"İstiklâl Marşı İle Asrın İdraki" konulu panelin konuşma metinleri.
MEHMET KENDİRCİ:
Hepiniz hoş geldiniz, merhaba.
Geçen konuşmamda heyecanlıydım. İnşallah bunu bu sefer yenmiş olacağım. Yenmeye çalışacağım. İnternetten konuşmamı okuduğum zaman, söylemek istediklerimi, ifade etmek istediklerimi ifade edemediğimi fark ettim. Bayağı bir eksiklik vardı. Tabi geldiğim yerden olan Antep’ten, Urfalıyım ve 11 Nisan Urfa’nın kurtuluşuydu, 28 Martta Şahin Beyin şahadetinin yıldönümüydü. Onlardan kısaca bahsetmek istiyorum:
Antep’e Fransızlar geldiği zaman, tabi Urfa’ya ve Maraş’a gelen Fransız asker sayısının belki on kat fazlası Antep’e gelmiştir. On bir ay süren bir savaş sonrasında şehri teslim almışlardır. O da Antepliler “Biz açlığa yenildik, düşmana değil demişlerdir.” Fransızlara ve Ermenilere mal satmamışlardır, bütün bir Antep. Ve Fransız askerleri orada açlık tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır. Kilis’ten yardım istemişler, Kilis’ten yardım geliyormuş bunlara. Ve Şahin Bey de Kilis Antep yolunu tutmakla görevli bir yüzbaşı. Hatta Anteplilere şunu diyor “ Düşman askerleri benim cesedimi çiğnemedikçe Antep’e giremez.” Zaten emrindeki iki yüz kadar silahlı çete, köylüler, asker falan değil. Mermileri bitince geri çekiliyorlar, Elmalı Köprüsü var, Şahin Bey ile yanındaki iki yüz arkadaşı köprübaşına çıkıyor süngü ile düşmanla savaşmak için ve süngü çatışmasında şehit düşüyorlar. Tabi bunu Yüzbaşı Andre adındaki Fransız komutan anlatırken bu adam ki ikinci dünya savaşında generalmiş, “ O gencin hayali Kilikya maceramız boyunca bizi bir gölge gibi kovaladı. Ve şu kanaate varıyorlar: “Biz Antep’e on bir ayda girdik, Anadolu’da bin tane Antep var.” Ve Ankara Anlaşması’nı imzalayarak Antep’ten çıkıyorlar. Urfa hakeza öyle, Maraş öyle, tabi Maraşlılar o günü Maraş’ın kurtuluşu değil, Fransızların kurtuluşu kabul etmişlerdir.
Antep altı bin üç yüz on yedi şehit vermiş deniliyor. Bunların yarıdan fazlası Ermeni kurşunuyla ölmüştür.Tabi bu Şahin Bey örneğini verirken de İstiklâl Marşında “Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda” mısraını Durmuş KÜÇÜKŞAKALAK arkadaşımız yorumlamış ve yorumunda ilgimi çekti oldukça toprağın altındakilerden bazıları sivil ve yeşil sarıklı bazıları resmi ve üniformalı olarak Türk Ordusunun saflarına dahil oldu. Allah’ın görünmez orduları kâfire görünür oldu. Yani; şehit düştükten sonra bu vatan göz dikenlerin peşini bırakmamışlardır bu insanlar. Tabi asrın idraki, İstiklâl Marşı ile asrın idraki konusu söylendiğinde ben kaynak aradım Antep’te kaynak bulamadım. Kütüphanecilik mezunuyum, arşivciyim sözde bulamadım. Kendi aklımdan geçenleri söylemek istedim.
Tolstoy August Comte pozitivizmini eleştirirken diyor ki: “Pozitivizm hayatı ele alırken doğumla ölüm arasına sıkıştırmıştır. Bu hayvanlara özgü bir hayattır. İnsan hayatı doğumdan önce de vardır, ölümden sonra da devam ediyor. Pozitivizm insani hayatı hayvanileştiriyor.” Diyor. Aslında pozitivizm değil bence batıda ki fikri akımların çoğu, hemen hemen hepsi hayatı ele alırken doğum ile hayat arasına sıkıştırıyorlar. Tabii böylesi bir zihniyetin ürünü olan medeniyeti İstiklâl Marşımız “Tek dişi kalmış canavar” olarak tanımlamış. Yani insani vasıflardan arındırmış. İşte; “ Ulusun, korkma!” sözünden de yani köpekler gibi ulusun, yine insani vasıflardan yoksun. İşte “Alçakları uğratma sakın” alçak tanımlaması yapılmıştır. “Dursun bu hayâsızca akın” derken onları hayasız olarak tanımlamıştır. “Değmesin göğsüne namahrem eli sıfatıyla da onları bizler için mabetler için namahrem görmüştür. Peki İstiklâl Marşı Derneği’nin amacı birinci maddesinde şu cümle var:” “ İstiklâl Marşı “Ben ezelden beri hür yaşadım, hür yaşarım “ derken insana yaraşır şekilde yaşa bundan sonra da öyle yaşa. Asrın idrakinin insani vasıflardan arındırarak tanımlamıştır öyle görmüştür. Ve bu milletin İstiklal Harbini veren insanların hayatının bu dünya hayatından ibaret olmadığını bir başka hayatında var olduğunu insanların bu özelliklerinden dolayı bu harbi kazandıklarını düşünüyor, inanıyorum. Tabii modernizim falan lafı ediliyor. Ben bu pozitivizm örneğini verirken, televizyonda da dinliyordum modası geçti deniliyordu. Modası geçti mi bilmiyorum. Modernizmin ürünlerini bazı sosyologlar sıralarken işte şehirleşme, bireyselleşme, yabancılaşma, ırkçılık. Tabii dünya sistemi sınıf ve ırk ayrımı üzerine kurulmuş bir sistem asrın idraki diyeyim. Sınıf ve Irk ayrımı üzerine kurulmuş, bireyselleşme, yani bu konular ırkçılık ve bireyselleşmeden Genel Başkanımızın yazılarından örnek vermek istiyorum. Aristo, demiş :”İnsan tek başına ya hayvandır, ya tanrıdır.” Irkçılık tanımı ise zaten belki benim İsmet Özel yazısı benim ilk okuduğum yazı olurdu. Balık dünyaya geldiği andan itibaren yenik başlamıştır. Hem büyük balıklar küçük balığı yem olarak yutar, hem de diğer birçok canlı balıkları yem olarak kullanır. Kuş ise yumurtasının kabuklarını kırarak dünyaya gelir genelde pek az av olur hep avcıdır. Ve hayata şanslı bir başlangıç yapmıştır. Irkçılıkta hayvanlar arasında hayatiyet veren bu hiyerarşiyi insanlar arasına taşımaktır. Yani buradaki bu tanımlar asrın idraki ırk ve sınıf üzerine kurulan bir sistemi yine insani vasıflardan da arındırmıştır, bu tanım. Ve hatta hayvani ilişkilere hayatiyet veren bir hiyerarşi olarak görülür.
Tabi günümüzde bu, dört beş yıldır bu fıkrayı anlatırım AB birliği, işte müzakere süreci, uyum süreci bilmem ne konuşulurken, tabi kendi arkadaşlarımız arasında konuşurken de bunu söylerim. Çobanın birisi dağda koyunlarını otlatırken, sürüye bir kurt musallat olmuş ve bir koyunu almış kaçırmış. Çoban köpeği de gitmiş bu koyunu kurtarmış. Çoban ben bu koyunu bu köpeğe veriyorum demiş. Bu koyuna karışmayacağım satmayacağım, bu böyle devam edecek. Zamanla bu koyundan olan kuzular bir sürü haline gelmiş. Çoban köpeği ölmüş. Tabi çoban demiş bu köpeğindi bu bana kalmaz. Bu sürü, miras kime kalır acaba. Kadıya danışmaya karar vermiş. Kadıya durumu anlatmış. Bu miras kime kalır? Kadı da bakmış mal iyi, kendide aklı evvelin birisi, bu mala bana kalır demiş.Dit bu sürüyü bana getir demiş. Çoban kapıdan çıkmış geri dönmüş. “Kadı efendi sen itin neyi oluyorsun?” demiş. AB’ye gireceğiz, bu miras bize kalacak da biz bu adamların nesi oluyoruz? Belki beş yıldır bunu söylüyorum. Bunlar bizi niye alsınlar? Bu mirası bize niye versinler?
Daha söyleyeceklerim var mı? Evet, var: Bir de geldiğim bölgeye, güneydoğuya değineceğim. İlk tanışma toplantısında Genel Başkanımız Kürt-Yunan konfederasyonundan bahsettiğinde ben bu konfederasyon adını ilk kez duymuştum. Türk-Yunan Konfederasyon lafını ve biraz daha araştırdım. 1950’li yıllardan sonra hiç ağza alınmamış. Ama bu Kuzey Irakla, Güneydoğu’nun birleştirilmesi, bir konfederasyon oluşturulması son bir yıldır belki ben 15-20 program izledim. Tabi bu güne kadar bu lafı telaffuz eden, genelde dini dışlayan kesimler hareketler bu işi yürütmüş. Ama şimdi bu tam tersi: Bu organizasyonu yapanlar dini referans olarak kullanan kişiler ve vakıflar, kurumlar, kuruluşlar, cemaatler eliyle bu yürütülüyor. Ve çok sık dillendiriliyor. O yüzden ben İstiklâl Marşı Derneği’nin Gaziantep Şubesi’ni –Allah nasip ederse – çok önem veriyorum. Gaziantep, Van ve Şam üçgeninde işte böyle bir sınır çizilmiş. Tabi sınırlar kanla çizilir, kalemle çizilmez diye laflar da var ama hele bakalım sonuç ne olacak? Ama inşallah biz üzerimize düşeni yapacağız bu bölgede.
Söyleyeceklerim bunlardan ibaretti. Çok teşekkür ederim dinlediğiniz için. Sağ olun.
***
MUSTAFA TOSUN:
Öncelikle hoş geldik, ben yeni gelenlerdenim. Konuşmada ikinci sırada başlayacağımı düşünmüyordum. Burada hazırlayacaktım konuşmamı. Konuşmam büyük insanlık ideali hakkında olmayacak. Kulluk seçimi hakkında olacak. Şu anlamda: Tüm yapıp etmelerimizin aslında bir kulluk seçimine tekabül ettiğine inanıyorum. Bu manada asrı düşündüğümüzde, medeniyeti düşündüğümüzde İstiklal Marşını düşündüğümüzde hep ölçü olarak duyacağımız şey kulluk ölçütüdür. Kulluk eksik yapılabilir. Tam olmamış olabilir. Ancak yöneldiği, yönelmesi gereken Allah olduğu zaten vaat edilmiştir. Asır kelimesini irdelerken, elbette en büyük referansımız Asr Suresi, anladığınız zaman “vakit” olduğunu bu manada da bir anlamda da “ikindi vakti” manası çıktığını da görüm. Bir yandan da Peygamber Efendimizin (as) eğer insanlık macerası bir gün teşhir edecekse ikindi sonrasını yani kıyamete yaklaşmakta olan zamanın Peygamberi olduğu bize ulaştı. Bu anlamda da ikinidi namazının diğer adının salat el haşr anlamına geldiğini okudum. Bu manada yine Mehmet Akif “asrın idrakine söyletmeli Kuranı” sözü söylüyor, ben kendi kanaatimce buna pek katılmıyorum. Şu manada; medeniyet denilen şey batı tarafından Hıristiyanlık ve kısmen Yahudilik aşılarak, onlarla mücadele edilerek gelinen noktayı işaret ediyor. Bu manada hiçbir zaman İslam medeniyet tarafından yenilmiş değil. Yani şimdi biz yenik tarafın insanları gibi zihin durumuna hapsedilmeye çalışılıyoruz. Bir kere hiçbir zaman biz medeniyete yenilmedik. Tam tersine Hıristiyanlık ve Yahudiliği ikinci plana atan, daha doğrusu yaşamak zorunda kalan Hıristiyanlık ve Yahudilik modernliğin alt katında, ona uyarlı bir şekilde yaşamaya çalışırken İslam modernitenin açmış olduğu yaraları onarıcı ve bu güne kadar da bu yaraları, daha doğrusu şöyle bir şey; anlamlı bir bütünlükle (bu güne geldi).
Bu manada batı medeniyeti büyük bir şımarıklıkla geldi ta ki 1. Dünya Savaşına kadar. Yani bu tarihe kadar dünyada bir cennet kurulabileceğine insanlar inandırılmıştı. Ancak bu medeniyet kendi kendini yedi 1. Dünya Savaşında. Ve kendinin dünyanın diğer geri kalan kültürlerince açığa düştüklerinin ortaya çıkması durumunda bildikleri için başka kültürlere kendi kültürlerini öldürecek bazılarına cumhuriyet kurdurmak, bazılarına demokrasi ihraç etmek gibi şeyler yaptı. Bu şekilde aslında bakarsanız Batı felsefi manada 1. Dünya Savaşında bitti. Marşımızda “tek dişi kalmış” olarak anılması da bu yüzdendir.
Medeniyetin pozitivizm üzerine gelen bilime dayalı bir gelişme çizgisi vardı. Bu çizgi de aslında rölativizm, izafiyet teorisiyle aslında bu zamana kadar dayanılan şeyin çok da o kadar sağlam olmadığını aslında bir paradigmayı bir anlayış düzeyini temsil ettiğin ortaya çıkarttı. Ve Thomas Hum Bilimsel Devrimlerin Yapısı diye bir kitap yazarak aslında bilim denilen şeyin kutsal bir inekten ibaret olduğunu ortaya çıkarttı. Medeniyet konusunda söyleyeceklerim bunlar.
Benim burada oluş sebebimin bir açıklaması öncesinde, burası bir siper değil ancak bir nöbet yeri, burada bir nöbet tutan insan var ve nöbet tutan insanın en azından yakınında olmaya çalışıyorum. Nöbet konusunda Hazreti Ebu Derda tarafından rivayet edilmiş bir hadis okumak istiyorum. “Bir ay nöbet beklemek, bir yıl oruç tutmaktan hayırlıdır. Kim Allah yolunda nöbet beklerken ölürse cezai ekber (kıyametin şiddetinden) emin olur. Bu sebeple rızıklanır, cennet kokusu duyar, Allah onu diriltinceye dek devamlı olarak nöbetçi sevabı amel defterine yazılır.” İnşallah nöbetteyizdir. İnşallah gözlerimiz nemli değil, gözlerimiz namludur.
Ben medeniyetle ilgili konumumuzu Peygamber Efendimizin yaklaşımına göre sağlamalıyız. Yani Peygamber Efendimiz hiçbir zaman kahkaha atarak gülmemiş, yani gülümsemesi her zaman var ama kahkaha atarak gülmemiş. Yine Peygamber Efendimiz dönerken boynunu çevirmemiş, komple dönmüş. Yani bu bile bize bir şey ifade ediyor. Ve o kadar güvenilir bir kimse imiş ki bir tepenin ardında hazır bekleyen bir ordu beklediğini söylediğinde herkes ona inanır şekilde bir eminlik vasfı varmış.
İsmet Bey’in Bir Yusuf Masalı’nda yer alan Naat ile devam etmek istiyorum:
Dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar! Falları grafiklerde bakılanlar siz de işitin!
Külden martı doğuran odalıklar
ve kâhyalar
kara pıhtıyla damgalanmış veznelerde dili
şehvetsiz çilingirler, yaltak çerçiler
celepler ki sıvışık, natırlar ki nadan
ey hayat rengini sazendelik sanan
yırtlaz kalabalık!
Dinleyin bendeki kırgın ikindiyi
hepiniz kulak verin!
Güneşin
koskoca beldeye suskunluk yaygısını serdiği
yazlar yok
yok artık altında suskun yolları saklı tutan
karla örtülmüş kırların kışı
gitti giden yerine gelmedi başka biri
orada
duyumsatmadı kendini hiçlik bile
belli ki son yüzyılımız göğsümüzden
varla yok harman eden sesi uçursak
diye bize verildi
yetti bir yüzyıl böceklerde ve otlarda
soluyuş izlerimiz silmek için
ne yesek
lokmaya vurulur gibi değil
yuduma gelmiyor içtiklerimiz
dernekler toplanıyor dışta tutmak için
kanat vuruşlarını yumuşak kılan etkeni
utançlı sessizliği tanımaz kalemlerle
kapanıyor bilanço
top mermisi, kör testere
defalarca boyanmış çaput parçaları
sıkıştırdık günlerimiz arasına ki
serazat kahkahalar atalım
yapmacıktan nefretimiz
sebep olsun kavgamıza
bekleyiş arzından kovsunlar bizi
ne Yemen biraz öncemiz diyelim
ne biraz sonramız Meksika.
Canı pek bir dünya son yüzyılda yaşadığımız
yüzü perdahla kavi, peçesi paramparça
üstü başı kükürtlü bu dünyadan
kancıklık
sıçradı çevirdiğimiz sayfalara
artık kimse bize haber vermeyecek
hemen şu tepenin ardında
saldırmaya hazır ve müsellâh
bir düşman taburu durduğunu
çünkü gerçekten yok
böyle bir ordu
bir düşmanımız kaldı
kendi
dudaklarımız
arasında.
Biliyoruz günden güne çopurlaşan yer yuvarlağında
bizleri yan çizen birer hemşehri haline sokan nedir
çırpını çırpını giden atlardan indik
girmek için patavatsız yurttaşlar sırasına
zihnimiz acizlerin şikâyeti sığacak kadar
kanırtılırken ses etmedik
öcümüz alınacak korkusuyla irkildik
kaldıysa bir soru içimizde
o da bir şey:
Nerdedir yerle gök arasındaki ulak
nerde biz?
Kimseden bir işaret gelmeyecek
bir melek kimsenin alnını sıvazlamasa
söylemez kimse size dünyadaki ömrü boyunca
hiç bir insana yan bakışı olmayan kimdi
kimdi yan gözle bakmadı kır çiçeklerine bile
öğretmek için cephe nedir
kıyam etti
torunu kucağında
dönünce bütün gövdesiyle döndü
bir bu anlaşılsaydı son yüzyılda
bir bilinebilseydi
nedir veçhe.
Dinleyin ey vakti duymak doruğuna varanlar!
Sıyırın kahkaha sırçasını cildinizden
omzunuzdan vaveylâ heybesini atın
boşa çıksın reislerin, kâhinlerin, şairlerin kuvveti
güler yüzlü olmak neydi onu hatırlayın
neydi söğüt gölgesinde gülümsemek
ağız dolusu gülmeden taşlıkta.
Bu şiiri yazdığı için İsmet Özel’e teşekkür ediyorum. Ayrıca beni dinlediğiniz için hepinize teşekkür ederim.
***
MUSTAFA KARANFİL:
Değerli Misafirlerimiz,
İstiklâl Marşı ile Asrın İdrâki panelimize hoş geldiniz.
Ben, öncelikle bir cehâletimi itiraf ederek söze başlamak istiyorum. Benim yakın zamana kadar yanlış bildiğim bir şey vardı: Ben İstiklâl Marşı’nın Cumhuriyet’in ilânı sırasında, bu taze devlete bir marş olsun diye yazıldığını zannediyordum. Bilemiyorum, benim gibi başka yanlış bilenler de var mı? Meğer, İstiklâl Marşımız İstiklâl Harbi devam ederken 12 Mart 1921’de kabul edilmiş. Yani Cumhuriyet’in ilânından iki buçuk yıl önce. Yani İstiklâl Harbi devam ederken, yani bu toprakların Müslüman vatanı olarak kalması ve İslâm’ın bir siyasi güç ve bir askeri organizasyon olarak yeryüzünden silinmemesi için mücadele edildiği, savaş verildiği sırada.
Bu gerçeği ilk defa, genel başkanımız Sayın İsmet Özel’den öğrendiğimde önce çok şaşırdım, sonra da kendimden utandım. Dedim ya, belki bilmeyen bir tek bendim. Neyse, sadece bu gerçeği öğrenmem bile İstiklâl Marşımıza yüklediğim anlamı kökünden değiştirdi. Neden bu gerçek sıklıkla vurgulanmıyordu? Bunu bilen tek kişi İsmet Özel’miydi? Bu gerçeğin gizli tutulması ya da vurgulanmaması kim bilir daha hangi gerçeklerin üzerinin örtülü olduğu konusunda yeterince fikir vermiyor mu? Başka hangi gerçeklerden habersiz yaşıyoruz?
Kaçımız Türkiye Cumhuriyeti’nin bir İslâm devleti olarak kurulduğunu, anayasasında ‘‘Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, dîn-i İslâm’dır’’ yazdığını, bu durumun ikinci anayasada bile korunduğunu biliyorduk?
Peki, çokbilmiş İslâmcı ağabeylerimiz bunun böyle olduğunu biliyorlar mıydı? Biliyor idiyseler bu gerçeklerden insanları niye haberdar etmediler.
Gerçi onların da işleri başlarından aşkındı; kimi Kopenhag kriterleriyle kimi de Batı ile nasıl entegre olacağımız meselesiyle ilgileniyordu. Türkiye’nin tek meselesi milli gelirimizin nasıl arttırılacağı ve bazı özgürlüklerden nasıl yararlanacağımız meselesiydi. Başörtüsü onlar için diğer demokratik haklar cümlesinden bir haktı. Müslümanlık ise onlar için bir geçim kaynağıydı. Zaten birçok şeyi de aşmışlardı. Dolayısıyla her türlü rezilliğin ve ihanetin demokratik hak diye savunulması da onlara düştü. Neyse bırakalım onları, demokratik davalarını sürdürsünler.
Biz kendimize gelelim: Biz istiklâlimizin nasıl kazanıldığı bilgisinden mahrum ama memnun şekilde yaşadık. Ama gâvur neyi kaybettiğinin ve neyi ele geçirmesi gerektiğinin bilincinde olarak, hep ayık yaşadı. Biz ise bir vatan bilincinden özellikle uzak tutulduk. ‘‘Vatan sevgisi imandandır’’ hadis-i şerifini hafife aldık. İstiklâl kelimesi dile Türklerin kattığı bir kelime iken, anlaşılan biz onu dilden de hayatımızdan da kovduk.
İstiklâl Marşı Derneği olarak düzenlediğimiz ‘‘Bugünün Birincisi Sensin’’ yarışmalarında iyice öğrendik ki, meğer İstiklâl Marşımız bir duaymış; bu milletin duası. Yani İstiklâl Harbi bu dua ile kazanılmış. Peki, bu dua sadece o günleri mi kapsıyordu? Kesinlikle hayır! O sanki bugün yazılmış, sanki bu günler için yazılmış bir dua. Güncel olmayan tek bir mısraı yok. İstiklâl Marşımız bugün de aynı bereketi temin edebilir. Yeter ki biz o duaya talip olalım. İstiklâl Marşının anlaşılması bugün her zamankinden daha çok lazım.
İstiklâl Marşı Derneği, derneklerden herhangi biri değil. Bu derneğin yöneticileri dernekçilikten, teşkilatçılıktan çok iyi anladığını iddia eden insanlar değiller. Belki çoğu belki de tamamı hayatlarında ilk kez bir derneğin içindeler. Bu dernek ‘‘Vatan sevgisi imandandır’’ hadisine cânı gönülden kulak verenlerin derneği; yani bizim derneğimiz.
Ama burada imanın ne olduğunu da düşünmemiz ve sorgulamamız lazım. İman için inanmak deniyor; doğrudur, anlamlarından biri de tabii ki bu. Ama esas manası kabuldür, tanımaktır; Allah’ın ilâhlığını, rabliğini kabul etmektir. Eğer iman sadece inanç olsaydı Şeytan’a ne diyecektik? Şeytan’a kâfir diyebilir miydik o zaman. Şeytan ki, Allah ile mükâleme ettiğini bildiğimiz bir şahıs. Şeytan Rabbine inanmazlık yapmadı; ama hükmünü tanımadı, yani ilâhlığını tanımadı, rabliğini tanımadı. Şimdi bu bilinçle bir kez daha tekrar ediyorum: ‘‘Vatan sevgisi îmandandır.’’
Bu îmanın gereğini yapalım, diyorum.
Hepinize, beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
***
HAMDİ ÖZYEL:
Allah’ın inayeti mi, insanın kifayeti mi? Asrı idrak etme meselesi karşımızda daha doğrusu hemen önümüzde duran bir mesele ise sormamız lazım gereken ilk soru budur. Hangisine ittiba edeceğiz? Allah’ın inayetine mi, insanın kifayetine mi? Bilhassa içinde bulunduğumuz asrın karşımıza insanlığın halihazırda ulaştığı sözde en yüksek değerlerin bir hasılası olarak çıkardığı medeniyet Allah’ın inayetinin reddine ve insanın kifayetinin kabulüne dayanır? İnsan kendi kendine kafidir; gerek yaşamakta olduğu dünyanın mahiyetini kavramada ve gerekse karşısına çıkan meselelerin üstesinden gelmede kendinde bulunan güçleri kullanmak suretiyle aşama kaydedebileceği fikri asra hükmeder.
Halbuki asrın sahih bir idraki Türkiye’nin varlığının neye tekabül ettiğine, Türkiye’nin varlığının neye tekabül ettiği İstiklâl Marşı’nın neye tekabül ettiğine, İstiklâl Marşı’nın neye tekabül ettiği ise insanın varoluşunun neye tekabül ettiğine bağlıdır. İnsan varoluşu ancak teslimiyetle izah edilebilir. Allah’ın kulu olması hasebiyle kâfir olsun Müslüman olsun herkes Allah’a teslimdir. Fark teslimiyete rıza gösterip göstermemekte tebarüz eder.
Allah’a değil de asrın önümüze koyduğu şartları kaçınılmaz görerek onlara teslim olarak onlara ittiba ederek işlerini ona göre düzenleyenler nezdinde asrımız bir bilgi, bir iletişim ya da bir teknoloji asrıdır. Bu isimlendirmelerin tamamı insanın kifayetine bağlanma sapkınlığının bir tezahürüdür. Bu sapkınlığın temelinde insanın kendi çabası ile ele geçirdikleri dolayısıyla bir tekamül içerisinde olduğu fikri yatar. Tekamül ne pahasına olursa olsun daha fazla bilmekte, ne pahasına olursa olsun teknolojinin ürünlerinin giderek daha çok ve çabuk yayılmasında yatar. Oysa insanın tekamülünü Allah’a teslimiyete rıza göstermekte arayanlar bilirler ki tekamül süreci “Müslim”den “Mü’min”e, “Mü’min”den “Muhsin”e doğrudur. İnsanın dünyadaki varoluşu mânâsını ancak bu süreç içerisinde kavrar. Neyi nasıl idrak ettiğimiz ya da etmediğimiz neyi nasıl idrak etmek isteyip istemediğimize sıkı sıkıya bağlı; ve tabi nerede durarak bunu yaptığımıza.
Az önce Mustafa Karanfil söyledi İstiklâl Marşı duadır diye. Evet, yer yer değil baştan sona bir duadır İstiklâl Marşı. Allah’ın inayetine, sadece hayrın değil şerrin de O’ndan geldiğine teslim olmuş, Allah’ın gazabından yine Allah’ın rahmetine sığınan Türk Milleti’nin duası ve Allah’ın bu millete bir hediyesidir. Elbette hediyenin değerini hediyeyi alanın değeri tayin eder. Ve İstiklâl Marşı bize şunu söyler: Türkiye âhiretin tarlasıdır. Âhireti için azık devşirmekten gayrı bir amacın peşinde koşmayanların vatan kıldıkları tek yer Türkiye’dir. Kim Türkiye için ne yaptıysa âhirette onu görecektir.
***
EYÜP TANYILDIZ:
Hepinize saygı ve sevgilerimi başta Genel Başkanımız olmak üzere sunarak başlamak istiyorum. Aslında panele panelist olarak ben katılmayacaktım. Şube Başkanımız Âdem Bey katılacaktı ancak resmi görevi yüzünden gelemedi. Bu yüzden de bu vazife bize kaldı. Öncelikli olarak ben oradaki bütün arkadaşların selamlarını size iletiyorum.
Sivas Şubesi olarak 13 Nisan 2008 tarihinde yapmamız gereken 1. Olağan Kongremizi yaptık. 1. Olağan Kongremizi yapmak için bize söylenen yasal üye sayısı bir şekilde bulduk. Bu arkadaşlarımızla orada pazartesi günleri burada Genel Başkanımızın yaptığı konuşmaları onlarla paylaşıyoruz.
Panelimizin başlığı “İstiklâl Marşı ile Asrın idraki” bu başlıktan ben ne anladım, bu konuşmayı tasarlarken. Olup bitenleri, olup bitmiş olanları marşımız perspektifinden yeniden görmemiz gerektiği sonucunu çıkardım. Ama günümüzden hareket ederek marşımıza doğru değil de marşımızdan hareket ederek bu güne gelmeyi deneyeceğim. Tabii bunu ne kadar başarabileceğim bilmiyorum. İnşallah hayırlı sonuçlar elde edebiliriz.
Öncelikli olarak iki soru sormamız gerekiyor. Aynı şekilde bu iki soruya aynı netlikte cevap bulmamız gerekiyor. Birincisi İstiklâl Marşımız kimin ağzından söylenmiştir. İstiklâl Marşımızı kim söylemektedir? Hatip kimdir? Diğeri de İstiklâl Marşımız kime söylenmiştir? Kim Muhataptır?
Marşımızın kim tarafından söylendiğinin değerinin açığa çıkabilmesi için muhatabının kim olduğunu bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Yani hitap eden kişi yada kişilerin nitelikleri hitap edilen kişi ya da kişilerin bakış açılarının nitelikleri ile anlaşılır bir şey. Bizde mesela “Sen benim muhatabım olamazsın” diye bir söz vardır. Bu yüzden hatibin muhatapları önemlidir. Bu yüzden İstiklâl Marşı’nın muhataplarının kim olduğunu bilmemiz gerekiyor. Merhum Mehmed Akif’in İstiklâl Marşı’nı tamamlayıp Maarif Vekâletine gönderdiği, fakat henüz sonuç alınmadığı günlerde manzume ilk defa Sebilürreşad dergisinde çıkar. Şiirin baş tarafında bir ithaf vardır: “Kahraman Ordumuza”.
İstiklal Marşımız, şairimiz tarafından da açıkça ifade edildiği üzere “ordumuza” ithafen yazılmıştır. Yani muhatap ordumuzdur. İstiklâl Harbimizi yapmak üzere kendisine görev verilen ordumuz kastedilmektedir elbette. Kim söylemiştir? Millet İstiklâl Marşımızı söylemiştir. Yani şairimiz milletimiz ağzından İstiklâl Harbimizi gerçekleştirmek üzere kendisine görev verdiği ordusuna bir şeyler söylemektedir. Millet ordusuna nasihat etmiştir. Millet ordusuna ihtar etmiş yani ordusuna muhtıra vermiştir. “Korkma”, “verme” , “arkadaş siper et gövdeni” derken hepsinde muhatap ordumuzdur. Belki burada şöyle bir şey söylenebilir: Bütün bir milletin top yekûn verdiği bir mücadeleden bahsedilebilir. Elbette bu doğrudur ama bu bir görev olarak ordu üstlenmiştir. Millet ordunun bir ferdi olarak bu görevi yapmıştır. Tabii ordumuzun millet adına, millet içinden çıkan fertlerden müteşekkil olduğunu da söylemeye gerek yok sanıyorum.
Bu tespiti yaptıktan sonra meseleye bakarsak daha anlamlı olacağını düşünüyorum. Korkma! Hitabıyla başlayan marşımız ordumuzu metanete davet etmektedir. Korkma derken metanetle beraber kadere inanmaktan mütevellit bir teskin etme de vardır. Korkma ifadesinin bizde çağrıştırdığı diğer bir şeyse mağarada Allah Resulunun sevgili dostuna ifadesidir. “La Tehzen! İnnellahe meena!” üzülme Allah bizimledir. Eğer Allah bizimleyse hiçbir şey korkmaya değer değildir.
Marşımızda zaten bu birkaç defa denilmiştir. Korkma çünkü benim iman dolu göğsüm var. İmanımızı koruduğumuz sürece korkacak bir şey yok. Arkadaş diye seslenilen iman dolu göğsü olandır. Bilinmesi gereken bir şey daha vardır ki milletimizin ağzından yazılan bu ifadeler bir acziyet içerisinde söylenmemiştir. Bir gaza getirme, bir öne itme durumu söz konusu değildir. Çünkü bu millet sayın genel başkanımızın daha önceki bir konuşmalarında ki ve biraz önce Mehmet Kendirci’nin biraz önce dikkat çektikleri gibi işgal güçlerine karşı verdikleri mücadelelerle Maraş’a kahramanlık, Antep’e gazilik, Urfa’ya şanlılık unvanlarını Millet kazandırmıştır. Yani millet vatanını korumak konusunda üzerini düşüne yapmaktan kaçınmayacağını göstermiştir. Ve bu işi yapmanın verdiği güvenle de ordusunu nasihat etmekte, onu teskin etmekte ve ona güven vermektedir. Millet görev verdiği kuruma güç vererek sorumluluklarını hatırlatmaktadır. Son ocak sönene kadar hiçbir yere gitmeyeceğini İstiklâl Marşı ile ilan etmiştir. Tabi bunun içerisinde bir değer, bir kıymet, bir şey iki yolla terk edilir.
Birincisi korkarak yani istemediğiniz halde birileri sizi korkutarak, tehdit ederek bir şeyden vazgeçirir. Karşı koyacak gücünüz yoktur. Yapacak bir şeyiniz yoktur, terk edersiniz. İkincisi ise bedeli karşılığında verirsiniz, yani satarsınız, parayla veya başka bir şeyle. Marşımızda bu iki duruma karşı da bir ihtar ve bir öğüt vardır.
Bastığın yerleri “toprak!” diyerek geçme, tanı:
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı:
Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.
Derken onu yapacağı ya da yapması muhtemel bütün durumlara karşı uyarmaktadır. Yani hiçbir şey senin bu vatanı vermen için ne korku ne bunun karşılığında dünyaları alma ihtimalin bu vatanın terk edilmesi için bir gerekçe olamaz. İstiklâl Marşı bunu söylemiştir.
Bu söylenenler milletimizin vasfı ile ilgili önemli bilgiler sunuyor. Sen şehit oğlusun denirken bir mübalağa, bir zorlama söz konusu değildir. Bir hakikat ifade edilmektedir. Her karışı şehit kanlarıyla sulanmış bu topraklar, her karışı şehit kanları ile sulanmış olan memleketimiz kötülük yapmaya müsait yerler değildir. Terk etmeye, satmaya müsait yerler değil. Bunu hatırlatmaktadır İstiklâl Marşı. “Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı” derken bunu kendi oğullarına şehit oğlu olduklarını hatırlatmaktadır.
Kendi oğullarına “Arkadaş yurduma alçakları uğratma” derken bir ikaz ile bunu söylemektedir. Yani sen bizim oğlumuz olabilirsin bu vatanın evladısın ama eğer yurdumuza alçakların uğramasına müsaade edecek olursan aramızdaki bu ünsiyet bu yakınlık bizim ilişkimizin böyle sürmesine temin etmeye yetmeyecektir. Tabii İstiklâl Marşımızda bunlar söylenmektedir ama bunu söylerken şu soruları da sormak lazım asrı idrak edebilmek için; İstiklâl marşımızı yazan millet hala aynı ruh halini muhafaza etmekte midir? O gün söylediklerinin bugün de arkasında mıdır? Ordumuz da hâlâ İstiklal Marşının kendine ithaf edildiğinin farkında mıdır?
Bu sorular hayati sorulardır. Cevabını şimdi burada vermemiz gerekmiyor. Ama bu soruların bizim asrın idraki için hafızamızda sürekli diri tutmamız gereken sorular olduğu kanaatini taşıyorum.
İstiklal Marşı ile asrı idrak etmek için millet olma vasfının nasıl sağlandığını bilmemiz gerekir. “Hakkıdır Hakka tapan milletimin istiklal” mısraında net bir şekilde ifade edilen millet olmamızı sağlayan ortak payda “Hakka tapan” olmaktır. Yani biz Türkler Allah’a taptığımız için bir milletiz. Zaten 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre’nin Lausanne (Lozan) şehrinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi temsilcileriyle İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, S.S.C.B ve Yugoslavya temsilcileri tarafından, Lozan Üniversitesi salonunda imzalanmış barış antlaşmasında aslî unsurun Müslümanlar olduğu bir kez daha ifade edilmiştir.
Asrı idrak etmek için biz medeniyetin ne olduğunu anlamamız gerekiyor. Bunu da yine İstiklâl Marşımız aracılığıyla yapmamız gerektiğini düşünüyorum. Garbın çelik duvarı ile bizim iman dolu göğsümüz arasındaki tercih canavarlık ile insanlık arasındaki tercihtir. Önemli bir hususta garp meselesidir. İstiklal Marşımız aracılığıyla bir garp meselesi olduğu ortaya konmuştur. Batı medeniyetinin bir canavar olduğu ifade edilmiştir. Bunların asrın idraki için unutulmaması ve bu meselelerin diri tutulması gerektiğini düşünüyorum. Tabii bir şey daha var: İstiklâl biz bunun samimiyetini idrak edebilmek için millet olarak bizlerin de aynı samimiyet içerisinde olmamız gerektiğini düşünüyorum. İnşallah İstiklâl Marşı Derneği bu samimiyete sahip insanları bir araya getirmektedir, getirecek. İnşallah bu çıktığımız yol bizi samimiyete götürür. İstiklal Marşının hatibi olduğu bir milletin içinde olduğu samimiyet bizleri de ruhumuzu kuşatırsa sağlıklı çıkış yolları bulabileceğimizi düşünüyorum. Ve son olarak iki sorunun tayin edici olduğunu hatırlatmak istiyorum:
İstiklâl Marşımızı yazan millet sözünde midir? İstiklal Marşının muhatabı olan ordumuz kendisini muhatap alındığının farkında mıdır? Saygılar sunuyorum.
***
DURMUŞ KÜÇÜKŞAKALAK:
Selamün Aleyküm.
Öncelikle beni dinleme zahmetine katlanacağınız için şimdiden teşekkür ederim.
Bu panele panelist olarak katılacağımı öğrendiğim zaman panel konusunu öğrenmek amacıyla Aydın Bey’i aradım. Aydın Bey espri olduğunu sonradan anladığım bir konu başlığı söyledi: İstiklâl Marşı ile Asri Mezarlıklar. İçimden ne alâka desem de daha sonra bu espri ile bu günkü panel konumuzun sıkı bir irtibatı olduğu aklıma düştü. Asrın idraki asri mezarlıklar gibi bir şeyi ifade ediyor. Asrın idrakini dinimize yamamaya kalktığımızda bu yolun sonu asri mezarlıklara çıkıyor. Çünkü asri mezarlıklar Müslümanlarla Gayrı Müslimlerin bir araya defnedilebilmeleri için hazırlanmış modern mezarlıklar. İlk asri mezarlığımız 1930’lardan sonra Cebeci Asri Mezarlığı olmuş. Geçen yıl çıkan haberlere göre de bu mezarlıkta binlerce mezarın yönünün yanlış olduğu, kıbleye bakmadığı ortaya çıkmış. Müslüman geleneğinde mezarlar doğu-batı istikametinde uzanır, cenazenin yüzü kıbleye bakar. Bu durumun ters olduğu tespit edilmiş. Zannımca asri mezarlıklar, İstiklâl Harbiyle ortadan kaybolan Gayrı Müslimlere kolaylık olsun; gömülecek yer aramasınlar düşüncesiyle ortaya çıkmış mezarlıklar.
Asrın idraki terkibi, İstiklâl Marşı şairi Mehmet Akif ile meşhur olmuş bir terkip. Ondan önce kullanan olmuş mu bilmiyorum. O hepimizin bildiği “Doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” mısralarında bu terkibin ne anlama geldiğini daha iyi anlayabiliyoruz. İdrak, derinlemesine kavrayışı; anlama işini kökene inerek yapmayı ifade ediyor. Yani idrak, derinliği olan bir şeyi anlamamıza yarıyor. Mesela Ramazan’ı idrak ediyoruz, Kadir gecesini idrak ediyoruz. “Asrın idraki” terkibine bu açıdan baktığımızda sanki yitirdiğimiz bir şeylerin yerine ikame edilmeye teşne bir düşünceyi yansıtıyor.
Asrın idraki Tanzimat’tan sonra hazırlanmış ve halen günümüzde çokça müptelâsı olan bir hazır reçeteye konulmuş isim. Bu idrak ile kastedilen aslında modern anlayıştır. O dönemdeki adıyla asrileşme, şimdiki adıyla modernite. Kabaca bu düşünce: “Bizde ahlak var, Batıda bilim ve teknoloji var, ikisini mezcettiğimiz zaman ortaya bir üstünlük koyabiliriz” kaziyesiydi. Bu anlayış o dönemde devlet ricalinden edebiyat çevrelerine kadar bütün kesimlerde damarlarda dolaşan zehir gibiydi. Yenilginin sebebini kendi değerlerinde görmeye başlayanlar “asrın idraki” sözüyle asrileşmeye mistik bir derinlik atfetti. Bu mistik havayla mest olanlar modernliğin köklerine inmeyi aklına bile getirmedi. Yani aslı sathi olan asrileşme düşüncesine idrak eklenerek bir derinlik kazandırılmaya çalışıldı. Modernliğe atfedilen bu derinliğin kökenlerine inmeye gerek yoktu çünkü üstün ve güçlüydü. “Doğrudan Kuran’dan alıp ilhamı / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı” mısraları da son dönem Osmanlı aydınlarına hâkim olan paradigmanın eseriydi. Her şeyi ile icbar altında olan bir toplum vardı. Yenilgilerden bunalmış olanlar kolay bir yol tutturdular. Bu yol; kendisinden vazgeçilemeyen İslam’ı asrın idrakine söyletmeye çalışarak ortaya çıkan bir yol oldu. Kendine hor bakanlar asrın idrakine açık hale geldi.
“Asrın idraki” terkibini öne çıkaran; Müslüman kalarak içinden çıkılması güç gözüken meselelerin yeterince idrak edilemeyişiydi aslında. Yani bir teslim oluşun, iddiasından vazgeçişin ifadesi. Ziya Paşa’nın o meşhur tabiriyle “diyar-ı küfre baktıklarında kâşaneler, mülk-ü İslam’a baktıklarında viraneler” görür oldular. Çünkü durulan yer orasıydı, batıydı. Zahiren oradan buraya bakmak çok kolay bir işti. O günler de aynı bu günler gibiydi; aydınlar nezdinde meselenin zor olan kısmı buradan oraya bakabilmekti. Yani top yekûn görme kusurlarıyla malul, zaviyesini kaybetmiş bir dünya görüşü hâkimdi. Çünkü artık üstünlüğü kendi değerlerinde değil galip gelenin uhdesinde gören düşünceler prim yapıyordu. Onun için kâşanelerin göz alıcı parlaklığını diyar-ı küfürde olması bile örtemiyordu. O kâşanelerin parlaklığını sağlayan şeyin milyonlarca zencinin ve Kızılderililin kanı ve gözyaşı olduğu akla gelmiyordu. Kimse çıkıp bizim Karacaoğlan gibi: “İlleri var bizim ile benzemez/ Dilleri var bizim dile benzemez/ Dinleri var bizim dine benzemez” diyemedi ya da diyecek tasavvura sırtını çevirmişti. “Gâvur icadı” tanımını kullanan bir milletin baktığı yerden bakamadılar. Bugün hala ağzını açan bir marifetmiş gibi İslam dünyasının geri kalmışlığından, dünyaya ayak uyduramayışından söz ediyor. Kapitalist olmadan, sömürmeden, Müslüman olarak bunun mümkün olamayacağı dillendirilemiyor. Zaten Safahat’ta dile getirilen düşüncelere baktığımızda; birçoğunun modernist yorumlar olduğunu ve mazisinin Tanzimat’tan öteye geçmediğini görürüz. Modernist bir düşüncede Kuran’ı Kerim’i mezarda ölüye okumakla Kuran’la fala bakmak arasında fark yoktu. Bu düşünceyi ilerlettiğimizde başta namaz olmak üzere bütün ibadetlerimizin “batıl inanç ritüeli” olarak görülmesine varacağını kestirebiliriz. Merhum Mehmet Akif'te bunun farkına varmış olmalı ki; yıllarını verip hazırladığı Kuran mealini yaktı. Modernist düşüncede Kuranı Kerim hidayet rehberi olmaktan çok içinden herkesin işine gelen malzemeyi devşirebileceği bir sözde ilham kaynağıydı. Ve süreç de o mısralarda ifade edilenin tam tersi oldu: İlham asrın idrakinden geldi, bu ilhamın delilleri, payandaları ise Kuran’dan devşirildi.
Mehmet Akif’te o dönemin kafa karışıklığını rahatlıkla görebiliriz: Safahatın altıncı kitabı Asım’da yani aynı şiirin içinde hem “doğrudan doğruya Kuran’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine söyletmeliyiz İslam’ı“ mısraları var; hem de beş sayfa sonra “Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz / Medeniyyet denilen kahpe, hakikat, yüzsüz” mısraları var. Mehmet Akif deki bu kafa karışıklığından istifade etmek isteyenlerde niyetlerine uygun olarak modern yorumlarını öne çıkardılar. Son dönem şiirleri ve İstiklâl Marşı kimsenin ilgisini çekmedi. Ama bir hakkı da teslim etmemiz lâzım ki: Safahat da ki dil yüksek bir dil. Bugün kullandığımız dille kıyas kabul etmeyecek derecede bir Türkçe. Safahatı lisan olarak Türkçenin güzelliklerini sergileyen ama Türkçe bir duruş olarak gelgitleri olan bir eser olarak görebiliyoruz.
Peki, nasıl oldu da Abduh çizgisinde bir düşünceyi dillendiren Mehmet Akif İstiklâl Marşını yazabildi? Nasıl oldu da eklektizme hiç pirim vermeyen; modern düşünce ve hayat tarzı karşısında kendinden emin, kompleksten uzak bir metin ortaya çıktı? Bunun cevabını şair kendisi ile yapılan bir mülakatta veriyor: “O’nu ben bile bir daha yazamam, o benim değil milletimin eseridir” diyor. Hatta Milli mücadele yıllarını anlatırken şunu ilave ediyor: “O heyecan dolu günlerde artık benim ne düşünecek, ne yazacak nede yaşayacak takatim kalmamıştı. Dilimiz tutulmuştu, ordu bizzat yazıyordu” Yani buradan da anlıyoruz ki İstiklâl Marşı Mehmet Akif Ersoy’a yazdırıldı. Çünkü bu marşı kaleme dökebilecek yüksek bir dile sahipti.
Bir de o dönemde milletin içinde bulunduğu durum var tabiî ki. “Acı insanı özüne yaklaştırır” derler. 1. Dünya Savaşı sonrasında çekilen acılarda Türk milletini özüne yaklaştırdı. Türk milleti vatanıyla birlikte varlıkla yokluk arasına sıkıştırıldı, büyük acılara maruz kaldı. Ezelden beri hür yaşamış bir millet tarihi itibariyle ilk defa yoklukla yüz yüze geldi. Ve bu yüzleşme sonucu kendi yüzünü gördü. Milletin özü, özeti olarak yani Türk milletinin tarifi olarak bir İstiklâl Marşı doğdu.
1. dünya savaşından sonra canımız burnumuza geldi; Türk milleti tarihi itibariyle alışık değildi canı burnunda olmaya. Burnunda pek hoş durmayan bu canı Milli Mücadele ile dişine takmaya karar verdi. Çünkü canı burnunda olmak içinde bezginliği ve yorgunluğu barındıran bir deyim. Türklerin canı ne zaman burnuna gelse ya onu dişine takar ya da, ya da o can çıkar. Zaten Türkçede canın takılacağı başka bir yer yoktur. Türkçede can, akla bile takılamıyor. Yani canı dişe takmak “Türkçe” bir davranış. “Mükâfat ve ceza amel cinsindendir” diye fıkhî bir kaide var. Bu kaideye binaen "canı dişe takma" amelinin mükâfatı; "tek dişi kalmış canavarı görmek" oldu. Yani tüm dünyaya icbar edilen medeniyetin tek dişi kalmış canavar olduğunu, milletçe canımızı dişimize taktığımız şartlarda görebildik. Çünkü ortada bir savaş vardı, ilk dikkati çeken dişlerdi: Kim kime diş biliyor, kim dişini sıkıyor, kim canını dişine takıyor, bir savaş ortamında bunlara bakılacaktı. Mesela diş bileme deyiminin de yine bir savaşla ortaya çıktığı rivayet olunur. Türk ordusu sabah namazı için kalkmış abdest alıyor ve sünnete uyarak dişlerini misvaklıyordur. O sırada keşfe çıkan bir haçlı müfrezesi bu durumu görür. Hemen kendi karargâhlarına dönerek gördüklerini anlatırlar, derler ki: “Türkler yine bilmediğimiz bir harp hilesi yapıyor, hepsi suyun başına toplanmış suyla değişik bir seremoni yaptıktan sonra ellerindeki ağaç parçalarıyla dişlerini keskinleştiriyorlar anlaşılan o ki bizi parçalamayı düşünüyorlar” diyerek haçlı ordusunu haberdar ediyorlar. Zaten morali bozuk haçlı ordusu bu haberle zihnen yeniliyor. Sabah namazını kılan gaziler düşman üzerine yürüdüklerinde düşmanın yerinde yeller esiyor. Çoktan gitmişler, geride bıraktıkları yaralılardan bu hikâyeyi öğreniyorlar. Diş bileme deyimi de bize bu olaydan miras kalıyor.
Yine benzer şartlardayız ama toplum hayatına baktığımızda can sıkıcı bir durumun olmadığı, işlerin yolunda gittiği kanaati yaygın. Şimdilik herkes işlerinin yolunda olmasının haksız gururuyla yaşıyor. Dolayısıyla can sıkılmayınca dişe de takılamıyor. Şeytan yine şeytanlığını hakkıyla yerine getirerek illüzyonlarını göz alıcı parlaklıkta sunuyor. Şeytanın iğvalarına rağmen dişe takacak canımız var mı, hala canlı mıyız? Eğer canlıysak dişimiz kaldı mı? Bunlar bakılması gereken sorular. İstiklâl Harbinin akabinde asrileşme adı altında, “daha estetiğini yapacağız” bahanesiyle toplumun tüm dişleri sökülmeye kalkıldı. Bugün hala "unuttuğumuz bir diş kaldı mı" diyerek milletin ağzı yoklanıyor. İşte İstiklâl Marşı buna rıza göstermeyenlerin marşı, canlılığını koruyanların marşı. Aynı zamanda, ölü sanılan ama bizimle elbirliği edecek kadar canlı olduğunu Kuran’dan öğrendiğimiz şühedanın marşı.
İstiklâl Marşı ile asrın idrakine baktığımızda gayet net bir tablo görüyoruz:
Asrın idraki bize her şeyin imkânlar nispetinde mümkün olduğunu; önce imkânları ele geçirmek gerektiğini telkin ediyor. Hayatın akışına kendimizi bıraktığımız takdirde imkânlara kavuşacağımızı garanti kapsamına alıyor. Bilimin, tekniğin, paranın dini ve milliyeti olmadığını telkin ediyor. İstiklâl Marşı ise imanımızın kendi imkânını da beraberinde taşıdığını, imkânsızın mümkün olabileceğini söylüyor. Türk milletinin parlayacak bir yıldızı olduğundan bahsediyor.
Asrın idraki kan davası bile dâhil tüm davaların artık bitmesi gerektiğini söylüyor. İdeolojisi olanların ziyana uğrayacağını, insanlığın yürüyeceği tek yolun batıya doğru olduğunu telkin ediyor. İstiklâl Marşı ise bir milli davamızın olduğunu, bu davanın aynı zamanda tamamen dini bir dava olacağını her mısraıyla haykırıyor.
Asrın idraki dünyanın artık küreselleştiğini, dünyanın bir köy haline geldiğini söylüyor. İstiklâl Marşı ise bunun bu vatanda gözü olanların bir masalı olduğunu: “Verme dünyaları aslanda bu cennet vatanı” mısraıyla ilan ediyor.
Asrın idraki toplumun tüm kesimlerinde ampulün mucidi Edison’a rahmet okutacak bir ortalama anlayışı besleyip, büyütüyor. İstiklâl Marşı ise yanan sönen ampullerle hiç ilgilenmiyor; al sancağı ve son ocağı söndürmeme gayretine dikkatimizi çekiyor.
Asrın idrakine İslam’ı söyletme düşüncesinin bu gün geldiği nokta: Siyasi tanımıyla (haşa) “dinler arası diyalog”; mistik tanımıyla ise “dinlerin aşkın birliği” oldu. İstiklâl Marşı ise Allah katındaki dinin alâmetifarikası olan ezanların, yurdun üzerinde inlemesini isteyecek derecede diyaloga bigane bir tutum öneriyor bize.
Asrın idraki bize müreffeh bir hayat yaşayarak özgür olabileceğimizi dikte ediyor. İstiklâl Marşı ise İstiklâl olmadan, felaha ermeden yaşanan bir hayatın esaretten başka bir şey olamayacağını söylüyor.
Asrın idraki; evrensel ilkeler adı altında egemenliğini sürdüren bir sistemin idraki. İstiklâl Marşı ise haklılığını Hakk’a tapan olmaktan alan bir milletin idraki. Bu bağlamda asrın idrakinin Türkiye’yi sürükleyeceği yer müptezel bir yer. Marşımız ise Türkiye’ye İstiklâl yolunu gösteriyor.
Asrın idraki bizi “Etrak-i bi idrak” (idraksiz Türkler) olarak tanımlayarak bize ait olmayan bir anlayışı bize giydirmeye çalışıyor. Tarihi bir metin olan İstiklâl Marşı ise yine tarihi bir tanım olan “Konuşulamaz Türk” idraki ile bizi izan sahibi kılıyor.
Velhasıl asrın idraki, Türkiye’de herkesin ağzına geveleyebileceği bir sakız veriyor. Bu şekerli sakızın tadı kaçınca yenisiyle değiştirme işinde çok mahir ve cömert davranıyor. İstiklâl Marşı ise ağzında geveleyenlere ağzının payını veriyor.
Marşın bize açtığı pencereden asrın idrakine bu şekilde bakabiliyorum.
Tekrar teşekkür ediyorum.
Fikret Demir: Selâmun aleyküm,
Hoşgeldiniz. İstiklâl Marşı Derneği Sakarya Temsilciği ve yine bu vesileyle tertip edilecek bir panel,
Panelimizde bir “Yeni Kana Yasa” başlığı var, bir de “Yenik Anayasa” başlığı var. Yeni Kana Yasa... Yani yeni bir kan var, bu kana uygun bir yasa isteniyor Türkiye’de.
İstiklâl Marşı Derneği bir usule bağlı olarak şubelerine kavuşmaktadır. Bu hususiyetin manası, bildiklerinin tamamı Allah’a kulluk etmekten ibaret olan,
Selâmün aleyküm. Burada gerçekten dostlarım arasında olduğumu hissediyorum. Bartın’a ilk defa geliyorum ve benimle beraber gelip de burada misafir edilen ve bir de İstiklâl Marşı Derneği’nin Bartın Şubesi açılmadan önce de Derneğimizin üyesi olan arkadaşlar dışında kimseyi tanımıyorum;
İstiklâl Marşı Derneği 1. Sene-i devriye toplantısına hoş geldiniz. Ben bu toplantıyı heyecanla bekliyor idim, beklediğim zamanın ruh halini şimdi taşımıyorum, yani şimdi çok daha kendimi gerginlikten uzak hissediyorum.
Oruç Özel: