiz, devlet değil. Bu, “Din esastır devlet onun feri olarak vardır” anlayışını aksettiren bir şey olarak yorumlanabilir.
 
Tabi bu bizim devlet anlayışımızdaki espri bir yana, devletin ya da hükmetmenin diyelim, tarihi oldukça eski; 3 bin yıllık bir tarihi olduğundan söz edilebilir. Fakat devlet üzerine düşünmek modernite'yle ortaya çıkan bir şey. Yani modernite öncesine baktığımız zaman, meselâ Platon’un Türkçeye “Devlet” diye tercüme edilen kitabın, İngilizce “Republic” diye tercüme edilen kitabın asıl adı “Politeia”; bu da “polis”ten geliyor. “Polis” Yunanca şehir demek. Yani şehrin idaresiyle alâkalı bir mesele var. Yoksa öyle ayrı bir entite olarak devlet var ve üzerine düşünülen bir metin değil. Bu dediğim gibi modern bir şey daha çok.
 
Tabi moderniteyle modernite öncesini ayırıyoruz. Bunun asıl sebebi Batı Medeniyeti dediğimiz şeyin anti-Türk bir şey olmasıdır. Tabi bu bize böyle anlatılmaz. Hangi tarih kitabına bakarsak bakalım Antik Yunan’la Batı Medeniyeti'nin başladığı söylenir. Ama bu bir yakıştırmadır, bir uydurmadır. Türkleri bahis konusu etmemek için, sanki böyle bir zincirin devamı şeklinde anlatılır ve öyle anlarız. Kendi gelecek kaygılarıyla alakalı bir geçmiş uydurmuşlardır. Tabi bu geçmiş, kendilerine beğendikleri bu geçmiş, geleceklerine de tesir etmiş bir şey. Yani Batı Medeniyeti aslında mitolojik bir şey. Gerek felsefesiyle olsun, gerek 16.-17. yüzyılda doğmuş olan bilimsel dünya görüşüyle olsun, gerekse dinleriyle olsun mitolojik bir çerçevenin içine sıkışmış bir şeydir. Ondan öteye geçebilmiş bir şey değildir. Bu hem kendilerine seçtikleri geçmişin mitolojik karakteriyle alakalı, hem de İstanbul’un fethinden sonra Bizans’tan Avrupa’ya, bilhassa İtalya’ya gitmiş Antik Yunan uzmanları, Homeros uzmanlarıyla alakalı bir şey. Çok sonradan adına Rönesans dedikleri süreç.
 
Bu şunun için önemli: Devleti nasıl anladıkları da aynı çerçevede düşünülebilir. Yani bu mitolojik çerçeve Batı düşüncesinde devam etmiştir. Meselâ Thomas Hobbes’un “Leviathan” diye bir kitabı var. Orada zaten başlık olarak seçtiği isim mitolojik bir figürdür. Tevrat'tan geldiği söyleniyor ama bu Mezopotamya mitlerinden gelen bir şey. Yani böyle bir başlık seçmesi de manidar. Söylediği şeylere baktığımız zaman çarpışan iradelerin ardından bir düzen gelir. Antik Yunan mitolojisinde kaostan kozmosa geçilmiştir. Böyle bir hikâye anlatılır. Hesiodos’un “Theogonia” diye bir şiiri vardır. Orada tanrıların doğuşu, neyin nasıl olduğu anlatılır. Önce kaos vardır, bir boşluk vardır, düzensizlik vardır. Sonra düzen gelir. İşte Uranos oğlu Kronos oğlu Zeus. Bunlar birbirleriyle çarpışırlar. Kronos babası Uranos'u hadım eder. Zeus babasını, Kronos’u sürgün eder falan. Sonunda bir düzen gelir. Ya da işte titanlarla tanrılar savaşırlar. Sonunda Zeus galip gelir. Bu çerçevenin devlet anlayışlarına da oturduğunu söyleyebiliriz. Meselâ devletten önce bir doğa durumu tasvir ederler. Orada herkesin herkese karşı bir savaşı vardır. “İnsan insanın kurdudur” falan. Sonra bu insanlar kendi iradelerini bir üst mercie devretmek suretiyle devleti oluştururlar. İşte Leviathan dediği bu canavarı yaratırlar. Bu diğer “sosyal kontrakt” düşünürlerinde de müşterek bir şeydir. Sonradan tabi Alman düşüncesinde Kant’ta, Hegel’de, Alman idealizminde falan iş farklı yerlere de gitmiş. Hegel için mesela devlet, “mutlak”ın kendisi olmuş; yani, insanlığın ve tarihin nihâi amacı olduğunu söylüyor. Türk topraklarında padişahın atının dizgininden tutup “Gavur padişah!” denildiği bir zamanda -hemen hemen aynı zamana denk gelir, 1800'lerin başları olmalı- Hegel mesela Jena’ya giren Napolyon'u atının üzerinde gördükten sonra “Dünya ruhunu (‘Geist’ dediği şeyi) bugün at üstünde gördüm” der. Yani aramızda bu anlamda muazzam farklar var.
Batılılar haricinde bu devlet bahsinde kim ne demiş diye bakarsak -ne kadar mûteber bir isimdir asıl derdi nedir bir yana; çünkü İslam'ın Marx’ı diyorlar kendisi için- İbn Haldun'da bile belli bir müşahhas kavrayış çabası görürüz. Bir defa İbn Haldun Platon’un idealize edilmiş ütopik devletini, ondan etkilenerek Farabi’nin yazdığı Medînet'ül-Fâzıla’yı, bunların muhayyel şeyler olduğunu düşünerek dikkate almaz. Olanı kavramaya çalıştığını görürüz. Yine devlet öyle batılılarda olduğu gibi iradelerin karar verip artık kendi iradelerini bir üst mercie aktarmasıyla ortaya çıkmış bir şey değildir. Bu zaten hilkatle alakalı olarak tek bir insanın bile var olmasıyla, devlet gibi, mülk gibi, asabiyyet falan dediği kavramlar gibi... Bunlar beraber var olan şeylerdir yani. Öyle insanların ortaya çıkardığı şey değildir.
 
Biz bu espriyle yaşamış olduğumuzu görüyoruz. Bu söylediğim şeyler bunu ifade ediyor. Biz kendimizin üstünde bir otorite gibi görmemişiz devleti. Dediğim gibi “devlet”kelimesinde bile, kelimenin hikâyesinde bile böyle bir şey düşünülebilir. Biz üstümüzde Allah’ın otoritesinden başka bir şey tanımadığımız için, istediğimizi Allah’tan isteyip, beklediğimizi Allah’tan beklediğimiz için hiç böyle düşünmemişiz. Yani hiç böyle şeylerle meşgul olmamışız. Bizim tefekkürümüz de dinimizden ayrı düşünülebilir bir şey değil. Hele îtikâdî bir lisan olan Türkçe için bu böyledir. Biz nihayetinde “Mal da yalan mülk de yalan, biraz da sen oyalan” diye bakmışız. Bizim bir devlet sahibi olmamız tamamen bu espriyledir. Bugün de devlet sahibi olmamız bununla alakalıdır, dinimizle alakalıdır, İstiklâl Harbi’yle alakalıdır. Bu da “Bu toprakları gavurlara yedirmem!” diyen insanların yürüttüğü bir şey. Bugün bizim zihnimiz son derece çarpık durumda. Mesela bir devlet-millet ikiliğinden haberdar olmamız lazım; bir dikotomi, bir zıtlaşmadan haberdar olmamız lazım. Yani bu başından beri olan bir şey. Mesela bu toprakların İslamlaşması, vatanlaşması denildiği zaman insanların çoğu Osmanlı'nın kuruluşunu falan düşüneceklerdir aldıkları eğitim gereği. Ama bu hiç böyle değildir. Daha önceden gazâ beylikleriyle olmuş bir şey; Âhi teşkilatıyla olmuş bir şey. Ama Ankara’yı Âhilerin elinden kılıç zoruyla alan Osmanlılardır.
 
Devletten bahsettik. Türkçede millet din demek. Başka bir manası yok. “Nasyon”la falan alakalı bir şey değil. Bu devlet ve millet arasındaki mübareze de dinine uyanlarla dini uyduranlar arasında olan biten bir şey. Yani dinine uyan insanlar var. Bir de din uyduranlar var. Bu öyle sıradan insanlar değil, gayet işinin uzmanı, ehli kimseler tarafından yapılan bir şey. Bugün de hala yapılan bir şey. Kafirlerin ses etmeyeceği ayet, hadisler öne çıkarılır -diğerleri yokmuş gibi-. Bir şeyleri bir şeylere uydururlar. Uymak gibi bir dertleri yoktur. Mesela Haçova Meydan Muharebesi'nde dinine uyanlar vaziyet etmiştir işe. Savaşmakla muvazzaf askerler kaçtığı zaman, savaşmak zorunda olmayan diğer aksâm, işte aşçısı, seyisi, oduncusu ellerine ne buldularsa, yağmaya dalmış kafirin üstüne varmışlardır. Bir taraftan da nida etmişlerdir: “Kafir kaçtı!” diye. Bu bir dönüm noktası olmuştur bu muhaberede. Yani hiçbir zaman millet, Türk milleti kendi varlığını dininin varlığından ayrı görmemiş, kendisiyle dini arasında bir fark görmemiş. Diniyle milliyetini cem etmiş Türkler. Devlete de bu anlamda yol göstermiş. Onu İslamî görünüme icbar etmiş. Yeri geldiğinde korumuş kollamış. Ama devletin millete mukabelesi böyle değil. Milletin yükselmesi için, Türk milletinin önünün açılması için hiçbir faaliyet yürütülmediği gibi tam aksine şeyler olagelmiş ve halen oluyor.
 
Bu manada bizim hayatımızda merkezde olan bir şey değil devlet. Biz lisanımıza sahip çıkmalıyız. Yazımızı öğrenerek, yazarak Türkçemizi tanımalıyız, Türklüğümüzü tanımalıyız. Türkiye Cumhuriyeti'nin esprisi de budur. Öyle başka şeylerle alakalı değildir Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı. İnkılaplar falan gibi şeylerle alakalı değildir. İki harp arasında doğmuş dört tane devlet var: Nasyonal sosyalist Almanya, Faşist İtalya ve Bolşevik Devrimiyle -tabi hemen hemen cumhuriyetin ilanı yıllarına rastlar iç savaşın sona ermesi- Sovyet Sosyalist Rusya. Bunların hiçbirisi bugün yok ama Türkiye Cumhuriyeti var. Bu bizim varlığımızı, canımızı dişimize takmak suretiyle elde etmemizle alakalıdır. Bunu görmemiz lazım.
 
Bu anlamda Kur’an-ı Kerim’den neşet etmiş Türk lisanına, şiirden güç alarak yaşamış Türk milletine bir cesamet kazandırmamız lazım. Biz “Tek dil olmadan tek devlet olmaz”diyoruz. Bu sâiklerle diyoruz bunu. Türkçe’nin böyle bir lisan olduğunu bilerek bunu söylüyoruz. Lütfi Hoca’dan öğrendiğimiz kadarıyla “dil” ve “devlet” zaten köken itibariyle de aynı kelimeler. Yani belki diğerlerinden daha rahat savunulabilir bu anlamda “Tek dil olmadan tek devlet olmaz”. Dinlediğiniz için hepinize teşekkür ediyorum.
 
Durmuş Küçükşakalak:
 
Biz de teşekkür ederiz. Lütfi Hocam buyurun.
 
Lütfi Özaydın:
 
Selâmun Aleyküm,
 
Ayrıca ben de teşekkür ederim kardeşimize. Şimdi bahsetmiş olduğu şey “dil” kelimesiyle “devlet” kelimesinin aynı kökenden gelmiş olduğudur. İşte buradan başlayayım dedim. Daha sonra diğerlerini de izah edeceğiz. Aramızda “tedavül”ü sağlayan şey, bizi bir araya getirip, anlaşıp aynı itikat üzere bizi birleştiren şey, aramızda tedavül eden şey olduğu için, dolanan şey olduğu için... Ki “dolanmak” da oradan gelir; “dolaşmak” da bu kelime dâhilindedir. Hepsi “tedavül”dendir. Hatta “dalmak” da buradan gelir. Hatta “dil” eskiden casus manasında kullanılır, düşman arasında dolaştığı için, develan ettiği için ve düşmandan olan şeyleri bize söylediği için onun adı da “dil”dir. Dolayısıyla tek dil olmadan tek devletten bahsetmenin imkânı yoktur. Türkçe olmadan da Türkiye’den bahsetmenin imkânı yoktur. Bunu en sona saklamıştım ama… Şimdi biraz daha süslü konuşmak için Bahadır Bey’in bir beytini okuduğu gazelin tamamını okuyacağım. Kanuni Sultan Süleyman’ın yani Muhibbi’nin gazelinin tamamını okuyacağım:
 
Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
 
Saltanat didükleri ancak cihân gavgasıdur
Olmaya baht-ı saâdet dünyada vahdet gibi
 
Ko bu ıyş u ışreti çünkim fenâdur âkibet
Yâr-i bâki ister isen olmaya tâat gibi
 
Olsa kumlar sâğışınca ömrüne hadd ü aded
Gelmeye bu şîşe-i çarh içre bir sâat gibi
 
Ger huzûr itmek dilersen ey Muhibbî fâriğ ol
Olmaya vahdet makâmı kûşe-i uzlet gibi
 
Bir devletliden devleti şikâyet eden bir gazel. Bir devletli bundan şikâyet ediyor. Bir de devletli olamayanlar var. Onların da şikâyeti var. Nâbi merhum büyük şairlerimizden. O da şikâyet ediyor:
 
Bir devlet için çerha temennâdan usandık
Bir vasl için ağyâra müdârâdan usandık
 
Düştük katı çoktan heves-i devlete ammâ
Ol dâ’iye-i dağdağa-fermâdan usandık
 
Şimdi acaba hangisine hak verelim. Yani demek ki bu devlete bir sahip olan bir de sahip olmayan pişman. Ama ikisinin pişmanlığı da aynı. Ama niye bu gazel, Muhibbî’nin gazeli bizim dilimizdedir veya her zaman misal gösterilir? Bunu bir şairinin gözünden veya aklından düşündüğümüz zaman başka türlü, bir de bizi bunu bizim nakletmemiz veya bir başkasının nakletmesi daha başka bir manaya geliyor. Yani Türk milletinin bu şiirden çokça bahsetmesinin sebebi: “Ey devlet peşine düşenler siz kim oluyorsunuz? İşte bak devlete sahip olan hatta bu devlet uğruna iki oğlunu ve onlarca torununu boğduran, öldürten bir adam devletten şikayet ediyor.” Yani bir nefes sıhhatin ne kadar bütün devletlerin saltanatından üstün olduğunu söylüyor. Yani “Sen kim oluyorsun da devletinle böbürleniyorsun?” Veya “Ey insanlar size ne oluyor da devletin peşine düştünüz de yani devlet elde etmek üzere, ömrünüzü böyle feda ediyorsunuz?” Yani Nâbi gibi, “bir vasl için ağyâre müdârâdan usandık”, onun bunun elini öpüp ayağını yalıyorsunuz. 
 
Şimdi bu, işte biraz önce Bahadır arkadaşımızın bahsetmiş olduğu... İşte devlete milletimizin bakışı böyle. İster devletli olsun isterse devlete kavuşamamış olsun devlet öyle çok imrenilecek bir şey değildir. Şimdi aramızda dolaşan sözlerden de bunu anlayabiliriz. Mesela bazen olur ki “başına devlet kuşu konar” birisinin. Bazen olur ki “ayağına gelen devleti teper” kimisi. Ve dualarımızda da başka türlüdür. “Allah devlete millete zeval vermesin” diye bildiğimiz dua esasında, “Allah devlet-i millete zeval vermesin”dir. Yani şu manada: Eğer devam edecekse bir devlet, daim olacaksa bir devlet, devam etmesi gereken, zail olmaması gereken devlet milletimizin devletidir. Milli devletimizdir ki dua onun için yapılıyor. Ve yine yemek dualarımızda “daim-i devlet” tabiri var, yine burada da kastedilen devlet odur yani İslam’ın devleti. Burada milletimizin devletinin devamı için dua edilir. Bazen de insanların dünyaya dalıp ahireti unuttukları zamanlarda, devlet başka başka anlamlarda kullanılır.
 
Mehmet Akif’ten bir şiirin içerisinde iki defa devlet geçiyor. Birisi devletlilerin devleti, öbürü de milletin devleti. Okuduğum zaman bunu daha iyi anlarız. Şimdi Mehmet Akif Konya’yı gezerken, duyduğuna göre falanca köyde köyün ahalisi mektebi kapatmış hocayı da kovmuş. Tabi Mehmet Akif nasıl olur da böyle bir şey yapılır anlayalım diye gidiyor köye. Akşam misafir gelmiş; âlim adamdır, hoca gelmiş diye önüne peş tahtasını koyuyorlar vaaz et diye, o da orada vaaza başlıyor. İşte ilmi öven cehaleti yeren ayetleri, hadisleri okuyor. Ondan sonrasına beyitlerle devam ediyorum:
 
Tam zamanıydı ahâlîye çevirdim yüzümü; 
Açtım artık bu sefer ağzımı, yumdum gözümü:
 
Hiç muallim kovulur muymuş, ayol, söyleyiniz? 
O sizin devletiniz, nîmetiniz, her şeyiniz. 
 
diye söylüyor. Fakat onu akşam misafir edecek Mestanlı Dayı dediği şahıs diyor ki “Sen” diyor, “boş yere bize kara çaldın.” Yani “Muhakeme ediyorsun madem, iki tarafı da dinleyeceksin. Çünkü bizim rakibimiz, bizim hasmımız, bizim arkamızdan mevlid okumaz. Mutlaka değişik anlatmışlardır. İşin aslını ben sana anlatayım” diyor. O köye muallim olarak gelen adamın ne kadar serseri, ne kadar ahlaksız olduğunu güzelce anlatıyor. Ondan sonra diyor ki:
 
Şimdi ister beni sen haklı gör, ister haksız, 
Öyle devlet gibi, nîmet gibi lâflar bana vız!
 
Yani “Sen hangi devletten bahsediyorsun? Dinime imanıma saygı göstermeyen bir muallim gelmiş ve sen bana diyorsun ki devlet gelmiş.” Yani bizim devletimiz bu. Bizim devletimiz milletimizin devletidir. Yani devlet-i millettir. Yani buna saygı göstereceksen gösterirsin yoksa serserilere devlet gönderdi diye saygı göstermezsin.
 
Buna çok yerlerde rastlıyoruz. Biraz kendimi öveyim. Şimdi okunamayacak yazıları veya okunmakta zorluk çekilen yazıları okurum ve bundan dolayı bana çok kitaplar, belgeler gelir. Bazen muhtelif menakıp kitapları gelir çok eski tarihlerde yazılmış. Hepsinde hemen hemen rastladığım bir şey vardır. Şimdi size birkaçını söyleyeceğim. 1087 yıllarında yazılmış, yani gâvur takvimine göre 1679 yılına denk geliyor, Şeyh Kuru diye bir müellif, -hakkında malumat bulamadık- diyor ki: “Eğer hüneri varsa resm deyü yetim malına yapışmasun” veya “Padişah kanununda dürüst olan haramlara el sunmasın”. Yani sen diyor devlet bunu müsaade etti veya bunu sana veriyor diye, sen erkeksen, Müslümansan eğer buna el uzatmaman gerekir. Çünkü devlet İslam’ın haram kıldığını sana helal gibi verebilir. Sen buna dikkat etmek zorundasın diyor. Yani demek ki yetim malını yiyen bir devlet var ve bu malları insanlara sunan bir devlet var; bir de bunu reddeden insanlar var. İşte biz bunlara “Türk milleti” diyoruz. Birkaç örnek daha vereceğim. İstanbul fethedileli on bir sene olmuş yani 868, -İstanbul’un fetih tarihi 857, kitabın telif tarihi 868-. Abdurrahim Karahisârî, Akşemsettin’in müridlerinden, Münyetü’l-Ebrâr ve Gunyetü’l-Ahyâr diye bir menakıbnamesi var, şöyle bir cümle geçiyor: “zira bu zamanın ümerası zulm ile mevsufkerlerdir.” Dolayısıyla onların sana vermiş olduğu paralar, mallar, sana sunduğu şeyler haramla karışıktır. Bunlardan Müslümanın hazer etmesi, sakınması lazım gelir. Yani İstanbul fethedilmiş, on sene olmuş, zamanın ümerasının, devlet adamlarının zulüm ile mevsufker olduğunu, sıfatlandığını söylüyor. O artık onun sıfatı olmuş, zulümsüz devlet ve memuru yok, devlet zalim bir devlet. Şu söyleyeceğim daha ilginç bir şey: Ebu Yezid Bestâmî (Bâyezid-i Bestâmî) ve Bişr-i Hâfî’nin kız kardeşi arasında geçen bir hadise. Bâyezid-i Bestâmî’ye geliyor bir kadın... Bir başka menakıbnamede geçen bir ibare. (Bu olmuştur olmamıştır bizi ilgilendirmiyor ama bu kitapta yazması mesele; yani niye böyle bir bakış açısı var, niye böyle bir hikaye anlatılıyor? Mevzu budur.) Diyor ki Bişr-i Hâfî’nin kız kardeşi gelip: “Müftü efendi! Şehrin beyinin adamları benim evimin önünden geçerken geceleyin onların meşale-i şulesinden bir arşın ip eğirdim. Ben ip eğirmekle geçinirim, devlet adamları geçerken ışıklarından istifade ederek eğirdiğim bu ipten aldığım para helal midir, haram mıdır?” diye soruyor. Bunu çok uzatmaya, menakıb kitaplarına gitmeye de gerek yok. Mesela İmam-ı Gazali’nin İhya’sında sultanlara ihtilat bölümü var, o kısımda bunların sayısız örnekleri var, sultanlara yaklaşmanın, onlardan maaş almanın haramlığına dair. Onların yaptırmış olduğu çarşıların gölgelerinde istirahat etmenin caiz olmadığına dair, onların binalarını kullanmanın haram olduğuna dair, onların yanında bulunmanın ne kadar büyük vebal olduğunu, ancak onların yanına insanların emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker yapmak üzere girmesi gerektiğine dair sayısız örnekleri bulmamız mümkün.
 
Bir de bu mevzuyla alakalı, -fazla uzatmayacağım- Abdulhamid’in hatıratından bir şey bahsedeceğim. Hatta not aldıydım, onu da okuyayım. Diyor ki hatıratında: “Eğer bizde bazı ıslahatlar kabul edilecekse memleketin hakiki şartları göz önünde tutularak yapılmalıdır. Avrupa’dan gelen her şeyi şüpheyle karşılayan, pek çok defa fermanlarımızı aldığı anda yakan ulema sınıfının aksül amelini de hesaba katmak lazımdır.” Abdulhamidin devr-i saltanatı daha dün. Kaç sene oldu? Dün böyle insanlar yaşıyordu. Padişahın fermanını İslam’a aykırı bulduğu için yakıyor adam. Böyle bir milletimiz var. Bu devletle millet arasındaki münasebet. Bizim milletimiz İslam üzere kaimdir, Türk Milleti. İslam’a aykırı olan devlet de olsa, güç de olsa, silah da olsa ben bunu dinlemem havası hakimdir ulemamızda da. Ki saçlı şeyhten bahsedildi. Peki, bizim devletimiz nasıl devlettir? O da -Bahadır kardeşimiz okudu- mevlidde geçen devlet; nasıl söylüyor Süleyman Çelebi:
 
Bu senin oğlun gibi kadri cemil
Bir anâya vermemiştir ol Celil
 
Ulu devlet buldun ey dildare sen 
Doğuserdir senden ol hulk-i hasen
 
Yani devlet budur. Eğer hakikaten devlet anlaşılacaksa bu Rasûlullah’ın yoluna tabi olmaktır ve ahirette saadete ulaşmaktır. Eğer devlet isteniyorsa odur, yoksa gelip geçici ve zalim olan bir şeye “zalim devlet” isminin takılması bile zait bir şeydir. Peki, bu devlet fikri nasıl Kur’an-ı Kerim’de geçiyor ve Kur’an-ı Kerim’e uyan milletimiz bunu nasıl anlamış? Âl-i İmran suresinde… Sebeb-i nüzulünden biraz bahsedelim çünkü ayetler uzun olduğu için… Uhud savaşında Müslümanlar bir yenilgi almışlar ve üzülüyorlar ve Kur’an-ı Kerim. Esteûzü billah:
وَلَا تَهِنُوا وَلَا تَحْزَنُوا وَاَنْتُمُ الْاَعْلَوْنَ اِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِن۪ينَ 
“Siz gevşemeyin, hüzne kapılmayın eğer siz inanmışsanız elbette üstün olan sizsiniz.” Devamında da mealen okuyayım: “Size bir sıkıntı bir yara dokunduysa, siz bir yara aldıysanız aynı şekilde onlar da bir yara almıştı. Çünkü Bedir savaşında siz onları mağlup etmiştiniz.”
وَتِلْكَ الْأَيَّامُ نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ
İşte burada “نُدَاوِلُهَا” kelimesi geçiyor, develân etmek. “تِلْكَ الْأَيَّامُ”, “işte günleri”; “نُدَاوِلُهَا بَيْنَ النَّاسِ”, “insanların arasında biz dolandırır dururuz.” Bir zaman gelir Allahu Teâlâ bir kavmi galip eder, devleti ona verir, o develan eder, o sözünü dinletir veya o galip olur; zaman gelir müminler galip olur. Bu Allah’ın elindedir ve bunların hepsi imtihan içindir. Yine Haşr suresinde “دُولة” diye bir tabir geçer. O da Müminlerin at koşturmadan elde ettiği ganimetlerin dağıtılması hususunda bir ayet-i kerimedir. Yani savaşmadan elde edilen ganimetler var ve gaziler istiyorlar ki bunu da biz paylaşalım. Ayet-i kerime iniyor diyor ki: “Zenginlerinizin arasında dönüp dolaşan bir devlet olmaması için yolculara, miskinlere, fakirlere dağıtılması gereken ganimetlerdir bunlar.” Niye? Bu da gerekçe olarak elde edilen servet, zenginlik bir devlet olmasın, zenginlerin arasında dolaşıp da bir devlet olmasın diye. Yine Rasûl-ü Ekrem Söyledi İşiten Türk Oldu kitabında, “devl” maddesinde geçen bir hadis-i şerif kaynak olarak gösterilmiş:
 تَكُونُ دُوَِلاً وَ یُدَالُ عَلَیْكُمْ الْمَرَّةَ وَ تُدَالُونَ عَلَیْهِ الْاُخرَی
Burada da diyor ki: “Günler, zamanlar, zaman zaman insanlar arasında tedavül eder; bir zaman olur ki savaş sana galip gelir, bir zaman da siz savaşa galip gelirsiniz”. Yani kısaca savaş böyle bir şeydir, bazen kazanırsın bazen kaybedersin. Peki, bu kelime hakkında Okyanus’umuz ne diyor? Bizim meşhur Okyanus’umuz var. Ona da bir dalacağız. Ama işte dinlerken sıkılacağınıza eminim. Yazılarımı okuyanlardan aldığım şey böyle. Bazıları diyorlar ki: “Alıntıları biraz daha az yapsanız olur mu?” Yok, orada havamızı atmamız lazım:
 
“الدَّوْلَةٌ [ed-devlet] İnkılâb-ı zamân mânâsınadır ki zamânın hâlden hâle tagayyür ve inkılâbından ibârettir. Bir mâl ve câh bir zamân bir kimsenin uhdesinde olup ondan bir âhere bâdehu bir gayra nakl ve irtihâlinden ibârettir. Nevbet-i mâlda ve fethiyle harb ve kıtâlde müstâmeldir ki iki askerin birbirine bi’n-nevbe kerr ve hamle ile galebesinden ibârettir ki o bunu ve gâh bu onu sürüp götürür.”
 
Yahut başka bir manası: “Dünyâda müstâmeldir ki zafer-i dünyevî ve zafer-i uhrevîden ibarettir.” Yine “tefâül/تَفَاعُل” vezninde olursa: “Bir nesneyi nevbet-be-nevbet elden ele gezerek ahz eylemek mânâsınadır. (...) Âfet ve dâhiyeye ıtlâk olunur.” İlh.
 
Yani “dolanmak”, “dolaşmak” kelimeleriyle “devlet” kelimesini burada ayniyle anlıyoruz. Yani bir mal elden ele dolaşıyor. Bir zaman birinin elinde oluyor, yani nöbet onda oluyor, o zaman devlet o olmuş oluyor. Devlet orada olmuş oluyor. İşte bundan dolayı lisanımız Türkçede, sözü biraz uzattım, devlet, “tedavül, develan, dolaşmak, dalmak, dolanmak, dil” şekillerinde bu kelimenin iştikakları yer almış. Girişte de biraz bahsettim, dil kelimesi aramızda tedavülü sağladığı için, dolaşımda olduğu için aynı kökenden geliyor. Söylemeyi unuttuğum bir şey var, bunu sona saklamış olayım. Döl kelimesi de tedavülle alakalıdır. Çünkü o da bizim varlığımızın, neslimizin tedavülünü, dolaşmasını sağlar. Bunu da bana hatırlatan lisede okuyan bir öğrenci kardeşimiz. Döl de mutlaka buradan geliyor diye. Araştırdığımızda, baktığımızda hem mana itibariyle, hem ses itibariyle oradan geliyor. Peki, Kur’an-ı Kerim’den ve Sünnetten neşet eden bu dil nasıl neşet etti? Bunu bazıları anlamak istemiyor veya anlamıyor. İçlerinde Kur’an-ı Kerim okunan bir millet, Kur’an-ı Kerim okuyan bir millet ve Kur’an-ı Kerim’i dinleyen bir millet ve tahsil hayatının merkezinde de Kur’an-ı Kerim olan ve sarf ve nahiv olan bir millet elbette lisanını da buradan öğrenecek. Çünkü tahsil hayatı, ilim, Kur’an-ı Kerim üzere, Kur’an-ı Kerim’i anlamak üzere, Hadis-i Şerif’i anlamak üzere teşekkül etmiş. Bundan dolayı lisanımızın Kur’an-ı Kerim’e doğru eğilmesi, Kur’an-ı Kerim’den neşet etmesi hiç yadırgatıcı gelmesin. Çünkü lisanımızda hiç tahmin etmediğimiz, fıskiye kelimesinin de hem lafız itibariyle hem vezin itibariyle hem de manası itibariyle fasıkla, fısıkla alakalı olduğunu bilmemiz lazım. Dolayısıyla biraz ses değişikliğiyle fıskiye diyoruz, son zamanlarda fışkiye demeye çalışıyorlar. Fışkı da oradan gelme. O da hayvanın çıkardığı bir şeydir. O da oradan gelmedir. Yani lisanımız üzerine düşündüğümüz zaman da bunu anlamış oluruz. İşte Türk’ün devleti, Türklüğün nöbetidir. Burada Allahu Teala bize bir lisan bahşetti, bu lisanla biz nöbetimizi ve devletimizi devam ettiriyoruz. Veya ettiriyor muyuz? Bunu da düşünmemiz lazım. Bu ne üzere olacaktır? İslam üzere, Kur’an üzere olacaktır. Yazımız elimizde olmadan, konuştuğumuz lisanı yazımızla yazmadan, Kur’an-ı Kerim yazısıyla yazmadan, harflerimizle yazmadan Türkçeye asla ulaşamayacağız ve ne dediğimizi de asla bilemeyeceğiz. Çünkü Türkçe Kur’an-ı Kerim harfleriyle doğmuş bir lisandır, yazı hayatı bununla gelmiştir, bununla tedavül etmiştir, bununla devlet haline gelmiştir ve biz de Türk milleti olarak yazımızla beraber millet olduk. Yazımız olmadan ne lisanımızdan bahsedebiliriz, ne devletimizden bahsedebiliriz, ne de milletimizden bahsedebiliriz. Eğer milletimizin zail olmasını istemiyorsak, Allahü Teâlâ’nın devlet-i milletimize zeval vermesini istemiyorsak bir yerden başlamamız gerekir. Yani yazımızı öğrenmeliyiz veya öğretmek üzere öğrenmeliyiz.
 
Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
 
Mustafa Tosun:
 
Selâmun Aleyküm,
 
Ankara'ya ve devletin merkezine ulaşmak için... Niye güldünüz?
 
— Sen konuşuyorsun.
 
Ben konuşuyorum. Şimdi, biliyorsunuz "Ankara, Ankara. Seni görmek ister her bahtı kara." kabilinden yola çıktık. Daha doğrusu duble yola çıktık. Duble yolda geliyoruz bizim ekiple beraber. Devletten haberimiz var. Şöyle devletten haberimiz var: her yere kamera yerleştirmiş, yakalayıp hemen ceza kesecek. Ama bu arada araç içerinde şöyle bir diyalog geçti: "Referanduma kadar ceza gelmez." Hep beraber rahatladık. Nasılsa ceza gelmez diye gidiyoruz. Sonra bir yerde kahvaltı yapalım dedik. Çorum civarlarında bir yerde arabayı çektik. Aynı anda araçtan iner inmez iki tane milletvekiline rastladık, ayağımıza dolandı. Halit Çete’yle bir yere gittiğimde mutlaka milletvekiline rastlıyoruz. Şimdi, birisi Mustafa Balbay, diğerinin ise milletvekili olduğunu bilmiyordum, onun yanında odacısı gibi duruyordu. O milletvekilinin de (Ali Yiğit) sonradan bahsi olacak. Onlar bizim plakayı gördüler -28-, Giresun falan öyle bir sohbet açıldı. İstiklâl Marşı Derneği'nden olduğumuzu söyledik. Bizim arkadaşlar başka masaya oturdular, ben bu kişilerle başka bir masada konuşmaya geçtim. İstiklâl Marşı Derneği'nden bahsettim. "Referandum sonucu nasıl çıkar?" diye sordu Mustafa Balbay. "Bilemem" dedim. Peki "Sizin derneğin fikri ne?" diye sordu. Biz "Güçlü hayır kampanyasına hayır diyoruz" dedim. Bir de dedi ki: "Hayır kampanyasına yönelik olumsuz gördüğün bir şey var mı?" dedi. Bu arada hani İzmir Marşı meşhur oldu, "Yaşa Mustafa Kemal Paşa yaşa!" diye devam ediyor. Bu marşın ön plana çıkarılması 'evet’e yarar dedim. Bu arada bu marş bir zamandır benim dilime takıldı, ben de onu şöyle söylüyorum, evde hanım bıktı benden: "Yaşa Mustafa Tosun Paşa yaşa! Adın yazılacak mermer taşa!" diye. Bize mermer yakışır. Ben şimdi oturdum masalarına ama acaba gereksiz bir yakınlık mı kurdum diye de rahatsızlık duyuyorum. Kalktım bizimkilerin masasına geçtim. Dediler ki: "Yanındaki adam da milletvekili." Onu ben çok çıkaramamıştım. İzmir milletvekili olan Ali Yiğit’in şu şekilde beyanı olmuştu. "Artık İzmir gerekirse Türkiye'den ayrılsın, İzmir Avrupa Birliği'ne tek başına da girebilir." Bu olayı hatırlıyordum ancak adamın tipini hatırlamıyordum. Bu sözler üzerine bana misyon yüklendi. Bir şey yapacağım. Düşünüyorum hani ama ayarında bir şey yapayım. Ayağa kalktım "Ya" dedim, "az önce gelen bilgiye göre"; GBT'ye baktık sanki. "Siz" dedim, "böyle böyle bir şey demişsiniz. Maksadınız ne sizin?" dedim. Ama çok da içeriğini kelime kelime hatırlamıyorum dediklerinin. "Ben onu kastetmedim, ironi yaptım, daha sonra yine bu konuda açıklama yaptım" falan filan dedi. Şimdi ben orada kötü pozisyonda kalacağım gibi. Son olarak dedim ki: "Kayıtları inceleyeceğiz. Durum dediklerinden farklı çıkarsa hesabını verirsin." O şekilde yanlarından ayrıldım. Muhtemelen masadakiler beni polis zannettiler. Sonuçta Ankara'ya ulaştık.
 
Ali Yiğit’in beyanları şu şekildeymiş:
 
“57 yıl bu kapıda bekledik. AB’ye girmek için kanun değişiklikleri yaptık yüzlerce. Biz Avrupalı olmaya hazırız. Hele İzmirliler bu işe çok hazırlar. Orası demokrasiye açılan, Avrupa’ya açılan bir kapı gibidir. Biz bazen diyoruz ki 'Gerekirse de İzmir ayrılsın' yani biz istemeyiz, bu şartlarda bunlarla yaşamayı. Biz Avrupalı olmaya çalışıyoruz. Türkiye’de yaşayan demokrat, aydın, çağdaş insanlar Avrupalı olmaya hazır''
 
Ali Yiğit’in tepkiler üzerine yaptığı yazılı açıklama: “16 Kasım Çarşamba günü Kayseri’de partililere yönelik yaptığım spontane konuşmada ülke gündemine dair çeşitli değerlendirmelerde bulundum. Konuşmam sırasında son günlerde iyice gerilen Türkiye ile AB arasındaki ilişkilere de değindim. 57 yıldır Avrupa Birliği’ne girme mücadelesi içinde olduğumuzu ama buna rağmen Avrupa’dan son zamanlarda “Biz sizi istemiyoruz” seslerinin yükselmeye başladığına vurgu yaparak bunun o kadar kolay olmadığını söyledim. Ayrıca milletvekili olduğum İzmir’in de demokrat, çağdaş ve özgürlükçü yapısıyla Avrupalı olmaya hazır olduğunu belirttim. Bunu söylerken kullandığım “Biz zaman zaman diyoruz ki, gerekirse İzmir ayrılsın, yani biz istemeyiz bunlarla birlikte yaşamayı” ifadesi, ne bir kişiye ne de bir gruba yönelik olarak söylenmemiş, İzmir’le özdeşleşen değerleri yüceltmek anlamında dile getirilmiş, ancak yeterince açık olmadığı için aklımdan fikrimden geçmeyecek anlamlara çekilmiştir. Doğal olarak da çeşitli tepkiler oluşmuştur. Burada hiç kuşkusuz ifadenin eksik olmasının da etkisi vardır. Ancak ben konuşmamda tam anlamıyla “Biz İzmirliler olarak, temel insan hak ve özgürlüklerine, demokrasiye, adalete, eşitliğe, barışa ve kardeşliğe inanıyor ve Avrupa Birliği’ne girmek istiyoruz. Bu değerler “insanlığın, insan olmanın evrensel değerleridir ve bunlara inanıyor, bunları savunuyoruz. Bunların olmadığı, bu değerlerin kabul görmediği yerde yaşanmaz” demek istedim. Ülkemizin her karış toprağının kanla sulandığını bilen, Ulu Önder Atatürk’ün ilke ve hedefleri doğrultusunda bölünmez bütünlüğümüzü ve üniter yapıyı savunan, İzmir ülkemizin batıya açılan kapısı diyerek aidiyete övgüyle vurgu yapan ve diğer konuşmalarımda hep birlik ve beraberliği dile getiren biri olarak kamuoyuna yansıtıldığı gibi düşünmem mümkün bile değildir.” 
 
Benim konum: Türklük ve Kapitalizm. Şimdi, tövbe kabilinden başlayalım diyorum. Bismillah. Başlayayım.
 
Ayetlerle başlayalım:
 
Tekasür Suresi: “Sizi çoklukla böbürleniş, (o derecede) oyaladı (ki), tâ kabirler (e kadar gidib) ziyaret etdiniz. (Bundan) sakının. İleride (bu öğünmenizin kötü âkıbetini) bileceksiniz. Yine sakının. İleride bileceksiniz. Sakının. Eğer şübhesiz (ve kat'î) bir bilgi ile bilseydiniz (böyle yapmazdınız). Andolsun, siz o alevlenmiş ateşi mutlakâ göreceksiniz. Yine andolsun, onu ayn-ı yakıyn ile mutlak göreceksiniz. Sonra, andolsun, o gün elbet ve elbet size ni'met(ler) sorulacakdır.”
 
Hümeze Suresi: “Arkadan çekişdirmeyi, yüze karşı (el, kaş ve göz işaretleriyle) eğlenmeyi ve ayıblamayı âdet edinen her kişinin vay haaline! Ki o, malı yığıb onu tekrar tekrar sayandır. Malı hakıykaten kendisine (dünyâda) ebedî hayât verdiğini sanır o. Hayır, O, andolsun (hor ve hakîr) «Hutame» ye (tamuya) atılacak. O Hutamenin neydiğini sana bildiren ne? (O), Allahın tutuşdurulmuş bir ateşidir, ki tırmanıb yüreklerin ta üstüne çıkacak (kaplayacak) dır o. Bu (ateşin kapıları da) onların üzerine kapatılmışdır. (kendileri) uzatılmış sütun(larda bağlı olarak).
 
Tevbe Suresi 34, 35. ayetler: “Ey îman edenler, şu muhakkak ki, (Yahud) bilginleri(ni)n ve (Hıristiyan) râhibleri(ni)n bir çoğu baatıl (sebebleri)le insanların mallarını yerler, (onları) Allahın yolundan men ederler. Altını ve gümüşü yığıb ve birikdirib de onları Allah yolunda harcamayanlar (yok mu?) işte bunlara pek acıklı bir azabı muştula! O gün ki bunlar, üzerlerinde (yakılacak) cehennem ateşinin içinde kızdırılacak da o kimselerin alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak, «İşte bu, (denilecek), nefisleriniz için toblayıb sakladıklarınız! Artık saklayıb istifçilik etdiğiniz bu nesneleri (n acısını haydi) tadın!»
 
Bir de hadis nakledeyim:
 
‘‘Rasûlullah (s.a.v.) ‘Zayıflarının hakkı kuvvetlilerinden alınmayan bir millet nasıl temizlenebilir?’ derken işittim.”
 
Şimdi, kapitalizm üzerine konuşulduğunda komünistlere havale edilmiş bir alan var gibi. Yani onlar onların hesabını görür, işte onlar arasında bir mücadele varmış gibi bir hava estiriliyor. Biraz bakıldığında kapitalizmin tanımından tutun da başlama tarihini bile bir belirsizlik, içerisine veya tam ifade etmeyen bir şeye sokuyorlar. Ve Türk'ten hiç bahsetmiyorlar, Türk kavramından. Bunun üzerine zaten içimde olan bir aydınlık ve bir hakikate ulaşma duygusunun İsmet Özel ve İstiklâl Marşı Derneği müktesebatı ile birlikte ortaya çıktığı şekliyle: kapitalizm bizim anlamamız ve aslında arızî yani bir mutlak olmayan bir şeydir, yani mutlaka tarihin bir sonucu olmadığını görmemiz gereken bir durumu ifade eder. Bir kere daha baştan numara tanımdan başlıyor. Kapitalizm, aslında kavram olarak işte "sermayecilik, anamalcılık" denir ama tanımı şu şekilde yapılır: Üretim araçlarının özel mülkiyet konusu olduğu üretim biçimine kapitalizm denir. Üretim araçları var, bunun özel mülkiyet konusu olması var, üretim biçimi var. Ama burada hiç sermayeden bahsedilmiyor, yani öyle bir baştan bir numara çekiliyor ki hani sermayeden bahsetmeden, sanki böyle farklı kavramları içinde bulunduran bir şeymiş gibi ortaya atılır. 
 
Bir defa modernliğin başlaması İblis'le başlıyor. Çünkü o kendince yeni bir şey bulmaya çalışıyor. Bu arada biz kapitalizm gelene kadar insan teklerinde birçok hırs, para biriktirme, kumpas gibi duyguları ve eylemleri görebiliyoruz. Kapitalizm döneminde ise bu sefer şeytanın üfürdüğü tüm pisliklerinin sistemleştirilmiş ve kenetlenmiş olduğu bir yapı ortaya çıkıyor. Yani dünyada daha önceden sermaye biriktirenler var, güç sahibi olanlar var; ancak hiçbiri kapitalizmde olduğu şekliyle paranın tek itibar kaynağı olduğu ve azami kârın öne çıktığı bir duruma ulaşamıyor. Daha doğrusu modern çağların küfrünü temsil eden bir kavram olarak ortaya çıkıyor. Yani Kur'an-ı Kerim'de sayılan Rabbimizin bizden yapmamızı istemediği her şeyi kendi bünyesine katan şey sonuçta kapitalizmi ortaya çıkartıyor. Kapitalizm sonuçta sermayenin birikmesi ve merkezileşmesi yani çok az sayıda kişinin elinde birikmesini öngören bir yapı arz ediyor. Bu yapı dünya sitemi oluşturuyor. Bu olmaz ise sürdürülemez bir yapı esasında. Kontrolü altında ticaret ağı, faiz düzeni, mafya düzeni, dönemine göre ilkel ve global medyası, ordusu mevcut. Zamanı geldiğinde imparatorluklar yıkıp, devletler kuruyor, devletler söndürüyor. Bunu sermayeyi olabildiğince az elde tutmak için yapıyor. Yani çok kişinin elinde bu sermaye dağıldığında kapitalizm işlemez hale geliyor. Batılılar demeyelim, kafirler bu kapitalizmi Türklere karşı inşa etmek zorunda kalıyorlar. Çünkü Türkler Haçlı Seferleri'ni durdurduktan sonra hem Avrupa'nın doğusunu, Afrika'nın kuzeyini ele geçirdiklerinde daha önce antik zamanlarda dünyanın birçok yerinde ticaret yapabilen Avrupalı kafirlerin önü kesilmiş oluyor. Avrupalı demişken esasında Yahudi zihniyeti ve bedeni her an işin içinde. Türklerin onları bir yerlere sıkıştırmış olması üzerine kendilerine bir yaşam alanı bulmaları için birçok faaliyet ardı ardına veya aynı anda serpilmeye başlıyor.
 
Kapitalizmin ve Dünya Sisteminin nasıl doğduğu konusu bir oldu bittiye getiriliyor. Kimi kapitalizmin her çağda nüvesinin olduğunu iddia ederken kimi bu tarihi 18. asrın sonunda başlayan Sanayi Devrimi'ne çekmeye çalışıyor. Neden? Türk bahsi geçmesin diye. Çok sonradan Türklere ilişkin operasyonlarına Türk sorunu değil de "Şark Sorunu" diyecek kadar... Bu arada Büyük Ortadoğu Projesi oldu bu melanet. Bu arada hep aklıma takılmıştır; sözde Türk milliyetçileri olan birilerinin çıkardığı gazetesinin adı neden Ortadoğu’dur?
 
İşte "Türk" lafzını anmaksızın yürüyen bu motorunun fitilinin ateşlenmesine Haçlı Seferleri'nin büyük bir katkısı oluyor. Araplardan ticaret, bankacılığın öncülü olan sistemleri, muhasebe sistemlerini öğreniyorlar. Bu onlar için bir atılım oluyor. Sonrasında Rönesans denilen şeyi, Türklerle baş edebilmek için ortaya atıyorlar. Bu arada Akdeniz'deki hakimiyetlerini kaybettikleri için coğrafi keşifler yapmak zorunda kalıyorlar. Bu şekilde hem dünyanın Çin, Hint taraflarını ele geçiriyorlar ve de 1492 yılında yani Yahudilerin Osmanlı'ya, Türk topraklarına kakalandığı dönemde yine Yahudilerden ve kapitalistlerden oluşan bir grup da Amerika kıtasına varıyor. Yine bu yanda Reform da bu işin baş aktörlerinden olmuş oluyor. Protestanlıkla beraber mal biriktirmenin ve ticaret yapmanın temel bir dinî yükümlülük haline getirildiği bir dönem yaşıyoruz. 16. Asrın başında ütopyalar hayal etmeye başlıyorlar. Tüm bunların karşısında aslında şu var: Türklük diğer milletlerden olmayarak, kendini ayırarak Allah'a kulluktan başka hayat gayesi, Allah'ın gücü dışındaki herhangi bir şeyi mutlak güç kabul etmediği için -Lütfi Hoca'mın anlattığı gibi devlet gücü de buna dahildir- paranın insanlar arasındaki ilişkilerde, insanlar arasındaki mevkilerde temel belirleyici rol almasına engel olan ama bu engel oluşun yanında Gandi gibi yaşamak yerine yine karnını doyurduğu, insanların gayet rahat yaşadığı, antik dönemden bu zamana aradığı optimum noktayı yaşadığı bir hayat tarzı yaşıyor oluşu Batı'yı bir şeyler yapmaya zorluyor. İşte bu, Batı'nın bu Türk düzenine alternatif değil, bunu yok etmek üzere bir sistem üretmesine sebep oldu.
 
Yahudi-Hristiyan kumkuması ile banka ve deniz ticareti düzeni ile Venedik başta olmak üzere Ceneo, Floransa gibi şehir devletleri 14. asırdan itibaren dünya sisteminin, yani kapitalizmin temellerini attılar. Shakespeare'in Venedik Taciri, Yahudi tefeci Shylock’un hikayesini anlatır. Eserde kapitalizmin temelindeki insanlık dışı halleri de açık eder.
 
Batı sömürgecilik ve kölecilik düzeni ile kârını katladı. 50 milyonun üstünde bir siyah derili insanı, çoğunu zayi ederek, ticarete konu yaptı. Güney Amerika, Afrika, Asya her yeri şeytan ticari ve askeri şirketinin talan alanı yaptı. Çok sayıda "East India Company" aracılığıyla sistem, servetine servet kattı. Daha önce var olan baharat yolu uyuşturucu yolu haline geldi. Bu maksatla The Hongkong and Shanghai Banking Corporation Limited şirketi büyük paralar kazandı.
 
Türk düzeni bir temel ihtiyaçların karşılanması esasına dayalı sipariş usulü temeliyle (non-market economy) çalışırken; kapitalizm önce üreten, arz eden sonra da bunu zorla tükettiren bir sistem yani "pazar ekonomisi" icat ediyor. Ünlü Hint kumaşlarını üreten 50 bin ustanın kollarını kestiren İngiliz kapitalizmi, yanına aldığı Hintlilerle İngiliz kumaşını üretmeye başlıyor. Sistem serbest piyasa numarası çekerken her türlü zulüm ve numaraya başvuruyor. Ve yüzyıllarca süren bir mücadele sonucunda ancak Türk milletini tarihten silme noktasına getirmedikçe rahat edemeyeceğini bildiği için birçok numarayı boyacı küpüne daldırıp daldırıp çıkarttı.
 
Çok da böyle teoride kalmak istemiyorum; aslında İsmet Bey çok anlattı, periferi, metropol ilişkiler, bu konularda tekrara girmek istemiyorum. Günümüzde çok canlı, yaşıyor. Organik tohum yasak. İşte, şeker pancarı ekemiyorsun, tütün ekemiyorsun. Bunun dışında haşhaş... Yani her şey kontrol altında banka sistemiyle. Mesela biz banka kartıyla çektirdiğimizde o paranın bir kısmı mutlaka şeye gidiyor, sistemin merkezine para olarak gidiyor. Marketten geçtiğinizde mutlaka o para oraya uğruyor.
 
Yani Türkiye, Türkler bir ümit oldukları için, dünyanın ümidi oldukları için hasımları sanki kendilerine düşman birileri varmış gibi birilerini üretti, besledi ve piyasaya saldılar. Bu Hollanda'da olan bitenler, Almanya'da olan bitenler, bunların hepsinin danışıklı dövüş olduğu, onların da birer çakma "One Minute" oldukları izlenimi uyandırıyor, diyeyim en azından bir avukat olarak. Bu kadarını yapayım.
 
Türkiye etrafında kapitalizm gerek insan türü olarak, gerek arazi olarak bir operasyon yapıyor. Mesela İngiliz, Alman kapitalizminin Türkiye'den attığı zanaatkar olmalarıyla kapitalizme zarar veren Ermenileri nereye sürdüğüne bakalım. Bu bir operasyondu. Neydi? Ermenilerin Türkiye’de Müslüman postuna bürünmeyenleri Lübnan, Suriye bölgesine sürüldü. Ne kadar? 2-3 milyon falan deniyor. Peki Suriye'den Türkiye'ye kaç kişi geldi? 3-4 milyon kadar. Acaba bu gelenler Arap mı? Tabi ki çoğunluğu değil. Yani kapitalizm bize acaba hangi oyunu oynuyor? Yani vatandaş yapılacak olan kişilerin Arap olduğunu mu düşünüyoruz? Bunu dikkatlerinize sunuyorum. Bunun yanında şu an Türkiye'nin dört bir tarafı askeri birliklerle dolmuş durumda: Yunanistan, Romanya, Bulgaristan. Demek ki Parlamenter Sistem'in yani Osmanlı'da Meclis-i Mebusan’ın son kararı olarak alınan misak-ı millînin ve hilafeti ve saltanatı Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin hükmi şahsiyetine devreden Parlamenter Sistem'in ortadan kaldırılmasına gidiliyor. Şimdi acaba, şunu da merak ediyorum: Türkiye Büyük Millet Meclisi sözü kalacak mı? Çünkü ortada bir meclis kalmıyor, o da kalmayacak.
 
İstiklâl Marşı Derneği kimseyi kazıklamaya çalışmıyor. İstiklâl Marşı Derneği, hesap verilecek güne, kıyamete inandığı için bir kere kapitalizmin kalıcı olmadığını ve yıkılabileceğini biliyor. Bu da kapitalizme su taşımamaktan geçiyor. Bir güne, iki güne bakar. Yani biz -hepimiz alıyoruz- cep telefonu almasak, televizyon, yenisini almasak veya hiçbirini almasak bir anda çökecekler bunlar, bunu bir millet olarak, Türk milleti olarak hep beraber yaparsak. Ancak bunu bildikleri için her posta giriyorlar, gerekirse savaş çıkartıyorlar. Ben konuşmamda bir aşırılık, bir yanlışlık varsa Allah'a sığınıyorum. Size de çok teşekkür ediyorum.
 
Mustafa Deveci:
 
Selâmun Aleyküm.
 
Ben bazı ana başlıklardan bahsedeceğim, bu sıfır sorun, “komşularıyla sıfır sorunlu Türkiye” meselesinden başlayarak. Şimdi bu “sıfır sorun” meselesi telaffuzu itibariyle de zaten çok manasız bir şey. Yani bir şeyin var olabilmesi için bir şey olmaması gerekiyor. Yani bizim sınırlarımızın sıfır sorunlu olması demek sınırlarımızın olmaması demek.
 
— Yuvarlak olması...
 
Yani şekilsizliği anlatan bir şey. Dışardan bakılınca da bu çok janjanlı bir şey görünüyor. “Komşularıyla sıfır sorunlu Türkiye” denildi, ondan sonra da başımıza neler geldi hep beraber görüyoruz. Daha başka neler geleceğini de bilmiyoruz. Yani benim söyleyebileceğim bir şey de şu: Mesela o kadar balık hafızalı hale geldik ki. Yani insanlar, hepimiz sabah ne yediğimizi öğlen unutuyoruz, öğlen yediğimizi akşam. Yani insanlar üç sene önce söylenen bir şeyi üç sene sonra hatırlamaktan aciz hale geldiler. Üç ay önce söylenen... Yani daha önce insanları kazıklayabilmek için belli bir süre beklemek gerekiyordu. Hani birisi sokaktan geçerken birisi ona bir tokat attı diyelim. O adama tekrar tokat vurabilmek için, o adamın tekrar oraya girmesini bekliyordun vesaire falan bir vakit gerekiyordu. Şimdi yani o kadar balık hafızalı hale düştü ki insanlar kendilerine atılan kazıkları o kadar kısa sürede unutuyorlar ki arka arkaya tokat atabiliyorsun, yani o hale gelindi. O yüzden yani üç sene önce tamamen karşı çıktığınız bir siyasetçiyseniz, bir idareciyseniz üç sene önce beyaz dediğiniz şeye bugün siyah dediğiniz zaman hiç kimseden bir rahatsızlık gelmez; çünkü hiç kimse hiçbir şey hatırlamıyor. Yani öyle bir şeye düştü ki insanlar, bir karmaşa, kaos, böyle bir oldu-bitti... Hani şey derler böyle kavgada birisi diğerine böyle ensesine vurmaya başladı mı kafayı kaldıramaz adam, kaldıramayınca da küt, öyle gider. Yani insanlar hakikaten bu günlük telaşlarla, vesairelerle, borçlandırılarak, hangi sebeplerle olduğu... Yani o çok profesyonelce yapılıyor, insanlar hakikaten kafasını kaldırıp ne olduğunu bile bilemediği için çok kolay, basit yalanlarla kandırılabiliyor, meşgul edilebiliyor. “Sıfır sorun” meselesi de böyle bir şey. Yani Suriye’yle sıfır sorunumuz vardı, sıfır sınırımız vardı. Şimdi bugün ne olduğunu bilmiyoruz. Ve çok kısa bir sürede bunu ters çevirebilirler ve insanlar hiçbir şey hatırlamaz. O haldeyiz yani şuan. Yani “Ya biz savaştık mıydı ya?” böyle, “Esad’la Tayyip Erdoğan’ın arası bozuldu muydu ya?” falan, inanın yani böyle olacak durumdayız şuan. İki-üç sene sonra insanlar hatırlamaz bile o şeyi. Tamamen böyle balık hafızalı bir şekle sokulduk maalesef. Nereye gidecek bilmiyoruz yani, kıyamet alameti olsa gerek.
 
Yani insanlar Gürcistan ve Ukrayna’ya vizesiz girebiliyorlar şuan mesela. Pasaportsuz, nüfus cüzdanıyla girebiliyorlar insanlar. Yani bunun giderek hani “serbest dolaşım” dedikleri şey, giderek serbest insan dolaşımı, arkasından serbest mal dolaşımına yönelik bir şeyler olduğu anlaşılıyor. Yani Türkiye’yi birileri bir yerlere entegre etmeye çalışıyor. İnsanların zihninde hani bir vatan, bir hudut hissinin yok olması insanların şahsiyetlerini de yok eden bir şeye dönüşüyor. Ama bunlardan hiç biz rahatsızlık duymuyoruz. İleride bu işlerin bize ne tür arızalar çıkaracağını düşünemiyoruz. Şimdi mesela bir Süleyman Şah türbesinin nakli meselesini yaşadık. -Hepimiz böyle balık hafızalı hale getirildiğimiz için- çok kolayca kazıklanabilir şeyler haline dönüştü. İnsanları manipüle etmek için çok ince hesaplar falan yapmaya da gerek yok. Çok basit numaralarla insanlar çok kolay kandırılabiliyor. Çok kolay manipüle edilebiliyor. Hani hafızasızlık bizi bu hale getirdi diye düşünüyorum ben. Ben konuşmamı burada bitirmek istiyorum.
 
 
Durmuş Küçükşakalak:
 
Teşekkür ederiz. Millet bahsi biraz eksik kaldı. Burada Fikret Demir Hoca da olacaktı. Ama o bir sebeple gelemedi. Yani devlet-millet mevzuumuzun devlet kanadı çok güçlü oldu. Millet kanadı basık kaldı. Birkaç çift laf söyleyeyim ondan sonra ilk celsemizi bitireceğiz. Bugün millet dediğimizde ne anlıyoruz? Türkiye’de bir millet yaşıyor mu yaşamıyor mu gerçekten? Bunu düşünmemiz lazım. Yaşam tarzımızdan yola çıkarak böyle bir millet olup olmadığını çok kolay keşfederiz, anlayabiliriz. Yaşam tarzımızla yaşama imkânlarımız birbirine örtüşüyorsa, birbiriyle kenetleniyorsa, birbiriyle mutabıksa burada, Türkiye’de bir millet var demektir. Ama yaşama tarzımız yaşama imkanlarımızla hiç alakası yoksa, ithal yaşamlar yaşıyorsak, ithal hayatlar yaşıyorsak biz yaşamıyoruz demektir aslında veya yaşamayacağız, çok olay öleceğiz, çok kolay ortadan kaldırılabileceğiz demektir bu. Rusya doğalgazımızı kesmesin, elektriğimiz kesilmesin, ekonomik kriz çıkmasın diye dua eden insanlar ya da korktuğu bu tür meseleler başa gelince nasıl yaşanacağına, nasıl karnını doyuracağına dair hiçbir donanımı kalmayan, imkânları elinden alınan, gâvurlara muhtaç yaşayabilen insanlara millet denir mi? Gâvurlara ait hayat tarzını, o muhtaçlığı ilerleme, gelişme gören insanlar bugünkü hayatlarını idame ettirmek için nelere razı olmazlar? Millet dediğimiz budur: Kendi imkânlarıyla hayatını idame ettirebilen, yetmedi kendi imkânlarından kurduğu düzenle konu-komşusuna, hısım-akrabasına, eşine-dostuna değil bütün gâvurlara hava atabilecek bir topluluktur.
 
Türklük falan dediğimizde hemen birileri irrite oluyor. Yahut da yanına bir şeyler ilave ederek Türklükten ancak bahsedebiliyorlar. “Türkiye’de Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle…” başlayan bir cümle kurmak zorunda kalıp bu işi seyreltmeye çalışıyorlar. Bu cümleyi kuran bir insanın kesinlikle zihninde, kalbinde çakılı bir etnik aidiyeti vardır. Onun için bu cümleyi zikretmek zorunda kalır. Kesinlikle gizli veya açık bir davanın elemanıdır bu cümleyi kuran bir insan. Türkiye’de yaşayıp Türkçe konuşup Müslüman olduğunu söyleyen bir insanın Türküm demekten kaçması yahut bunu sulandırması başka türlü izah edilemez. İşte hemen bir ayet-hadis okurlar. Veda hutbesinden mesela, derler ki: “Resul-i Ekrem Veda Hutbesi’nde, Arap’ın Acem’e, Acem’in Arap’a hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük yalnız takva iledir.” demiştir. Son kısmını pek söylemeyi sevmezler de ilk kısmını söylerler çünkü ilk kısmı ayrı bir cümle değildir o cümlenin bir kısmıdır. Yani Resul-i Ekrem ne Arap’ı inkâr eder ne Farsı inkâr eder. Bunların birbirine üstünlüğü takvası iledir der. Yani ancak takva ile bunlar altüst olur. Üstün milletler yaratmıştır Allah. Maymuna çevirdiği milletler vardır, Yahudiler gibi. Allah milletleri yaratır. Üstün yaratır, verdikleri şeylere nankörlük edenleri maymuna çevirir. Maymuna çevirme hadisesi bir züldür, bir mühürdür aslında. Hadis-i şeriflerden öğreniyoruz, kertenkeleye çevrilmiştir bir kısmı. Aynı şeyi vatan için de söylerler. İşte, “yeryüzü bize mescit kılındı” bir hadisi şeriften yola çıkarak… Evet, yeryüzü bize mescit kılındı, devamını söylemezler yine. Devamında der ki: “Namaz vakti girdiğinde namazını hemen eda et.” Yani Yahudiler gibi havra, sinagog aramayın yahut Hristiyanlar gibi kilise, şapel aramayın. Dağ başındaysanız dağ başında, şehirdeyseniz… her nerede olursanız yeryüzü temiz ve mescit kılınmıştır, namazınızı kılın. Yeryüzü bize mescit kılındı lafzını vatansızlığa açılan bir kapı olarak kullanırlar çünkü Türkçe düşünemezler, Türk değillerdir çünkü. Türk olmaya niyetleri yoktur çünkü, onun için ayet-hadis bu insanlara hiçbir şey ifade etmez. Biz Türk milleti dediğimizde Türk milleti, Türk dini manasına gelir. Millet dindir, şeriattır. Türk şeriatı manasına gelir. Hatta kadın milleti, erkek milleti dediğimizde bile… Erkek şeriatı, erkeklerin uyduğu şeriat kısmı, kadın şeriatı kadınların uyduğu şeriat kısmı sebebiyle bir milletlik nispet edilir. Şeriatın bir kısmı kadınları ilgilendirir ve şekillendirir, bir kısmı ilgilendirmez. Yani bunun şekillendirdiği bir şeydir aslında. 
 
Adı sarahaten konmamıştır Türk milletinin. Ne zamana kadar? Son 15-20 yıla gelinceye kadar adı konmamıştır. Yani tarih boyunca o adı üzerimize almamışızdır. Tarih bir ad vermiştir ama biz bu adı XIX. yüzyılın sonuna gelinceye kadar hiçbir zaman biz kendimize Türküz falan filan dememişizdir, çünkü hâkim unsur biziz. Bizim hâkimiyetimiz var. Bizim hâkimiyetimizin olduğu yerde senin ekstradan Türküm falan filan demen saçmalıktır. Böyle bir şey olmaz ve olmamıştır. Ne zaman ki bizim hâkimiyetimiz sarsıldı, giderek yok oldu, ondan sonra biz ne olduğumuzu gâvurlardan öğrendik aslında. Çünkü bize ilk önce gâvurlar Türk dedi, bu topraklara ilk önce gâvurlar Türkiye dedi. Daha XI. Yüzyılın sonu XII. yüzyılın başında bu toprakların adı kondu. Türkiye diyerek İtalyan tacirler, gezginler bunu kullandı. Haçlı ordusu komutanları da bu lafzı kullandı, çünkü başta İtalyan tacirleri, gezginleri o günün bütün dünyasını biliyorlardı. Bu toprakların Türk üreten topraklar, Türk yapan topraklar olduğunu ilk önce onlar söyledi ve o günden XX. asrın başına kadar diyelim, biz hiçbir zaman Türküz mürküz demedik. Türk milleti lafzı ilk defa XIX. asrın son çeyreğinde söylenmiş bir lafızdır. Recaizade Mahmut Ekrem’e mektup yazan askeri okullar komutanı Süleyman Paşa mektubunda söyler: “Devletimizin adı Osmanlı Devletidir.” Ki bu da, Osmanlı Devleti de çok yeni bir tabirdir. XIX. Asrın başı. Biz zannederiz ki Osman kurdu beyliği, biz Osmanlıyız dedi yürüdü falan. Böyle bir şey yok. Az önce Bahadır Karadağ söyledi: XVI. Yüzyılın ortasıdır Devlet-i Aliyye dediğimiz tarih. Ondan sonra XIX. yüzyılın başına kadar Devlet-i Aliyye şeklinde bir devlet gelmiştir. XIX. yüzyılın başında gâvurlara bakarak evet Osmanlı Devleti diyebilmişizdir. Devlet-i Aliyye-i Osmaniye veya. Ottoman’a gelinceye kadar Avrupa gözünde devletin adı Türk devleti ya da imparatorluğudur. İşte o mektubun devamında şöyle der: “Osmanlı devletimizin adıdır. Milletimizin adı ise Türk Milletidir. Buna göre dilimiz Türkçe’dir. Öyleyse yaptığımız edebiyatın adı da Türk Edebiyatı olmalıdır”. Yani ilk defa içimizden biri “biz Türk milletiyiz” diyor. “Türkçe” de yeni bir şeydir, “Türk edebiyatı” da çok yeni bir tabirdir. 
 
Yani ismi tarih gösterir, şairler koyar. Tarih bize, inkâr etsek de, içinden çıkmaya çalışsak da bir türlü beceremediğimiz, içeride kavga-gürültü kendimizi avuttuğumuz ya da içimize yerleşmiş münafıklar sebebiyle bir mesele haline gelen kimlik krizini aşacak dayanaklar verir. Bize ayna tutar. Dışarıya çıkıverince kabak gibi Türk olduğumuzun anlaşıldığı, Türk reflekslerimizin görüldüğü insanlarız neticede, çünkü bu topraklar yapmıştır bizi. Toprağın bir ruhu vardır ve Türk milleti Müslüman bir millettir. Milletin kavliyle o toprağın ruhu birleştiğinde biz Türk milleti olarak tarih sahnesinde yer aldık. Bu ismi bize tarih gösterdi ama biz gâvurlara “tamam, he lan” dedik, “he lan dediğiniz gibi olsun; biz Türk'üz. İyi bildiniz, burası Türkiye” dedik. Bunu ne zaman dedik? XX. yüzyılın başında, 100 yıl önce dedik. Onun dışında hala daha kimlik meselemiz aslında tasrih olmadı. Son 15-20 senenin mevzuudur dedim Türklük, Türkün kim olduğu mevzuu. Hem tarihi, hem siyasi, hem de edebi bakımdan Türkün ne olduğu İstiklal Marşı Derneği ile temayüz etmiş, adı konmuş bir şeydir. Bugün zaten yapılanlara bakarsanız İstiklal Marşı Derneği’nden başka hiçbir odak, hiçbir merci olmadığı için bir fikir üreten, Türkiye lehine ufacık da olsa bir fikir üreten, bir şeyi arzulayan hiçbir merci olmadığı için bugün bizim söylediklerimizin etrafında, yanındaymış, yöresindeymiş gibi bir şeyler söylenerek ancak millet tava getirilebiliyor. “Tek millet, tek devlet, tek bayrak, tek vatan” sloganı da bunun en bariz örneğidir diyerek, yarım saat mi ara vereceğiz? On dakika aradan sonra ikinci celsemiz başlayacak. Teşekkür ederiz.
 
 
1 Nisan 2017, Ankara

 

"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!"

"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!" paneli İstanbul'da yapıldı.

Dinin Derecesi, Milliyetin Derekesi

Bugün beşincisini gerçekleştirdiğimiz panelimizin konusu önceki konularımız gibi itikadîdir.

SINIF BİLİNCİ: CİHADIN MÜTEMMİM CÜZÜ, Paneli Tam Metni

Gökhan Göbel:

Selâmun Aleyküm,

Dördüncü sayısını çıkardık “Sınıf Bilinci”nin, hamdolsun. Genel Saymanımız Oruç Özel bahsetti;

İstiklâl Marşı: "Abide Milletin Kaidesi" - İsmet Özel

Selamun Aleyküm!
Merhaba!
Ehlen ve Sehlen!

İstiklâl Marşı Derneği İzah Ediyor: "İstiklâl Marşı ve Anayasa"

Selamünaleyküm!

İstiklâl Marşı Derneği, kurulduğu günden bugüne ilk defa kuruluş gayesinin kuvveden fiile geçmesi için gerekli toplantısını yapıyor.

"TEK DİL OLMADAN TEK MİLLET, TEK DEVLET, TEK VATAN, TEK BAYRAK OLMAZ"
İKİNCİ CELSENİN TAM METNİ

Oruç Özel: 

Selâmun Aleyküm,

Seminerimizin ikinci celsesi için İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, Konya şubemiz üyelerinden Muammer Parlar’ı,

"NE DEDİĞİNİ BİLMEK, BİLDİĞİNİ OKUMAK" Semineri Tam Metni

Oruç Özel: Selâmun aleyküm,

Biraz fazla bir ara verdik teknik birtakım aksaklıklar sebebiyle. Şimdi, "Ne Dediğini Bilmek, Bildiğini Okumak" seminerimizin ilk celsesini icra edeceğiz.