Genel Başkanımız İsmet Özel'in Derneğimizin Birinci Sene-i Devriyesi münasebetiyle yaptığı konuşmanın metni
Değerli Üyeler, Değerli Konuklar,
İstiklâl Marşı Derneği 1. Sene-i devriye toplantısına hoş geldiniz. Ben bu toplantıyı heyecanla bekliyor idim, beklediğim zamanın ruh halini şimdi taşımıyorum, yani şimdi çok daha kendimi gerginlikten uzak hissediyorum. Çok gergin bir bekleyişti benim için. İstiklâl Marşı Derneğinin bir yıl sonra yaptığı toplantıda ağırlıklı olarak acı sözler söylemeyi düşünüyordum.
Fikrimi değiştirmedim, yani acı sözlerin yerini tatlı sözler alacak değil, ama acı sözlerde fazla ısrarlı değilim. Değilim derken, şu anda beni dinleyenlerin olsa olsa İstiklâl Marşı Derneği dolayısıyla Türkiye’de muhtemel değişmeler yüzünden görev almaya hazır insanlar olduğu ümidiyle konuştum. Ne olduğunu, ne olmuş olduğunu, ne olmakta olduğunu ve ne olacak olduğunu merak eden insanlar karşısında olmak rahatlığını taşıyorum.
Biraz önce izlediğiniz panelde de arkadaşların sözlerinden İstiklâl Marşı Derneğinin niçin kurulduğuna dair birçok şey işittiniz. Bunlara muvazi olarak ben, bir şeyi netleştirerek devam edeceğim sözlerime. İstiklâl Marşı Derneği şüphesiz ki İstiklâl Marşı dolayısıyla İstiklâl Marşı’nın tekrar, hakkıyla anlaşılması sebebiyle kuruldu. Bu vakıanın günümüz şartları itibariyle ayrıca vurgulanması gereken bir tarafı var, o da şu: İstiklâl Marşı Derneği “Ben Türk değilim, ama bu topraklarda benim de hakkım var”, diyenlerin havalarını alması için kuruldu. “Ben Türk değilim, ama bu topraklarda benim de hakkım var”, diyecek olanlar, demekte olanlar varsa, İstiklâl Marşı Derneği onlara havalarını aldırtacak. Bu tavrı gerektiren net bir taraf var, ben yıllardır bu tarafın neye denk düştüğünü söylüyorum: Yaşadığımız topraklar iki defa vatan kılındı, iki defa vatanlaştırıldı: Birincisi, milattan sonra 13. Yy’da, diğeri de İstiklâl Harbinin akabinde. Bu iki “vatanlaştırma” olgusunu ben her fırsatta tekrar ediyorum, zira üçüncü defa vatanlaştırma diye bir şey olmayacak. Olmasına imkân yok. Gaflet Türklerin gafletidir. Eğer “Ben Türk değilim, ama bu topraklarda benim de hakkım var”, diyenler partiyi vurursa bu toprakların bir kez daha Türk vatanı olma şartlarına biz Türkler yabancı kalacağız. Dernek olarak, bu anlayış doğrultusunda yolumuza devam edeceğiz. Onun için İstiklâl Harbinin bir kez daha verilmesi gibi bir safsatayla uğraşılması mantık dışıdır. Bir daha İstiklâl Harbi verilemez. Bunun adını doğru koyalım, yerli yerinde anlayalım. Ne oldu, ne oluyor, ne olacak?
Şimdi bizim şu andaki siyasi yapılanmamız içinde üç vilayetimizin adı ekli, ilâvelidir, biliyorsunuz. Önce sadece Gaziantep’imiz vardı, sonra buna Şanlıurfa ve Kahramanmaraş ilave edildi. Yani bu isimlerin birisi Antep, birisi Urfa, birisi Maraş olması normal sayıldığı halde, bunlar gazi, şanlı ve kahraman olarak anılan yerler. Bu imtiyazın anlaşılması lazım. Neden bu vilayetlere ayrıca birer unvan veriyoruz? Çünkü bunlar Ankara Hükümetinin öncülüğü olmaksızın gavur tasallutundan kurtulmuş yerlerdir. Yani kendi göbeklerini kesmişler, onun için onların isimlerinin önüne bir sıfat eklenmiş. Urfa’nın kurtuluşu diyelim, 11 Nisan 1920, öyle mi? Yani 23 Nisan 1920’de meclis açılıyor, ama Urfalılar gavuru Meclis açılmadan Türk topraklarından atmışlar. Bu dikkate değer bir şey.
Yani bizim İstiklâl Marşı Derneğinin teşekkülünde de, bundan sonraki faaliyetlerinde de aklımızdan çıkarmayacağımız bir şey. Yani bu topraklarda yaşayan insanların bir inisiyatif kullanma özelliği olduğunu bilerek hareket etmemiz gerekiyor. Bu inisiyatife dayanarak ne yapacaksak yapacağız. Ve Türkiye’de bir takım insanların bu inisiyatif aleyhine, bu inisiyatifin ortaya çıkması korkusuyla hareket ettiklerini de bilmek gerekecek. Bu ülkede bir faaliyet hazırlığı var ve bu hazırlığın devreye girmemesi için uğraşan insanlar var. Gerçekten böyle bir hazırlık var mı? Buna bakalım yani, ne oluyor, ne bitiyor? Çok önemli bir hadise var, dünya tarihinin yakın dönemine ait. Yugoslavya diye bir ülke vardı biliyorsunuz. Bu ülke Tito’nun ölümünden sonra dağıldı. Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal’in ölümüyle birlikte hiçbir dağılma tehlikesine maruz kalmadı. Bunu bir kere bilin yani, Tito öldükten kısa bir süre sonra Yugoslavya siyasi tarihten silindi, fakat Türkiye Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyetinin ilk cumhurbaşkanı öldükten sonra hiçbir şekilde bir dağılma tehlikesine maruz kalmadı. Bu ihmale gelmeyecek derecede önemli bir şey. Çünkü Türkiye, İstiklâl Harbinin akabinde ikinci kez vatanlaşmıştı, ikinci kez Türk vatanı olmuştu ve bu Türk tarihine şekil veren son hadiseydi. Bu meseleyi iyi bilmek lazım. Ama şu anda Türkiye’de İstiklâl Harbini kaybeden insanlar, kayıplarının acısını çıkarma hazırlığı içerisindedirler ve bu konuda epeyce mesafe kat etmiş durumdalar. Eğer İstiklâl Marşı Derneği olmasa hedeflerine ulaşmak için önlerinde hemen hemen hiçbir mania yok gibi. Ama İstiklâl Marşı Derneği dediğim gibi onların heveslerini kursaklarında –Allah’ın izniyle- bırakacak. Yani Türkiye bir üçüncü defa vatanlaşma ihtiyacına duçar olmayacak.
Şimdi bunların neden böyle olacağına dair izahlar yapmam lazım. Bunların hemen hemen hepsini daha önce, birçok vesileyle söyledim ama bir derleyip toparlamak gerekiyor. Şimdi üç sorumuz var: Ne oldu, ne oluyor, ne olacak? Bu sorulara cevabımız da üç tane; Ne oldu? Türk oldu. Ne oluyor? Vatan oluyor. Ne olacak? Millet olacak. Yani İstiklâl Harbi sonunda bir vatan sahibi olmak, bir millete kavuşmak ile sonuçlanmadı. Onun için biz hâlâ vatan olma sürecini yaşıyoruz. Yani “Önce Vatan” deniyor ya, dağa taşa yazıyorlar. İşte o “Önce Vatan” sloganı hâlâ güncelliğini koruyor. Yani Türkiye eğer şu andaki 780 bin km² lik alanı Türk vatanı olarak koruyabilirse olan bitenin hakkını vermiş olacak. Ve bu “Olacak”la olabilecek bir şey. Yani şu anda olmakta olan şey “Olacağın” eseri olacak, biz bir millet haline gelebilirsek. Şimdi bu dikkate değer bir şey; Türk var, fakat Türk milleti yok. Dikkate davet ediyorum: Türk var, fakat Türk milleti yok. Bizim içinde yaşadığımız toplum bir milli damarın nabız vuruşlarının fark edildiği bir toplum değil. Biz şu anda Dünya Sisteminin cilveleri sebebiyle belli bir topluluğa kavuşmuş bir camiayız. Öyle bir camia var burada, bunun akıbeti ya dağılmak olacak veyahut milletleşmek olacak. Şimdi şu Türk meselesini bir netleştirmek gerekiyor. Şimdi benim tarifim kâfire karşı, kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir şeklinde, ama bu şu andaki fiili durumu ancak izah eden bir şey. Bu hep böyle mi oldu? Anlamak lazım. Çünkü bize çoğu zaman böyle bir ırkın ya da etnisitenin olduğundan söz ettiler.
Bu Osmanlı çöküşü sırasında milli unsurların birer birer kopmaları sonucunda elde bir Türk kalsın diye böyle bir etnik varlığa rıza gösterilmiş gibi. Aslında tabii İslâm’dan kopuk Türk tabirinin birincil kaynağı bu, siyasi zaruret değil, daha çok Yahudilerin kendi önemlerini artırmak için üretmek zorunda kaldıkları bir Türk vardı, ondan siyaset itibariyle istifade edildi. Yahudi olmayan birileri de bu tabir işimize yarıyor, falan filan dediler. Şimdi Türk dediğimiz şeyin benim tarifim dolayısıyla Rasulullah (SAV)’in risaletinden sonra doğmuş olması lazım. Çünkü, kâfirle çatışmayı göze alan Müslüman’a Türk denir, dediğimiz zaman İslamiyet’in gelişinden sonra bir Türk ortaya çıkmış olması lazım. Bu tabii ki böyle, yani ben Türk’lüğü Rasulullahın Mescid-i Dırar denilen yerde namaz kılmamasıyla başlatıyorum. Ama aslında daha akla yatkın, açıklanabilir bir Türk var. Yani milattan önce 7. Yy’da tabii ki bir Türk var. Bu Türklerin Müslümanlaşması denen şeyi haklı çıkaracak bir Türk değil. Çok eskiden beri bizim belki bilgimizin erişemediği Adem (AS)’dan itibaren gelen İslami çizginin bir yerinde doğmuş olan bir Türk var.
Yani Türk kelimesi işte, bugün hâlâ Macarlar Török diye telaffuz ediyorlar Türk’ü. Türemekten, türemiş olmaktan, töre sahibi olmaktan gelen bir kelime. Türeyişin töreli olmakla kurduğu anlam bağına hak ettiği değeri vermeliyiz. Asya bozkırlarında yaşayan insanların bazılarına Türk, bazılarına Tat derlermiş. Yani Türkler Török olanlar, töresi olanlar, türemeyi bilenler Tat olanlardan hem derece, hem mahiyet itibariyle ayrıymış. Bizim bilgimizin ulaşamadığı ama dediğim gibi Adem (AS)’dan gelen İslami geleneğin bir yerine uğramış olan insanların o Asya bozkırlarında yaşayanlarına Türk denmiş. Türkler tanınmışlarsa, dereceleri, sosyal statüleri itibariyle ve mahiyetleri, ahlakî-itikadî özleri itibariyle tanınmışlardır. Diyeceksiniz ki o zaman Göktürklere ne diyeceğiz? Bakınız, onların da adı üstünde, onlara Göktürk demişler. Doğru, işte bir yerde Göktürkler var. Gagavuz adının da Gökoğuz’dan geldiği söyleniyor. Doğru bir adlandırma ile karşı karşıyayız. Göktürkler var, Gökoğuzlar var. Siz eğer Türkçe biliyorsanız gök kelimesinin olmamış anlamına geldiğini bilirsiniz. Göktürkler henüz gök olan Türklerdir. Aynı şekilde Gagavuzların da henüz gök olan Oğuzlar olması gibi. Türklük bu bakımdan, hiçbir zaman Adem (AS)’dan sonra gelen İslami gelenekten kopuk bir şey değil. O manada Talas savaşından sonra Müslüman Arapların öğrettiklerine muhatap olan insanlar birden bire Türk olmadılar. Müslümanlığa dahil olan o insanlar bazı kavmî özellikler kazandılar. Bazıları Özbek oldu, bazıları Kırgız oldu, bazıları Türkmen oldu vs.
Bugün bizim asıl Türk dediğimiz şey, bizim topraklarımızda Türkçenin doğuşuyla beraber ortaya çıktı. Türkçe adını verdiğimiz dil de, Arapça ve Farsça bilen âlim insanların İslami bir hayat tarzını devam ettirmek için baş vurdukları bir dil idi. Yani Türkçe bu topraklarda İslami bir hayat tarzının günlük tezahürü için doğmuş bir dildir. Bunun dışında bir Türkçe yoktur. Yani öbür topluluklar bir şeyler konuşuyor; Tatarlar Tatarca konuşuyor, Özbekler Özbekçe, Çağatayca, Kırgızlar Kırgızca, Türkmenler Türkmence konuşuyor. Ama bizim bildiğimiz, bilmemiz gereken ve adına Türkçe dediğimiz şey özellikle Yunus Emre’den önce tekkeler, zaviyeler ve medreselerde, Yunus Emre’den sonra Kur’an ve Hadis bilgisi ışığı altında doğmuş olan dildir. Bunu örneklendirmek çok kolay. Şimdi, bu gene de bir kavim meselesi olmaktan çok, bir insan tipi meselesi olarak karşımıza çıkıyor. Yani bir Türk modeli bu topraklarda doğdu. Yani böyle bir kavmî, sırf bir boy, bir oymak diye bir şey yok. Ama bu topraklarda bir Türk tipi, Türk dediğimiz, kendisine “Bu olsa olsa Türk olur” dediğimiz bir insan modeli ortaya çıktı. Ama herşey bundan ibaret değil. Bu insan nasıl bugün bir millet olma ihtiyacı altındadır? Bunu bilmemiz lazım.
Bunu bilmemiz için 1923’de ilan edilen cumhuriyetin sırrını çözmemiz lazım. Şimdi 1923’de ilan edilen cumhuriyet, Türklerin kendilerine vatan temin etmek üzere giriştikleri iradi bir faaliyetin sonucu değildir. Bu dünya şartlarının bir sonucudur. Bunları eğer anlayabilirsek, bundan sonraki gelişmeleri de takip edebiliriz. Şimdi 13. Yy’da Türklerin vatanı haline gelen bu topraklar, Osmanlı idaresinin çok mahirane faaliyetleri sonucunda bir imparatorluk, imparatorluğun bir parçası haline dönüştü. Türkiye’yi dar-ül İslam haline getirerek vatan kılan gaza beyliklerinden bir tanesi çok üstün bir siyasi performans gösterdi. Gaza beylikleri dediğimiz kuruluşlar arasında İslami hassasiyetini elden bırakmayan boy, zümre ya da aşiret Osmanlılar oldu. Osmanlılar gerek İslâm kültürüne ağırlık vermek ve gerekse yüksek idareci özellikler göstermek konusundaki hassasiyetlerini, diğer gaza beyliklerinden daha çok Müslüman oldukları için değil, siyaseti diğerelerinden daha iyi bildikleri için ellerinde tuttular. Anadolu Gaza Beylikleri o sırada, XII. yüzyılda, İslam dünyasının en yüksek prestiji temsil eden kuruluşlarıydı. Hristiyan âlemi geriletmek, Hristiyanlardan toprak kazanmak gibi bir üstünlüğe sahiptiler. Bu üstünlüğün en çok yoğunlaştığı beylik Osmanlı Beyliği oldu. Osmanlılar kasıtlı olarak sadece gayr-i müslimlerle çatışarak ve kapsayıcı bir idare gözeterek bu prestijin kendi üzerlerinde bilhassa toplanmasına yol açtılar. Süreç içinde bu hep böyle oldu.
Bildiğiniz gibi I. Selim’e kadar Osmanlı padişahları hep Batı’ya yönelik sefer yaptılar. İlk defa Yavuz Sultan Selim İran ve Mısır seferini yaptı. Bunun sebebi neydi? Bunun sebebi 1453 yılında İstanbul’un alınması sonucunda artık dünyanın en parlak yeri haline gelmiş olan Türkiye’nin –böyle diyelim- hapsettiği Avrupalılar Hint Okyanusuna çıkmayı başarmışlardı. Bu süreçte Portekizlilerin Arap yarımadasına da çıktıkları vakidir. Mekke ve Medine’nin Osmanlı toprağı sayılması halinde, herhangi bir Batılı gücün Mekke ve Medine’ye tasallutunun Osmanlı toprağına tasallut anlamına gelmesini temin etmek üzere bu Doğu seferi yapıldı. Hepinizin gayet iyi bildiği gibi o sırada hilafetin bizim topraklarımıza taşındığı söylenir, fakat Osmanlı padişahları II. Abdülhamit’e kadar halifelik meselesini öne çıkarmadılar. Çünkü Osmanlı gücü ve Türklerin siyasi üstünlüğü o kadar bariz idi ki, bunun ayrıca bir ideolojik üstünlük payandasıyla desteklenmesine ihtiyaç yoktu. Diyeceğim, dünyada kapitalizmin uç vermesi ile Türk topraklarının en parlak alan olarak bilinmesi eş zamanlıdır. Ama hadise şöyle cereyan etti ki, kapitalizmin bir Dünya Sistemi olarak teşkilatlanması, Türkiye’de hadisenin –nasıl karşılandığını bilemiyoruz tabii- farkına varılmaması sebebiyle Türkiye’nin Dünya Sistemi tarafından kuşatılmasına ve çökertilmesine sebep oldu. Nasıl oldu bu? 1571 yılına kadar dünyada Türklerin mağlup edilemeyeceği bir açık hakikat idi.
1571 yılında İnebahtı’da Türklerin mağlup edilebileceği Avrupalılara Papalıkça gösterildikten sonra Türkiye içindeki gayr-i müslim unsurlar kendilerine yeni bir patron aradılar. Yani o güne kadar Türkiye’de zımmî olarak yaşayan insanlar, Türklerin değil de, başkalarının zımmîleri olarak gelenek bağlarından kurtulabilecekleri görüşüyle hareket ettiler. Buna karşı tedbir alacak bir yerli iktidar odağı yoktu. Osmanlı devlet ricali Avrupa’da doğmuş olan medeniyeti aşmayı, onun gücünü etkisiz kılmayı düşünen bir faaliyeti hiçbir zaman benimsemedi. Dolayısıyla birşeyler Osmanlı Devletinin başına geldi, ama dikkat ederseniz, 1571 Türklerin mağlup edilebileceğinin Avrupa’lılara gösterildiği tarihtir, fakat çöküş çok uzun sürmüştür. Yani, Osmanlı topraklarında öyle bir nizam vardı ki, bunu doğrudan, cepheden saldırarak yok etmenin imkanı bulunamadı. Onun için içeriden çökertildi. Nasıl çökertildi? Artık bütün gücün Batı medeniyetinde olduğu ve Osmanlı Devletinin çöküşünün mukadder olduğu, Osmanlı devletini yöneten insanlara kabul ettirilerek. Yani bu kabul olmamış olsaydı, Osmanlı Devletinin hiçbir bakımdan yara almasına imkan yoktu, ama bir kere bu süreç başladıktan sonra insanlar kötü duruma kendilerini ayarlayarak idare ettiler. Şu yapılabilirdi, bu yapılabilirdi meselesini konuşmanın bir alemi yok. Ama Osmanlı idaresinin yapısal bir zaafı, bugün de bizim bir atılım yapmamızı önleyen bir zaaf olarak yaşamaktadır. Osmanlı kültürü doğrudan doğruya bir ihanet kültürüydü ve onu biz cumhuriyet idaresinde tevarüs ettik.
Devlet mutlak bir güç olarak kabul ediliyordu ve devlet lehine olan bir şeyin millet lehine olup olmadığı hiçbir zaman göz önüne alınmıyordu. Yani birşeyin devlet lehine olduğu anlaşıldıktan sonra millet lehine olup olmaması tekrar hiçbir surette göz önüne alınmıyordu. O yüzden insanların başına ne geldiği önemli değildi, önemli olan devletin başına ne geldiğiydi. Bu mekanizmadan, bu işleyişten birileri devamlı olarak menfaat temin ettiler. Bundan kurtulmak için başından bir değişiklik gerekiyordu. O da Osmanlı Devletinin değil Türk milletinin duruma el koyması olabilirdi. Bu dediğim gibi bir yerlerde başladı ama, hiçbir zaman hakim duruma geçmedi. Nerde başladı? Haçova Meydan Muharebesinde başladı. Haçova Meydan Muharebesini biz millet gücüyle kazandık, devlete rağmen, fakat devlet hiçbir zaman bu zaferin sonuçlarını ileriye götürme hazırlığını göz önüne almadı. Bu böyle tuhaf bir durum. Ama şimdi biz bir yerden bir yere nasıl gideceğiz, meselesini kendimize sorduğumuz zaman… Çok terliyorum ben değil mi? Zor konuştuğum için, kafamdakileri size anlatırken hep sizin kafanızdaki itirazları göz önüne aldığım için rahat konuşamıyorum.
Şimdi meseleyi anlamak, bir millet olma derdinin nerden doğduğunu farketmek. Bu fark başka milletlerin millet olma vasfını aldıkları yer ile, Türk milletinin millet olma vasfını aldığı yer arasındaki farkı anlayıp ortaya konulabilir. Millet kelimesi bizim yaşadığımız ülkede Osmanlı Devletinin idaresi altındaki zümreleri anlatır. Bunlar tamamen gayr-i müslim cemaatleri işaret eder. Yani milletler prensibi dediğimiz zaman Osmanlı idaresinde, işte Ortodoks kilisesi, Ermeni kilisesi ve daha sonra eğer farklı kiliseler doğmuşsa onların ruhban sınıfıyla devlet arasındaki ilişki, bizimki de ulema ile belki devlet arasındaki ilişki olarak yaşanmış. Dünyada diğer milletlerin doğuşu doğrudan doğruya kapitalizmin gelişmesi ile alakalı bir şey. Yani bugün Batı dillerinde “nation” kelimesi ile ifade edilen şey, doğrudan doğruya Avrupa’da kapitalizmin gelişmesinin bir ürünü. Bu hasılayı biz Türk milletinin varlığına teşmil edemiyoruz. O yüzden bugün Türk milletinin oluşması dediğimiz şeyden bahsederken kapitalizme karşı bir gücün oluşup oluşmamasını konuşmamız gerekiyor. Bayağı dağıttım değil mi? Beni İstiklâl Marşı Derneğinde dinleyen arkadaşlar içlerinden diyorlardır ki, bu İsmet Özel’e ne oldu? Bize bu kadar fasih şey söyleyen adam bize şimdi ne kupkuru şeyler diyor?
Bilesiniz ki, dinleyicinin kavrayış alanı bir şey anlatmaya başlayan adama çok etki eder. Ben yıllarca insanlara hitap etmiş bir kişi olarak, beni dinleyen insanların hissiyatını çok kolay anlayabiliyorum. Ne yapmaktayım ben, kime ne söylüyorum, herkes beni ne kafayla dinliyor? Onları sizlerin yüzünden okuyabiliyorum. O yüzden şimdi benim konuşmamdaki bu takır tukur kısım, doğrudan doğruya sizin olaya konsantre olmayışınızla alakalı. Yani eğer ben sizi olaya konsantre edebilmiş olsaydım, çok iyi gidecektik. Ama her söyldeğim sözün bambaşka yerlere gittiğini görüyorum. Şimdi size anlatmak istediğim, daha doğrusu sizin için zihin açıcı olacak diye ümit ettğim şeyler var. Türkiye’nin başına gelenlerle dünyada olup bitenler arasında bir geçişme var. Bunları bilmemiz lazım ki, Türkiye’de bir çıkış yolundan bahsedebilelim. İstiklâl Marşı Derneği Türklerin tarih sahnesinden silinme tehlikesi karşısında yazılmış o metne sahip çıkanların derneğidir. Türkiye’de İstiklâl Harbi dediğimiz savaş, Türklerin tarih sahnesinden silinme tehlikesi karşısında verilmiş bir savaş, İstiklâl Marşı dediğimiz metin, Türklerin tarih sahnesinden silinme tehlikesi karşısında yazılmış bir metin; İstiklâl Marşı Derneği bu metne sahip çıkıyor. Çünkü aynen 1921 yılında olduğu gibi Türklerin tarih sahnesinden silinme tehlikesi bugün de var. Yani Türkiye’de biraz önce panelde Hamdi Özyel’in bahsettiği İslamın yeniden yorumlanması meselesi doğrudan doğruya 1918’deki olayın çok rafine bir şekilde tekrarıdır.
Yani bilenler gayet iyi biliyorlar ki, Finansbankın Yunan Milli Bankasına satılması, 1919 yılında Yunanlıların İzmir’e asker çıkarmasından daha ileri bir adımdır. Sandığınız gibi sakin bir durumda değiliz, ama insanlar çok hünerli bir şekilde bu sukuneti ayarlıyorlar. Benim biraz önce size ıkına sıkına anlatmakta zorluk çektiğim şey, bu durumun izahını buralara taşıma zorluğudur. Şimdi dünyada kapitalist olmayan, fakat yeniçağa ait olan bir sistemi Türkler işlettiler, çalıştırdılar. O sistem ideal bir şey değildi tabii; bozuldu, çözüldü. Ama karşılığında piyasaya çıkan, bu bozulmaya sebep olan şeyin dünya ölçüsündeki hakimiyetinden ibarettir. Şimdi bizim Türkler olarak bu hakimiyete boyun eğmemiz, bu sultaya intibak etmemiz suretiyle yürütülen vapurun dümen suyuna girmemiz bekleniyor ve bu vukuatı hitama erdirmenin son aşamasındayız. 1918 yılında İslam, Batılıların kafasında, bir siyasi organizasyon ve bir askerî güç olarak sona ermişti. Hepinizin bildiği hadise, işte General Allenby’nin Selahattin-i Eyyubi’nin mezarına ayağıyla vurup “Yine geldik Selahattin” demesi hadisesi. Fakat biz İstiklâl Harbi vermek suretiyle İslamın dünyadan bir siyasi organizasyon ve bir askerî güç olarak ortadan silinmesini önledik. Türkiye Cumhuriyetinin varlığı dünyada İslamiyetin hâlâ bir siyasi organizasyon ve bir aserî güç olarak mevcut olduğunun gösterilişidir. Anlatabiliyor muyum? Onun için İstiklâl Marşımız “Kahraman Ordumuza” ithaf edilmiştir. Bu kahraman ordumuz, 27 Mayıs 1960 darbesini yapan ordu değildir. İstiklâl Marşının ithaf edildiği ordu, kendini NATO’ya ve CENTO’ya bağlılığıyla tezkiyeye çabalayan orduyla, aynı ordu değildir. 1918 yılında Batılılar tarafından İslam, bir siyasi organizasyon ve bir askerî güç olarak kaldırıldı,. Fakat İstiklâl Harbi bu kaldırılma işlemini iptal etti ve biz bu memlekette Müslümanlığın dünyada hâlâ söz sahibi olduğunu gösteren bir idare kurduk.
1923 yılında teşkilat-ı esasiye kanunumuzun ikinci maddesi “Devletin dini, din-i İslamdır” oldu. Bu 1839’da okunan Tanzimat Fermanının ilga edilmesi demekti. Tanzimat Fermanının hükmünün ortadan kaldırılması, Cumhuriyetin ilanıyla oldu. Böyle bir şey yaşandı Türkiye’de ve bu muvaffakiyetin şemsiyesi altında ülke olarak bugüne kadar ömrümüzü südürebildik. Ama işler nasıl oldu? Bunları ayrıca konuşmak lazım, dünya şartlarını tekrar kavrayabilmek lazım. Dünya Sistemi dediğimiz bir şey var. Şu anda da Türkiye’yi ortadan kaldırmaya çalışan bir mekanizma bu. 1918’de denedi, başaramadı, ama şu anda o başarısızlığının acısını çıkarmak üzere birşeyler yapıyor. Dünya Sistemi dediğimiz şey –bir adı da kapitalizm bunun- Osmanlı Devleti kurulduğu sırada, yani 14. asırda İtalyan şehir devletleri içinde uç vermiş, tomurcuklanmış olan şey. Bu bir sistem. Bu sistemin esası ne? Bu sistem, merkez-çevre ilişkisine dayalı bir sistem. Daha o zaman Venedik, Floransa, Milano, Cenova gibi şehirlerde oluşan iktisadi ilişkiler, bu İtalyan şehir devletlerinin merkez alınması suretiyle, bunların ticaret sebebiyle kendilerine bağladıkları alanlarda bir çevre oluşturmaları, yani metropol-periferi ilişkilerini ihdas etmeleri. Bu merkez-çevre ilişkileri 17. Yy’da Hollanda’ya nakloldu. Yani, kapitalizmin sermaye birikimi dolayısıyla ortaya çıkardığı merkez-çevre bağları 17. Yy’da en çok sermaye birikimi sağlamış olan bölge olarak Hollanda’ya taşındı. Hollanda bu merkez olma vasfını uzun süre elinde tutamadı, Britanya büyük bir imparatorluk kurmuş olmasının avantajlarından yararlanıp Dünya Sisteminin merkezini Londra’ya taşıdı. İşte biz I. Dünya Savaşının sonunda bu merkezle yüz yüze gelmek, bu merkezin dayatmalarıyla baş etmek zorunda idik. Yani Dünya Sisteminin merkezi Londra’da iken Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıktı.
Bu topraklarda bir yeni düzenlemenin olması, Dünya Sisteminin o günkü ihtiyaçlarına denk düşen bir şeydi. Yani meseleleri bir yerlerden bakıp bir kısmını görmek, başka yerlerden bakıp başka kısmını görmek her zaman mümkün. Ama bunlar iç içe geçmiş olan meseleler. Bir konuyu ele alıp bir şeyi izah ettiğiniz zaman onun tekabül ettiği başka şeyler de olabiliyor. Yani, Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu zaman artık Osmanlı Devletinin bir piyasa ekonomisi özelliği taşımayan sistemi olmuş olması, önem sahibi değildir. Öyle bir dönemdeydik ki, Dünya Sistemi kendi gelişmesini 14. Asırdan, 17. Asırdan geçirip 20. Asra vardırmıştı. Bu süreci Türk gücünü etkisiz bırakarak yaşamıştı. Varılan safhada, o merhalede artık kapitalizme uymayan özel Türk düzeninden bahsetmek sözkonusu değildi. İşler bambaşka bir veche kazanmıştı. I. Dünya Savaşının sonunda Dünya Sistemi merkez-periferi ilişkilerini merkezin yönetmeyi başardığı alanlar tesis etmek suretiyle yürütüyordu. Bunları iktisadi çözümlemelerle anlamak bir mana ifade ediyor, siyasi çözümlemelerle anlamak başka bir mana ifade ediyor. Fakat varılan sonuçlar çok garip bir şekilde siyaset ve hamasetle kaplanmış iskeleti ortaya çıkarabiliyor. Dediğim gibi İtalyan şehir devletlerinde başlayıp merkezini önce Hollanda’ya, sonra Britanya’ya taşıyan sistem I. Dünya Savaşının sonunda sisteme bağlı ve kendi gücüyle ayakta duran, ama sonuçta değer aktarımını sistem lehine yürüten bir dünya düzeni kurdu. Yani, dünyada bir piyasa ekonomisi yürürlükteydi, fakat piyasa ekonomisi esaslarına uyarak çalışmayan birimlerle piyasa bir çevre oluşturmuştu. Bu kolay anlaşılır bir şey gibi görünmüyor, ama başka şekilde söylersem belki anlatabilirim. Şimdi I. Dünya Savaşı bittiği zaman sistem, geleneksel yapıları ortadan kaldırdı. Daha savaş bitmeden Rusya’da ihtilal oldu, çar gitti. Savaş bitince Alman imparatoru yoktu, Avusturya-Macaristan imparatoru yoktu, İslam halifesi yoktu. Sistem, geleneksellik boynu üstünde duran kelleleri I. Dünya Savaşı sonunda kopardı. Ama kelleler koptuktan sonra o kopartılmış yerlerde sisteme bizim kolayca göremediğimiz bağlarla bağlı birimler oluştu. Bu birimler, işte bugün gavurca “non-market economy” dediğimiz şeyler olarak organize edildi. Piyasa ekonomisi işleyişine hiç benzemeyen bir Sovyet ekonomisi doğdu, 1917’de. Türkiye’de 1923 cumhuriyet idaresiyle birlikte benzersiz ayrı bir ekonomik birim doğdu. Arkasından İtalyan faşizmi ortaya çıktı, 1928 yılında. Onlar yine piyasa ekonomisi olmayan, korporatif bir yapı oluşturdular. 1933’de Hitler iktidara geldi, o da piyasa ekonomisi olmayan; ama dinamizmini Avrupa iddialarından istihraç eden bir yapıydı.
Netice itibariyle Dünya Sistemi kendi yağıyla kavrulan, fakat sonunda bizatihi sistemin kendi menfaatine çalışan birimler oluşturdu. Sonra ne oldu? Almanlar Avrupa’ya mahsus oyun havalarını, çok değişik tellerden çaldığı için II. Dünya Savaşı çıktı. Tabii gene o ezgiye dikkatle bakmak lazım; piyasa ilişkilerine, para hareketlerine vs. Ama netice itibariyle II. Dünya Savaşında iki taraf vardı. Ama dikkat ederseniz, Sovyet ekonomisini dışarda tutacak olursak, savaşanlar asıl merkeze karşı kendi birimini savunan taraflardı. Bunlara totaliter rejimler diyoruz ya, Almanya, İtalya, Japonya kapitalizmi pazar ekonomisi olmayan bir işleyişle uygulayan unsurlardı. Gene kapitalizmdi ama bildiğin piyasa ekonomisi değildi onlar. Ekonomik yapı itibariyle, Dünya Sistemi bir ana idiyse, Sovyet ekonomisi, o ananın gayri-meşru ve uysal çocuğu idi. İtalya, Japonya, Almanya öz evlât idiler ve fakat analarına isyanı çıkar yol bellemişlerdi. Türkiye’ye ne Dünya Sistemi tarafından doğurulmuş bir piç, ne de meşru evlât denilebilirdi. Türkiye anapara, PARA-ANA tarafından evlât edinilmişti. 1945’de savaşı, 1918’de olduğu gibi anapara, gene sermaye kazandı. Sermayenin savaşı kazanması ile beraber milletler tarih sahnesinden kaldırıldı. 1945’ten sonra artık önemli olan iki savaş arası dönemde olduğu gibi milli derlenip toparlanmalar değildi. Milletlerin emrine girdikleri IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi organizasyonlar en önemli kuruluşlar oldu. Soğuk savaş, göz boyamanın çok güzel bir bahanesi idi. Savaş sonrası ortam, birçok yalanın söylenmesine imkân veren bir ortamdı. Ama bu dönemin, 1945 sonrasının çok önemli bir özelliği var, o da -biraz önce birçok yalanın söylenmesini kolaylaştıran bir ortamdı, dedim.- 1945 sonrasında savaşın galipleri, galibiyetlerinin gerekçelerini hiç kimseye kabul ettiremediler. Yani savaşı demokrasiler kazandı diyorlardı, fakat demokrasinin emri altında tuttukları insanlara bizatihi neler sağlayacağı konusunda hiçbir kabul edilebilir gerekçe sunamıyorlardı. Yani, II. Dünya Savaşının sona ermesi galiplerin haklılıkları konusunda bin dereden su getirmeleri gerektiği bir ortam ortaya çıkardı. Galipler galiptiler, ama bunun haklı bir galibiyet olduğunu ispat etmek zorunda kalmışlardı. Bu yeni ortam aslında Türkiye’nin de yararlanabileceği bir ortamdı, nitekim Türkiye de yararlanmaya yeltendi.
Türk tarihinde ilk defa hiç olmamış bir şey oldu. 14 Mayıs 1950’de Türk Milleti başında kimler olması gerektiğini söyleyemedi, ama kimler olmaması gerektiğini söyleyebildi. 14 Mayıs 1950’de Türk Milleti kimler tarafından idare edilmek istemediğini söyledi. Bu çağlar boyunca yaşadığımız topraklar üzerinde hiçbir zaman olmamıştı. Türk tarihini nereye kadar götürürseniz götürün, böyle bir şey yok. Yani beni şunlar idare etmesin, diye bir tercihte bulunmamışlar. İlk defa böyle bir şey oldu. 1950 yılının 14 Mayısında Türk Milleti beni bunlar idare etmesin, dedi birilerine. Fakat bu söylenilenin, böyle rastgele bir şey olmadığı 1954 seçimlerinde belli oldu. Hakikaten Türk Milleti birileri tarafından idare edilmek istemiyordu. 1957 seçimlerinde bellilik devam etti. Fakat 57 seçimlerinde işler 54’e nazaran biraz daha karışıktı. Demokrat Parti oylarının 54’e göre biraz düştüğü gözlemlenir, hem de Demokrat Partinin yaptığı numaralara rağmen. Biliyorsunuz, Osman Bölükbaşı Millet Partisinin başındaydı ve Kırşehir’den oy alırdı. 1961 anayasasına kadar çoğunluk sistemi ile seçim yaptık. Bu öyleydi ki, hangi vilayette hangi parti en çok oy almışsa o vilayetteki milletvekillerinin tamamını o parti alırdı. Böyle bir sistemdi, çoğunluk sistemi. Dolayısıyla Demokrat Parti 1957 seçimlerine girerken Osman Bölükbaşı’nın gücünü azaltmak üzere Kırşehir’den Nevşehir’i çıkardı. Kırşehir bölündü, bir de Nevşehir diye bir yer oldu. Dolayısıyla Nevşehir’in milletvekillerini Demokrat Parti aldı. Bunu CHP’ne karşı da uyguladı. Malatya devamlı olarak Halk Partisine oy veriyordu, oradan bir Adıyaman çıkardı. Oradan da DP milletvekilleri alındı. Bir de Afyon devamlı olarak CHP’ye oy veriyordu, oradan da Uşak çıkarıldı. Oradan da DP milletvekilleri oy aldı. Böyle bir numara yapıldı, ama zaten 3 sene sonra da ihtilal oldu. Yani Uşak, Adıyaman ve Nevşehir 1957 seçimleri dolayısıyla vilayet olmuş yerlerdir. Bu hadise, yani Türk Milletinin kimler tarafından idare edilmek istemediğini beyan etme hadisesi 27 Mayıs 1960’la beraber ilga edildi. Ondan sonra Türkiye bir sorunun içine atıldı, bir anlaşılmaz sorunun içinde buldu kendini. Tek parti dönemi ve Demokrat Parti dönemi soru gerektiren bir dönem değildi. Yani Dünya Sistemi ile ilişkiler bakımından Türkiye, tek parti döneminde kendisine Dünya Sistemi tarafından biçilen role razı olarak hayatını devam ettirecekti. Demokrat Parti dönemi boyunca da Dünya Sistemi içinde bir özel rol oynayıp oynamayacağını kendi kendine soran bir tavırla 10 sene geçti. Orada enteresan şeyler var, mesela DP yöneticileri tarım makineleri ithalatını tütünde ve pamukta Amerika ile rekabet etme fikrine dayandırıyorlardı. Bu tarım makinelerini ithal ediyoruz, çünkü tütünde ve pamukta Amerika ile rekabet edeceğiz, dedikleri vakidir. Sistem içindeydi her şey, sisteme karşı herhangi bir şey yoktu. Sistemin idam ettiği üç siyasetçi sistem aleyhine faaliyet göstermiş değildi. 27 Mayıs’tan sonra Türkiye’de ne yapılacağı meselesi bir soru haline geldi. 27 Mayıs’tan hemen sonra Türkiye’nin kalkınmak için -o sırada soğuk savaşın da canlı olduğunu düşünürseniz, bir de 60’lı yıllardan itibaren Amerika Birleşik Devletleri de işin içinde olmak üzere devrimci bir dalganın yükseldiğini, yani sistem karşıtı eğilimlerin cazibesinin arttığını düşünürseniz-, 60 sonrasında Türkiye’de insanların, kalkınmanın kapitalist yolla mı, yoksa sosyalist yolla mı olacağı konusunda ciddi bir tartışma içine girmelerini anlarsınız. Bu belki Türkiye’nin geleceği bakımından önemli bir şeydi. Çünkü eğer halkın gücüne başvurmak diye bir şey söz konusu idi ise, bu 14 Mayıs 1950’de yapılan değişikliğin bir şekilde ete kemiğe bürünmesi anlamına gelecekti. Yani Türkiye kalkınmak için Türkiye’de yaşayan insanların katkısına müracaat edecek idiyse, bu dediğim gibi “Beni filancalar yönetmesin” deklarasyonunun ete kemiğe bürünmesi anlamına gelecekti. Bu tehlike çok kolaylıkla fark edildiği için Türkiye’de hiç açık vermeyen bir manipülasyon yapıldı ve Türkiye’de sosyalizm talepleri devletin manipüle ettiği bir hareket haline dönüştürüldü. Halkın gücüne müracaat edilmesi fikrinin tamamen devre dışı bırakıldığı bir sol doğdu Türkiye’de. Sol, Türkiye’de halen bu soldur. Bu manipülasyon başarısının üzerine bir de devlet, İslamiyet’in manipüle edilmesine imkân veren bir “siyasal İslam üretti”.
Böylece, hiç açık vermeyen bir devlet manevra alanı elde edildi. Zaten Müslümanları manipüle etmek hiç zor bir şey değildi. Üstelik bu manipülasyon, Cumhuriyet’e mahsus bir şey değildir; daha Kanuni zamanından beri zaten bu topraklarda İslami taleplerin tamamı takibat altındadır. Çünkü Osmanlı Devleti kendini din devleti olmaktan başka bir şeyle izah edemiyordu. Bu sebepten dolayı da dinle muaheze edilebilen bir devletti. Yani eğer dini gerekçeleriniz ile devlete hesap sorma pozisyonu kazanmışsanız, iddianız sonuç doğuruyordu. Bunun çok bariz bir göstergesi Patrona Halil isyanı sırasında ortaya çıktı. İsyancıların mahalle mahalle İstanbul’da yayıldıkları gözlenince Saray dedi ki “O zaman da biz sancak-ı şerifi çıkarırız”. Öyle olur ki “Müslüman’san bunun altına geleceksin” meselesi tek mesele oluverir. Yani devletin bir tek güvencesi vardı, bütün Osmanlı tarihi boyunca: İslam. Yani devlete karşı çıkmak mümkündü. İslam’a karşı çıkmak anlamı taşımadığı zaman bu mümkündü. Buna mukabil, İslam’a karşı çıkarak devlete karşı çıkamıyordun. Arkana İslam’ı alabilirsen devlet senin karşında o kadar güçlü olamıyordu, bütün saltanat süreci boyunca bu böyleydi. Herkes kabul etmek zorundaydı ki, Din asıldır, devlet onun fer’i olarak kurulmuştur. Bu kurulu düzen içinde devletin maslahat için İslam’da bir takım oynamalar yapmış olması, Müslümanlara karşı müteyakkız olmasını gerektiriyordu. Kanuni döneminden beridir İslami talepleri olan herkes, devlet gözünde “tekin olmayan” insanlar oldular. Cumhuriyette bu durum aslî durum haline geldi. Dolayısıyla siyasal İslam diye bir şey çıkarmaya karar verdikleri zaman sahaya sürülecek unsurların tamamı zaten resmi unsurlardı. Siyasal İslam dediğimiz şeyin hiçbir liberal tarafı yok. Siyasal İslam adına yapılanların hepsi devletin istediği ne ise onun olacağı yolundaki hazırlıklardır. Bunların akımlar bakımından da, mesela tasavvufi kısım halka yakındır, selefi kısım devlete yakındır falan demeye lüzum yok, hepsi devletindi. Dolayısıyla 27 Mayıs 1960 sonrasında, bizim millet olma meselemiz, hem sosyalizan taleplerin devlet güdümüne verilmesi suretiyle, hem de bir siyasal İslam üretmek suretiyle hasıraltı edildi. Biz Türklerin millet olma yolunda bir mesafe kat etmemizin önü tıkandı.
Şimdi acaba ihtiyacımız olan açılım nasıl sağlanabilir? Nasıl sağlanabilir? Tabii ki İstiklâl Marşını raftan indirerek sağlanabilir. İstiklâl Marşı 1921 yılında kabul edilmiş ve 1923’te rafa kaldırılmıştır. Her ne kadar “Devletin dini din-i İslam’dır” diye anayasada bir hüküm 1928 yılına kadar muhafaza edilmiş idiyse de, İstiklâl Marşının rafa kaldırılmış olması bütün devlet faaliyetlerinin millet meselesi olarak yürütülmesine mani olmuştur. Daha doğrusu millet meselesi olarak yürütülmemesine imkân vermiştir. Eğer İstiklâl Marşı’nın kendisi rafa kaldırılmamış olsaydı, her aşamada bu memleketin neden vatan olduğu sorulacak ve onu vatanlaştıranlar hak talep edeceklerdi. Türkiye’de korkulan şey hep bu olmuştur. Bu memleketin vatan olmasını temin edenler acaba hak talep edecekler mi? Etmemeleri için özel tedbirler alındı ve garip bir şekilde de bu tuttu. O tedbirler gayet güzel yerine oturdu ve Türkiye’de insanlar işleyen mekanizmanın kendilerine bir yarar sağlaması halinde sistemin bir parçası olmayı zararlı saymadılar. Bu tutumdan bir yere gidilir mi, gidilmez mi, gidilirse, nereye gidilir, onu konuşmak lazım tabii. İstiklâl Marşının raftan indirilmesi nasıl olabilir? Bunu bir düşünmemiz lazım. Çünkü İstiklâl Marşında millet lehine verim sağlayacak her şey resmi görüş tarafından tevil edilmiştir. Bu tevillerin baş köşesinde biliyorsunuz, “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” meselesi var. Hemen, bu sözler İstiklâl Marşı’nda ne arıyor, diyor bazıları. Yani İstiklâl Marşını kabul eden 1921 meclisi, aynı zamanda Lozan anlaşmasını kabul eden 1923 meclisi değil. Yani İstiklâl Marşının şairi 1923’de artık mecliste değil. Lozan’a giden murahhaslarımızdan Rıza Nur mesela, İstiklâl Marşının muhaliflerinden birisidir ve biraz önce söylediğim bu medeniyete küfreden şey, böyle şey olur mu diyen odur. Bizim meseleyi bir şekilde tekrar anlamamız gerekiyor. Nasıl tekrar anlayacağız? Yani, adını çok sevdiğimiz, adına Türkiye dediğimiz bu ülkede, nasıl olup da bir millet yaşadığı anlaşılabilecek. İnsanlar yaşama tarzlarını acaba dünyanın diğer bölgelerinde yürürlükte olan kuralları daha iyileştirerek mi düzenleyecekler, yoksa burada bu yaşadığımız ölçülerin geliştiği bir stil, bir tarz, bir ritim doğacak mı?
Bu tamamen taleple alakalı bir şey. Bunları nasıl anlayabileceğiz? Mesela dünyada eşi benzeri olmayan bir meşguliyet alanı sayabileceğimiz Türk musikisi bugün yaşayan bir şey değil; öldü. Bunun akabinde Türkçe de ortadan kalkmak üzere. Şu anda bizim nasıl bir şey konuştuğumuz da sorgulanabilir. Sorgulanabilir kelimesinin de sorgulanması lazım. Ne dediğini bilen insanlar mıyız? Dilimize sahip çıkmak ciddidir. Bu sahip çıkışın sonunda bir şey olur mu, olacaksa bunu kim yapacak? Türk olarak nereden geri adım atmayacağız? Bir yerden vazgeçmezsek kazançlı çıkan biz olacağız; ama orası neresi, öyle bir hattan veya satıhtan haberimiz var mı? Yaşadığımız şu anda hayat tarzı bir yere gidiyor ya da belki çoktan gitti. Ucunda paradan başka bir şey de var mı bu gidişin? Biz Türkler acaba bir şeyleri düzelterek mi ilerleyeceğiz, yoksa yeniden kurarak mı? Bu soruların cevabını verebilmek için Türkiye’nin bilhassa “ne” yaşadığını anlamamız lazım. Türkiye, cumhuriyetin ilanı ile beraber tarihten silinmeme duygusunu yaşadı. Cumhuriyetin ilanı Türk varlığının tarih sahnesinden silinmeyeceğinin belgesiydi ve bu duygu toplumda geri kalan kısmın ne olacağının önemsiz olduğu fikrini hep canlı tuttu. Nasıl olsa tarihten silinmemiştik, bundan sonra ne olursa olsun, idi. Muhtemel kayıp o kadar büyüktü ki, o muhayyel kayba uğramamış olmak diğer fiilî kayıpları önemsiz kıldı. 1932 yılında ezanın okunması yasaklandı. Minarelerden Allahuekber, Allahuekber nidalarının duyulması halinde, münadi üç ay hapis cezası ile cezalandırılıyordu. 18 sene insanlar bu sesi duymadılar. Bu duruma insan hayret ediyor değil mi? Hiçbir müezzin “Yahu, yatarım üç ay” deyip, ezan okumayı göze alamadı veya ne olup bittiğini hiç kimse öğrenemedi.
Bir savaş verilmedi. İnsanlar neden yapmadılar bunu? Çünkü dediğim gibi “Boş ver, bu yasakların aslı esası yoktur” diye düşünüyorlardı. Hâlâ devletimiz var, hâlâ Türk olarak, bizim varlığımız inkâr edilemiyor. Bu yeter de artar bile. Böyle düşünüyorlardı. Ve tek parti yönetimi de her yönden bu duyguyu besliyordu. Yani 27 sene devam eden tek parti yönetimi “Evet, biz kıyafet inkılâbı, harf inkılâbı yaptık; ama ne Ermeni, ne Rum, ne Yahudi, ne Kürt’üz; biz Türk’üz” diyorlardı. Tek parti dönemi böyle söylüyordu. İşte çocuklara mesela, milli şef döneminde “İnönü’nde komutan, Tarihte Lozan / Hem bilgin hem kahraman, İsmet İnönü” diye şiir ezberletiyorlardı. İnsanlar bundan memnundular. Zil takıp oynamıyorlardı, ama gözlerinin önünde öyle bir felaket cereyan etmişti ki, bundan salim kalmak çok büyük bir teselliydi. Ama 18 sene ezan okunmaması sebebiyle hiçbir mücadele vermeyen insanlar 14 Mayıs 1950 günü, daha bu 1932 yılında yasaklanan kanunun iptal edilmesini hiç beklemeden -bugün hala birilerinin müthiş korkusudur bu-, 14 Mayıs 1950 günü akşam ezanı yasağa rağmen bütün Türkiye’de okundu. Daha seçim sonuçları ilan edilir edilmez minarelerden Allahuekber, Allahuekber nidaları duyuldu. 10 Mayıs 1950, Mareşal Fevzi Çakmak’ın cenazesinin kalktığı gündür. İlk defa orada delinmişti yasak. Minareden değil, birisi Beyazıt’ta çatıya çıkıp ezan okudu. Dört gün sonra da minareden okudular.
Bu memlekette, bu güzelim Türkiye’de, birileri sadece deniz tükendi diye bir şekilde hareket eder oldu. Bizler denizin tükenmediğinin habercileriyiz. Bu güne kadar İstiklâl Marşı Derneği yoktu, olmadığı için insanlar gidecek yer bulamıyorlardı. O yüzden şimdiye kadar birçok şeye razı oldular, ama bundan sonra olmayabilirler. Böyle bir şey olabilir mi? Olabilir. Türkiye Demokrat Parti döneminde acaba kendi ayakları üzerinde durarak bir gelişme yaşayabilir mi, sorusunu kendi kendine sordu. Fakat 27 Mayıs 1960 ihtilali bunun asla olmayacağını öğretti onlara. Biz 27 Mayıs’tan ders almayanlarız. 1960 ihtilâlinden 10 sene dokuz buçuk ay sonra 12 Mart 1971’de “Hiç hayal etmeyin böyle bir şey” dediler. Biz 12 Mart muhtırasından ders almayanlarız. 12 Eylül 1980’de de ‘artık tesis ettiğimiz bu bozukluk bir kaidedir’ i topluma kabul ettirdiler. Biz 12 Eylül 1980 darbesinin dayattığı ne varsa, hepsinden ders almamış insanlarız. Elinden iş gelen insanlar, halkın “hiçbir gidecek yer yok” fikrinden uzaklaşmasını sağlayacak hiçbir gelişmeye güç katmadı bugüne kadar.
Siyasal İslam dediğimiz şey de özel olarak halkın ümitsizliğini, halkın uyanıklığı haline getirmeye müteveccih idi. Deli misin sen, şeriat gelir mi? Sen şurdan şunları aparmaya bak fikri, siyasal İslam’ın ana fikridir. Nasıl olsa İslâm adına söyledikleri her şeyi idareten söylüyorlardı ve bunu kendileri de, dinleyen de biliyordu. Durumun böyle olduğunu gördük, çünkü İslâmî olana dair hiçbir hazırlık yürütülmüyordu. Türkiye’de İslamiyetin yaşanabileceği konusunda siyasal İslamın hazırlığı herhangi bir şey olmadı. Neden olmadı? Çünkü bizim toplum hayatımızda yüzyıllar boyunca İslam dediğimiz şey bir iktidar imkânı olmak dışında bir özellik taşımadı. İnsanlar Müslümanlığı muktedir oldukları kadar kendilerine yakın saydılar. İktidar imkânı sunmayan İslam, hiçbir zaman cazip olmadı Türkiye’de. Eğer, insanlar bir çıkış yolu gerçekten arıyorlarsa, belki İstiklâl Marşı Derneği sonrasında bir gelişme başlayabilir, Çıkış yolu dediğimiz şey, mutlaka normal ritmin dışında bir ritim yakalamakla bulunabilir. Bu ritmi yakalamak için bir takım fırsatlar Türkiye’nin eline geçti. Ama bunlar şu veya bu şekilde heba edildi. Türkiye gerek sosyalizm talepleri sebebiyle, gerekse İslamiyet talepleri sebebiyle bir uyanışa uğrayabilirdi. Ama uğrayamadı. Biz Türkiye’de ne sınıf meselesinin hangi esasa oturduğuna dair bir sarahate sahip olabildik, ne de kimlik ya da hüviyet dediğimiz meselenin bir esasa oturması konusunda bir sarahate sahip olabildik.
Evet. Bundan sonra bir şey yapılabilinir mi? Eğer insanlar dünyada dönen çarkın dışında bir işleyiş konusunda ısrarlı olabilirlerse, böyle bir şeyin önce bulunabilmesi lazım. Israr edildiği zaman bir yol açılmış olur. Dünyada bir çarkın döndüğünü görmeyen ahmaktır. Bu çarkı döndüren kârın azamileştirilmesi ilkesidir. Bir kişi, bir ülke, bir bölge kârını azami kıldığı zaman diğerine göre avantajlı oluyor. Böyle bir işleyiş var bütün dünyada. Yani dünyada satın alınabilir değerden daha üstün bir değer yaşamıyor. Eğer Türkiye’de satın alınabilirin dışında bir değer fark edilirse o zaman o dönen çarkın dışında işleyen bir çark devreye girecek demektir. Bu acaba olur mu? Yani bu yaptığını, ne karşılığı yapıyorsun diye sorduklarında, bu soru o işi yapan tarafından cevapsız bırakılabilinirse, bir şey olur. Çünkü şimdiye kadar Türk’ü etkisiz kılmak üzere yürütülenlerin hepsi fiyatı olan şeyler esas alınarak yürütüldü. Bir şeyin bedelini ödediler ve onu elde ettiler. Nitekim, insanlar bugün Türkiye’de inançlarının gereğini yerine getirmeyerek hem servet hem makam sahibi oldular. Yani ele geçen her şeyin bir bedeli var. Acaba bedelsiz bir şey olabilir mi? Yani biz acaba bunu yapıyorum, doğru olduğu için yapıyorum, diye bir şeyi devam ettirebilir miyiz? Bunu bir cesaret konusu etmemeli, bunun tabiî bir şey olduğuna akıl erdirebilmeliyiz diye düşünüyorum ben.
Bunu demekle, bu konuşmayı yapmakla, sizlere hap yerine geçecek şeyler söylemediğimi gayet iyi biliyorum. Niyetim de ucuz formülasyonlardan kaçmaktı; yine de size derli toplu, mantıki sıralaması yerinde bir konuşma yapmayı düşünüyordum. Görüyorum ki bunun lüzumu yokmuş. Lüzumlu olan şey bence insanların bir şeye talip olup olmadıklarıdır. İnsanların neye talip olup neyi reddettiklerini bilmeden onlarla helâl ilişkiler kuramazsınız. “Dünyada bir cennet vardır, demiş İbn-i Teymiye, eğer o cennete girmediyseniz, öbür dünyadaki cennete girmeyi boşuna beklemeyin”. Bu dünyadaki cennet kâfirlerin tasarladıkları gibi refah ve iktidar cenneti değil. Dünyadaki cennet, insanın cenneti özleyecek seviyeyi tutturmakla kazandığı cennettir. Cennete ancak cenneti özleyecek kadar yükselebildiysen girebilirsin. Bu konuşmayı bir tırmanış cehdiyle yapıyorum. Neden tırmanma zahmetine giriyorsun, diye sorduklarında bu soruyu sorma samimiyeti nispetinde bir cevap vermem lazım.
İstiklâl Marşı baştan sona 41 mısra boyunca bir şey söylüyor. Bunu acaba kime söylüyor? Bütün mesele bu. Yani “Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı” dediğin zaman insan buradan kendisine hitap edildiğini anlamıyorsa, bu kimseye zaten İstiklâl Marşını izah etmemizin hiçbir faydası yoktur. O yüzden İstiklâl Marşının baştan anlaşılması lazım. Değil mi? Biz İstiklâl Marşını niye anlayamıyoruz? Çünkü İstiklâl Marşının nasıl söyleneceğini bilmiyoruz. İstiklâl Marşının nasıl yazıldığını ben keşfettim. Eğer İstiklâl Marşı kendi bestesi ile, yani yazıldığı beste ile söylenebilirse onu anlamamak mümkün değil. Şimdi bizim Arapça sözlerini bildiğimiz, ilahi gibi okunan ve bize hicret sırasında Rasulullah’ın Medine’ye girerken Medinelilerin Ona hitaben söylediklerini rivayet ettikleri bir metin var, ‘Taleal bedru’ diye başlayan. Öğrendiğimize göre bu sözlerin hangi sözler olduğu bilinirmiş, fakat hangi melodi ile söylendiği yüzyıllardan beri bilinmiyormuş. Hangi melodi ile söylendiğini bizim Mekke’de koleradan ölen bestecimiz Dede Efendi rüyasında görmüş. Ve o sözlerin üzerine bir müzik yazmış, sonraları bizler bunu Ümmügülsüm’ün bir şarkısı sandık. Çünkü biliyorsunuz bizim bayram tekbirimiz, salâvatımız da bütün Arap ülkelerine gitmiştir. Yani 17. Yüzyılda Itrinin bestelediği şey sanki oralarda doğmuş gibi algılanır, öyle bilinir. Bu da tıpkı onun gibi Ümmügülsüm’ün şarkısı sanırlar talealbedru’yu. Hâlbuki bu Dede Efendi’nin rüyasında gördüğü bir şeydir. Mehmet Akif merhum İstiklâl Marşını İstiklâl Marşı olarak yazdığı için bunun makamla söylenen bir şey olacağını bildiği için, -zaten aruzla yazılmış bir şey- ben öyle tahmin ediyorum ki ya da benim içime öyle doğdu ki bu müziğin üstüne yazdı Mehmet Akif. Ve böyle bir metin doğdu. Dediğim gibi metin müziği ile doğdu. Ama bunu kimse bilmiyor. Böyle bir şeyi de belki gericilik damgası yememek için hiç kimse öne çıkaramadı. Ama eğer İstiklâl Marşını o musiki ile söylerseniz bütün vurguların, bütün işaret edilen fikri esasların temayüz ettiğini görürsünüz. İsterseniz deneyelim. Şöyle başlıyor:
“Korkma sönmez bu şafaklarda ……………
…….
(İstiklâl Marşının on kıtasının tamamını bu beste ile marş havasında ve tok bir sesle okuyor.ed.)
……..
Hakkıdır hakka tapan milletimin İstiklâl”
Diye de bitiyor.
Demek ki, yani bu beste ile bütün marşı söyleyebiliyorsunuz. Bugün mekteplerde, resmi dairelerde okunan beste ile iki kıtayı bile söyleyemiyorsunuz. ‘O-be’ diyorsunuz mesela. Değil mi?
Tarihi galipler yazar. Böyle derler, değil mi? Kim galip gelmişse tarihi o belirler. Bir şekilde yani mağlupların burada bir rolü olmaz denilir. Aslında Napolyon’un sözü biraz daha cazip, o der ki, “Tarih üzerinde uzlaşmaya vardığımız bir yalandır”. Bu tarihin galipler tarafından yazılmasının normal sonucu, çünkü galipler “İstersen kabul etme, bu böyle” diyorlar. Onun için dünyada tarihin belirleyici unsurunun Türkler olduğu kitaplarda yer almıyor. Çünkü onlar modernleşme macerası içinde ancak canlarını kurtarabilmişler şimdiye kadar. Yani modern dünya doğduktan sonra Türklerin İstiklâl Harbi sonucunda tarihten silinme tehlikesini atlatmaktan büyük bir başarıları yok.
Ama bu Batı medeniyeti 18.Yüzyılda evrimci ve ilerlemeci bir tarih görüşü ile kendilerinin, insanlığın varabildiği en üst nokta saydıkları sırada bile, yaşanabilecek en iyi yerin Türkiye olduğunu biliyorlardı. Voltaire insan çabasının neye hasredilmesi sorusuna Fransızca olarak “cultivons notre jardin” diye cevap verir, yani bahçemizi ekelim. Ve önerdiği bahçe Türkiye’dedir. Bu enteresan bir şey. Avrupalılar Türkleri cazibeden mahrum bırakabilmek için hâkimiyet esasına dayanan bir işleyiş başlattılar. Hâkimiyet esasına dayanan ve sonucuna güç yetiremedikleri bir şey. Güç doğuyor, fakat sonuçlarına hâkim olunamıyor. Hâkimiyet var, sonuçlarına hâkim olunamıyor. Bu meşhur büyücünün çırağı hikâyesini bilirsiniz. Yani bu Avrupa medeniyetinin esası olan şeydir. Büyücü giderken çırağına su taşıması için emir vermiş. O da niye kendimi yorayım ben şimdi şu süpürgeye suyu taşıtırım demiş. Büyü kitabını açmış, bulmuş yerini, süpürgeye su taşıtmış. Fakat süpürge iki kova ile su taşıyormuş. Dolmuş, durduramamış. Onu durduracak yeri bulamamış. Süpürge ha babam su taşıyor. Mani olmak için süpürgeyi kırmış balta ile, bu sefer iki süpürge taşımaya başlamış suyu. Velhasıl artık büyücü bazı masallarda döner ve durdurur. Ama o arada çırak boğulur gider mi, çeşitli versiyonları var.
Bu modernlik denilen şey, sonu Dünya Sistemine varan ve bugün hala durduramadığımız şey. Bir, kapitalizm dediğimiz mekanizma “azamî kâr” esasıyla ayakta durabiliyor. Yani kapitalist mekanizmayı ayakta tutabilmek için birinin diğerinden daha çok kâr etmesi gerekiyor. Böyle bir işleyiş var. Bununla kalmıyor, bir de Pazar için üretim dediğimiz bir şey var, ısmarlama üzerine değil. Satmam gerek diye bir şey üretiyorsun. Yani ihtiyaca göre değil mutlaka kâr etmek üzere üretmen lazım. Söylendiğine göre rakamlar değişmiş olabilir. Bundan 20 sene önce öyleydi, bir otomobil markasının ayakta kalabilmesi için yılda 200 bin otomobil satması gerekiyormuş. 190 bin satıyorsa bir firma batıyor. Yani asgari 200.000 sattığı zaman ayakta durabiliyor. Birçok kalemde değil, bütün kalemlerde bu böyle. Böyle olmayınca, piyasa ekonomisi olmuyor, pazarı canlandırmak mümkün olmuyor, kapitalizm hakimiyet kuramıyor. Sonunda işte dünya globalize oldu, nasıl olduysa? Mutlak mânâda genişlediği zaman sıhhat bulabilen bir sistem bu. Dolayısıyla bir şeyleri devamlı değiştirmesi, bir şeyleri devamlı yerinden etmesi lazım. Bu yerinden ettiği şeylerin önemli bir kısmı da dünya kaynakları. Evet, dünyada bu deveranın devamı için ister enerji kaynakları olsun, ister hammadde kaynakları olsun bunların mutlaka tahrip edilmesi gerekiyor,. Bir zamanlar Roma Kulübü diye bir ekip vardı, -şimdi o piyasadan çekildi- diyorlardı ki: Dünyanın kurtulması için gelişmenin durdurulması lazım. “Limits of growth”. Onların defterini kim dürdüyse, hepsi piyasadan kayboldu. Şu anda insanların çoğunluğu tabii çevre meselesiyle falan uyutuluyor. Hâlâ yok oluşun, yani biz Türklerin tenezzül etmediği, dünya hayatının bile kıymetinin ortadan kaldırılışının çaresi bulunabilmiş değil. Dolayısıyla dünyada kendi başının çaresine bakabilen bir toplum, bütün mekanizmanın işlemez hale gelmesine yetecek bir şeydir. Ben sık sık şunu söylüyorum. Eğer Türk ordusu Cumhuriyetten sonra süvari birliklerini ilga etmemiş olsaydı, bugün Türk ekonomisi dünyadaki gözde ekonomilerden birisi olurdu.
Böyle bir şeyi Türkiye yapabilir. Belki de dünyada bunu yapabilecek tek ülke burasıdır. Bilhassa bunun doğmaması, böyle bir açılımın devreye girmemesi için her şey yapılıyor. İnsanlar siyaseti belli sermaye gruplarının bayiliğini üstlenerek yapıyorlar. Dolayısıyla zaten Türkiye’nin kendi başına bir çözüm yolu aramaması, arayamaması siyasetin ayakta durması, geçerli sayılması sebebiyledir. Yani siyasiler makbul olduğu sürece Türkiye kendi başının çaresine bakma meselesini gündemine alamayacak. Çünkü siyasiler yer sahibi olabiliyor, ikbale kavuşabiliyorlarsa, ancak belli sermaye gruplarının işlerini yürütmek kaydıyla bir yer sahibi olabiliyorlar. Bu durum Türkiye’ye mahsus bir şey değil. Arjantin’de de, Yeni Zelanda’da da bu böyle. Ama eğer “millî menfaat” bakımından sınırlar koyabilmiş toplumlar varsa, yani kendilerine yapılan müdahaleleri şarta bağlamış toplumlar varsa bunlar nispeten diğerlerine göre daha iyi durumda oluyorlar. Türkiye de ülke olarak “millî bir varlık” haline gelebilirse, bütün toplum bir millet olmanın ritmine uyarsa, çözemeyeceği hiçbir mesele, başa çıkmayacağı hiçbir zorluk kalmaz; ama bu husus Türkiye’de bilhassa kaçılan bir şey. Yani Türkiye’de milletin var oluşu kavramı kendisinden en kolay uzaklaşılan ve yanına hiç yaklaşılmayan bir kavram olarak görülmekte ve siyaset bu kaçış üzerinde dönüyor. Bir şekilde dünyada kârını azamiye çıkarmak isteyen grupların sözcülüğünü yaptığın kadar Türkiye’de sözü geçen insan olabiliyorsun. Bunun tersine çevrilmesi mümkün müdür? Mümkündür. İnsanların basit birer alet olmadan yaşayabildikleri bir ekonomik yapı temin etmeleri mümkündür. Ama bu imkân toplum hayatımızda başından aksi hedeflere bağlanmış bir şey olarak biliniyor. Türkiye’de çok önceden razı olunmuş kimi şeyler var ki bunların sonuçlarının acısını bugün çekiyoruz. Aksi istikamette bir karar mekanizması da hiçbir zaman devreye girmedi. Girebilir mi? Bunları birilerinin konuşması lazım. Ama bizim yayın organlarında sesini duyduğumuz kimselerin tamamı, -bir kısmı değil- bu konuda bağımlı insanlar oldukları için böyle bir milli çözüm meselesi gündeme gelmiyor. Bu doğrudan doğruya bir plandır ve Türkiye’de insanların bu planın bir parçası oldukları gözden kaçırılarak işler yürüyor. Nasıl olacak? Bunu belki yıllar içinde İstiklâl Marşı Derneği gösterecektir. Gösterir mi dersiniz? Başınızı ağrıttım. Bunu estağfirullah demeniz için söylemedim.
Evet, bir senedir İstiklâl Marşı Derneği hiçbir şey yapmadan bekledi. Ama İstiklâl Marşı Derneğinin varlığının bir mana ifade ettiğini düşünüyorum ben. Buradan bir şey doğacağını bilen insanların yapacakları şeyler olduğunu sanıyorum. Belki benim bugün yaptığım konuşma da birilerine bir fikir vermiştir. Böyle şeyler yapıyorum, albenisi olmayan, ama “herhalde bunun altında bir şey vardır”, dedirttiğim şeyler yapıyorum. Ben daha fazla lafı uzatmayacağım. Herhalde çay içeceğiz biraz sonra. Bir şeyler söylemeye çalıştım ama hiçbirini söylemedim.
Dinleyici: “Belki de evla olan budur yani”
Yok yok, ben aslında hala İstiklâl Marşı Derneğinin üyelerine kavuşamadığı kanaatindeyim. Üyelerinin de belli bir hassasiyeti ete kemiğe büründüremedikleri kanaatindeyim. Dur bakalım ne olacak? Belki Allah bir yol açar. Evet. Peki, beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
1 Mart 2008, İstanbul
Oruç Özel: Selâmun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada “Tarihte İstiklâl Marşı’nın Yeri” adlı paneli dinlemek için toplandık.
İstiklâl Marşı Derneği’nin 10. panel ve konferans faaliyeti için burada, Bartın’da bulunuyoruz. Gerek konu başlıkları gerekse sıralanışları itibariyle hem İstiklâl Marşı’nın hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin mana ve ehemmiyetini sarahate kavuşturan bu faaliyet dizisinin son halkasının taşıdığı başlık oldukça manidar.
Etkileyici bir panel dinlediniz; ben şahsen etkilendim konuşmacılardan. Şimdi, ‘‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak, Bir Alanın Açılımı Olarak, Bir Biçimin Sunumu olarak İstiklâl Marşı’’ konusunda ben de birkaç söz edeceğim.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor.
Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.
Değerli üyeler, değerli konuklar, hoş geldiniz.
Dernek olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durum sebebiyle bir berzahtan geçmekteyiz.