Gaziantep Şubemizin açılışı münasabetiyle 16 Ağuston 2008 Cumartesi günü Genel Başkanımızın verdiği "İstiklâl Marşı : Abide Milletin Kaidesi" başlıklı konuşmasının metni
Selamun Aleyküm!
Merhaba!
Ehlen ve Sehlen!
Ehemmiyetli bir mevkii işgal ediyoruz. İstiklâl Marşı Derneği’nin Gaziantep Şubesi’nin açılışı dolayısıyla burada bulunmamız; benim ve sizlerin burada bulunması ehemmiyetli bir mevkii işgal etmek manasına geliyor.
Neden? Çünkü hem İstiklâl Marşı’nın doğuşu sebebiyle yaşanan olaylar, hem de Türkiye’nin doğuşu sebebiyle yaşanan olaylar bugün bizi bir bunalım noktasına getirmiştir. Bu bunalımın farkına varmak ehemmiyetli bir mevkii işgal etmektir. Konumuz “Abide Milletin Kaidesi”. İstiklâl Marşı Derneği böyle konular seçiyor. Bunlar belli bir sıra takip etti şimdiye kadar; bundan sonra da öyle edecek. Ama biz bu sırayı fantastik ya da spekülatif yaklaşımlarla tertip etmiş değiliz. Bu, zaruretlerin sırasıdır. Bugün, şu anda Türkiye sınırlarının sıhhati bir bunalım ortaya çıkarıyor. Bu bunalımdan haberdar olmak ehemmiyet sahibi olmak için kâfidir. Şimdi ne oluyor?
Bir “Abide Millet”ten bahsediyoruz. Bir böbürlenme fırsatı aradık da böylesini mi bulduk? Bir Abide Millet... Böylelikle kendimize paye mi yakıştırıyoruz? Böyle bir şeyle, lüzumsuz bir böbürlenme ile uğraşmalı mıyız? Yoksa burada, bu “abide millet” ibaresinde bir hakikat payı var mı? Bir milletten, abide bir milletten bahsetmek mümkün mü? Bir milletin abideliğinden niçin bahsetmeli? Bunları açık seçik görmek ve göstermek lazım. Şimdi anlatacaklarım dolayısıyla siz “Haa, demek ki abide meselesi buymuş!” diyesiniz diye bekliyorum. Şimdi daha anlatmaya başlamadık. Anlatmaya Türkiye’de mevcut olan milliyetin manası ve maddesi hakkında zaruri bilgiler sergilemek suretiyle bir sonuca varacak, varmaya çalışacağım. Türkiye’de yaşayan bir millet var mı, yoksa Türkiye’de birkaç millet mi var? Ben en azından iki millet olduğu kanaatindeyim. Bir: Türkiye’de bir millet olmasını; “bir ve tek millet” olmasını isteyenler ve diğerleri, geri kalanlar. Yani ifadelerinin samimiyeti ölçü sayıldığında en azından iki millet var Türkiye’de. Ama biz bunların sadece birinden; Abide Millet’ten konuşacağız. Bu Abide Millet’in manasından ve maddesinden konuşacağız. Manası neye taalluk ediyor? Maddesi neden oluşmuş? Buna bakmamız lazım.
Şimdi Türkiye’de mevcut olan milletin manası Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarından anlaşılır. Türkiye Cumhuriyeti belli sınırlara sahiptir. Bu sınırlar dolayısıyla bu sınırlar içinde yaşayan insanlar bir manaya sahiptir. Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları esastır, manayı kavrayabilmek için. Ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları gözardı edildiği zaman Türkiye’de yaşayan insanların millet olarak manalarından bahsetmek mümkün değildir. Bu sınırlardan hangisi olursa olsun, değiştiği takdirde Türkiye’de millet varlığından bahsetmek mümkün olmayacaktır. Bunun böyle olduğunu bilenler buna uygun faaliyetler gösteriyorlar. İşi bilenler sınırlarımızı manâsızlaştırmaya gayret ediyor. Ama ne yazık ki, Türkiye’de yaşayan insanlar –ümit ediyorum ki burada bulunanlar bunun dışında olsun- bu konuda gaflet ve ihanet nakısalarıyla donanmış haldedirler. Bu Abide Millet... Bu milletin abideliği dünya tarihinde sahip olduğu yer itibariyle manâ taşır. Bu milletin abideliği dünya tarihinde tuttuğu yer itibariyle manâ taşır. Dünya tarihi... Şimdi bir şeyleri anlamamız lazım. Çok zor değil ama hulûs-u kalp gerektiren bir şey. Kalp hâlisliği gerektiren bir şey. Zor değil. Ama o kalp halisliğine sahip olmak nasip meselesi. Allah bazılarına nasip eder, bazılarına etmez. Nasip etsin diye dua edenler varsa duaları kabul olur. Eğer dil ile dua etmiş ama kalp ile bunu arzu etmemişse o da kabul olmaz tabiî ki.
Bugün bu Türkiye’de yaşayan insanların vatanı olarak bilinen toprakların tayininde ilk çizgi İran’la Türkiye arasındaki sınır olarak çekilmiştir. Herkes gayet iyi bilir ki miladi olarak 1639 yılında yapılan Kasr-ı Şirin Anlaşması Türkiye’yle İran arasındaki sınırı çekmiştir. Ve 1639 yılından beri bu sınır değişmediği söylenir. Ama bugün artık böyle bir efsanenin yıkılması gerektiğini savunan insanlar var ve birtakım tarihi vakıaları zikrediyorlar. Diyorlar ki “Hayır 1639 yılından itibaren bu sınır hiç ihlal edilmedi değil. İşte filanca savaş oldu, şöyle bir anlaşma oldu...” falan filan. Neden? Çünkü bugün Türkiye aleyhinde çevrilen dolapların bir kısmı Türkiye’yle İran arasında ister çatışmaya, ister dayanışmaya yönelmiş olsun mutlaka bir irtibat kurmak. Bugün Türkiye aleyhinde faaliyet gösteren insanlar... İşte şimdi, nerden çıktı, bu Ahmedinecad falan geldi. İşte bunlar oluyor. Ya çatışma yönünde veyahut kaynaşma yönünde, mutlaka bir irtibat olsun isteniyor. Biz oysa 1639 yılından itibaren bu çizgiyi çekmişiz, “Sen sensin, ben benim!” demişiz. Fakat bunun değişmesini istiyorlar bugün. Bu sınırın tartışılması isteniyor. Neden? NATO’nun Belgrat’ı bombalayacağı benim yaşımdakilerin bundan otuz sene önce, kırk sene önce tahayyül bile etmeyeceği bir şeydi. Ama bir şeyler tahayyül sınırlarını tahrip ederek değişti, bir şeyler değişmeye devam ediyor. Bizim İran’la olan ayrılık çizgimizin mutlak kabul edilmemesi birilerinin isteğidir. O biriler “abide millet” içinde kabul edilmemelidir. Biz Türkler olarak İran’la aramızda 1639 yılında bir çizgi çektik. İran bir yerde kaldı, biz başka bir yerde kaldık. İran nerede kaldı, biz nerede kaldık? Bu işte dünya tarihinin bize öğreteceği bir şey. İran vahşet alanında kaldı 1639 yılında, biz barbarlık alanında kaldık. 1639’da İran vahşet alanında kaldı, Türkler barbarlık alanında kaldı. Bu terminoloji (terminologi?) Batı Medeniyeti’ne mahsus bir terminoloji. Vahşet -sauvage Fransızca, savagery İngilizce- dediğin zaman bir kültür basamağında donmuş olan toplumu anlarsınız. Avrupa’ya mahsus terminoloji içinde. Bir kültür basamağında donmuş olan toplum vahşi toplumdur. Peki, barbar toplum hangisidir? Avrupa, medeniyet aleyhtarı olan topluma, sadece aleyhtarı olmakla kalmayıp medeniyetle didişen, medeniyetle arasında mesele çıkaran, medeniyetle harb eden topluma da barbar toplum demiş. Biz 1639 yılında yani bu Avrupa’da “Türk mağlup edilebilir” fikrinin canlandığı zamanda, yani 1571’den sonra İran ile aramızda böyle bir çizgi çektik. Türk Avrupa Medeniyeti’nin hasmı olarak bir yerde kaldı; İran Avrupa Medeniyeti’nin çizgisinin altında donmuş bir toplum olarak bir yerde kaldı. Anlatabiliyor muyum? Bizim vatanımızın ilk hattı budur. Bizim vatanımızın ilk hattı barbar, Avrupalıya göre barbar telâkki edilen bir zümrenin kendisi olmak. Öbürü vahşi. Bunların zamanla anlaşılacağını umarak ikinci hatta geçiyorum.
İkinci hattımız Kuzey sınırımızdır. Mayıs 1918’de Batum Anlaşması’yla çekilmiş bir sınırdır. 1918 yılında Batum Anlaşması’nı Ermeniler Türklere teklif etmiştir. Daha sonra bu sınır Gümrü Anlaşması’yla 1921’de ve kısa süre sonra Moskova Anlaşması’yla yine 1921’de teyit edilmiştir. Ama bu İran’dan sonraki hattımız Batum Anlaşması’yla çekilmiştir. Bunun manâsı büyük, öbürü kadar mühim. Türkler barbarlar olarak vahşilerden kendilerini ayırdılar. Bunun ne demek olduğunu ben size söyleyeyim. Kasr-ı Şirin Anlaşması’nın maddelerinden bir tanesi, Safeviler İran’da Ashab-ı Kiram’a, İslâm âlimlerine ve eserlerine sövülmesini yasaklayacaklardı. Barbarlar vahşilere diyorlar ki, “Bana bak, kendi kendine bile bunu sayıklamayacaksın. Ben sana Ashab-ı Kiram’a, İslâm âlimlerine sövdürtmem. Kendi kendine bile söylemeyeceksin bunu.” Kasr-ı Şirin Anlaşması’nın bir maddesi bu. Yaa!.. Yani biz ilk çizgimizi böyle çektik. Yani Ashab-ı Kiram’a sövdürtmemek suretiyle kendimizi birilerinden ayırdık. Sövmemeyi icbar ettik onlara. Bu birinci çizgimiz. Yani şu soruyu hatırdan çıkarmak bir hatadır, bir kusurdur: Nasıl oluyor da bir vatanımız var, nereden çıktı bu Abide Millet?
İkinci çizgimize ilişkin olaylar: ’93 Harbi diye bilinen 1877–78 Osmanlı–Rus Savaşı sonucunda kaybettiğimiz toprakların Kafkasya’ya dönük kısmını ele geçirmek üzere ordumuzun harekete geçmesi, 1917 yılında Rusya’da ihtilal çıkması sebebiyle ve askerlerin çekilmeleri, Rus askerlerinin ihtilal çıkması sebebiyle çekilmeleri; yerlerini Ermeni kuvvetlerine bırakmaları... Ermeniler Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi halinde Büyük Ermenistan’ı kurmak üzere daha savaş bitmeden harekete geçtiler 1915’te. Şöyle oldu böyle oldu ama Rusya’da ihtilal çıktıktan sonra biz Türkler onların bu zaafından bilistifade kendi topraklarımızı geri almak üzere harekete geçtik. Bunda o kadar başarılı olduk ki Ermeniler “Tamam, hiç olmazsa burada durun, bunu,bu kadarını kabul ediyoruz!” dediler 1918’de. Ondan sonra, Mondros Mütarekesi’nden sonra İngilizler bizi o toprakları terk etmeye icbar ettiler; o ayrı hikâye. Ama biz ilk önce 1877–78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda kaybettiğimiz toprakları, Kafkasya kısmını geri aldık. Ve geri alışımız o derecedeydi ki Ermeniler bize “Aman, daha fazla gelmeyin!” diyerek anlaşma teklif ettiler. Bu aynı zamanda bir hattın çekilmesiydi. Ne demek bu hat? Biraz önce dedik: vahşilerle aramızı ayırdık.
Şimdi başka birileriyle aramızı ayırdık. Kimlerle aramızı ayırdık? Uşakların uşaklarıyla aramızı ayırdık. Bizim vatanımız var. Bu vatan vahşileri dışarıda bırakıyor. Bu vatan uşakların uşaklarını da dışarıda bırakıyor. Ne demek uşakların uşakları? Avrupa’da Türklerin mağlup edilebileceği fikri canlandıktan sonra bir medeniyet doğdu. Bu medeniyet kendine mahsus başarılar elde etti. Bu medeniyet kendine mahsus bir güç temin etti. Ve bu güç aynı zamanda Türk toprakları dışında dünya hâkimiyeti demekti. Avrupa’da doğan medeniyet kendine 17. asırdan itibaren bir güç temin etti. Bu gücün manası Türk toprakları dışında dünya hâkimiyeti demekti. Bu dünya hâkimiyetinin mümessili Paris – Amsterdam – Londra mihveri. Bu hikâyeyi uygun bir şekilde size anlatırım ama şimdi sadece şu uşakların uşaklarını anlatacak kadarını beyan edeyim. Bu Paris – Amsterdam – Londra mihverine karşı Avrupa’da kendini adamdan saymak isteyen milletler bir harekâta giriştiler. Bu milletlerin birisi Almanlardı, diğeri de Ruslardı. Paris – Amsterdam – Londra mihverine karşı kendilerinin de hesaba katılması gereken veyahut gerekirse bu mihveri geride bırakıp öne çıkması söz konusu olabilecek bir çalışma. Yani Avrupa Medeniyeti bir yükseliş gösterdi, bu yükselişe yetişmek ve mümkünse o yükselişi aşmak üzere Almanlar ve Ruslar bir yola çıktılar. Almanlar çıktıkları yolu sağlam yürüyebilmek için ellerinde aristokrasi dediğimiz ciddi bir toplum kesimi tutuyor idi. Dolayısıyla Almanlar Paris – Amsterdam – Londra mihverine karşı yarışa girerken Avrupa aristokrasisinin hem çekirdeği, hem de beşiği olan bir unsuru, bir zümreyi devreye soktular ve buradan da önemli sonuçlar elde ettiler. Almanlar Batı’ya karşı, bakınız Almanlar Batı’ya karşı bir güç olmayı aristokrasi zümresine istinaden başardılar. Ruslar da böyle bir iş yapmak istiyorlardı. Ruslar, Batı’ya Almanlardan daha da uzak bir topluluktu. Dostoyevski’ye sorarsanız Avrupa’da Hz. İsa hapishaneye tıkılmıştı! Ruslar Batı’ya karşı bir güç geliştirmek için harekete geçtiklerinde bunların ellerinde Almanlarınki gibi aristokratik bir zümreleri yoktu. Bir tek Romanoflar Ailesi vardı doğru dürüst asil zümre olarak. Öyle, zaten çoğu köylü olan bir toplum, yani tuhaf bir şey. Orada bir Avrupa’ya mahsus sosyal bina bulmak mümkün değildi. Orası derme çatma bir şeydi. Salaş bir yerdi, izbe bir yerdi.
İzbe Rusça bir kelimedir ve o yerlerdeki kulübelerin adıdır. Yani o terkedilmiş, yabani yerlerdeki kulübelerin adına Rusça “izbe” denir. Ruslar ellerinde bir aristokratik zümre olmadığı için Avrupalılarla, Batı Avrupalılarla yarışa girmeyi mümkün kılacak bir manevra çevirdiler. Ruslar “intelligentsia” diye bir zümre ürettiler. Onların aristokrasileri yoktu, dolayısıyla Rusya’yı Avrupa’ya karşı güçlü kılabilecek bir aydınlar zümresi ürettiler ve bunda çok başarılı oldular. Çok kısa bir sürede, yüz yıl gibi bir zaman içinde Avrupa’yı takip eden intelligentsia, Avrupa’nın takip etmek mecburiyetinde kaldığı unsurlar üretti. Bunu bilim, felsefe değilse bile düşünce ve sanat alanında harikulade bir alana getirdiler. Fakat bizim doğu sınırımız uşakların uşaklarını dışımızda bırakıyor dedik ya, bu başarının bir tutamak noktası yoktu maalesef. Rusya modernleşirken Puşkin, Dostoyevski gibi Doğucuların karşısında Turgenyev gibi Batıcılar vardı. Ve bu intelligentsia hareketi Doğucuların yani Slavcıların tezlerinin öne çıkmasıyla başarıya ulaşmadı. Ne oldu? Batıcıların tezlerinin öne çıkmasıyla başarıya ulaştı ve etkili oldu. Slavcılar “Kendi kültürümüz var. Biz Avrupa’ya bağlı kalmayalım, Avrupa’nın takipçisi olmayalım” gibi bir yol benimsemişlerdi. Batıcılar da diyorlardı ki “Dangalaklık etmeyin, Slav kültürü diye bir şey yoktur. Sizin Slav kültürü dediğiniz şey, Tatar istilası sırasında öğrendiğiniz bir iki şeyden ibarettir. Böyle bir şey yok. Adam gibi Avrupalıların yaptıklarını anlayıp onların başarılarını taklit ederek, ama daha sonra o başarıların da üstünde ürünler vererek bu işi yapabiliriz” dediler ve dolayısıyla başarı gerçekten, Rusya’da, tabii ki Slavcıların zenginleşme yolundaki destekleriyle, ama Batıcıların ortaya çıkardığı değerlerle gerçekleşti.
Yani Doğucular, Slavcılar Rusya’da bir ruh gücü ürettiler ama bu ruh gücünün şekil alışını Batıcılar temin etti. Netice itibariyle Ruslar kendi kültürleri içinde Avrupa’dan aldıklarını Avrupa’ya satabilecek bir pozisyona geldiler. Bu meseleyi bilenler tarafından gayet güzel kavrandı tabii ve Rusya’da Çarlığın devrilmesiyle beraber bu faaliyetin de sonu geldi. Yani Ruslar Batı’dan aldıklarını Batı’ya satabilecek durumu terk ettiler; sadece Batı’dan almaktan başka hiçbir yol olmadığı fikriyle hareket eder oldular. Yani 1917’de Çarlığın devrilmesi aynı zamanda Rusya’nın orijinalitesini terk etmek, orijinalitesini kullanmaktan vazgeçmek manasına geliyordu. Rusya “Bir gün Avrupalıları da adam ederiz” fikrini bir tarafa bıraktı, “Avrupalılar kadar adam olsak yeter bize” fikrine saplandı. Dolayısıyla Rusya’daki başarıları model olarak gören unsurlar ne oldular? Uşakların uşakları oldular, anlatabiliyor muyum? Yani Rusya’daki başarıları model olarak gören unsurlar uşakların uşakları oldular çünkü modelleri uşaklıktı. 1918 yılında biz uşakların uşaklarını sınırlarımızın dışında bırakarak bir vatan sahibi olduk. 1918... Fakat bizim bu sınırımız daha sonra, Sakarya Meydan Muharebesi’nden sonra dünya güçleri tarafından tasdik edilir hale geldi. Bu açıdan da Sakarya Meydan Muharebesi’ne dönük güney sınırımızın çiziliş hikâyesine gelelim.
Yani bizim bir vatanımız var fakat bu vatan dünyada cereyan eden hadiselerin Abide Millet tarafından lehine işletilmesiyle temin edilmiş bir vatan. Bu adım adım gerçekleştirilmiş olan bir şey. Önce ne yaptık? Vahşileri sınırlarımızın dışında bıraktık. Sonra ne yaptık? Uşakların uşaklarını sınırlarımızın dışında bıraktık. Şimdi sıra buralardan, halen bulunduğumuz yerden geçen sınıra geliyor. Yani güney sınırımız. Ankara Anlaşması’yla çizilen, Fransızlarla aramızda cereyan eden mesele. Biz tarihin seyri gereği, bir de Avrupa Medeniyeti içinde yedek unsurların lehimizde tutum serdetme mecburiyetlerinden yararlandık. Yedek unsur... ya da –evet, yedek diyelim. Başka bir adı var mı? Mesela “yedek lastik” diyoruz, değil mi? Stepne... – stepne unsurları lehimize kullanma başarısını elde ettik. Yani güney sınırımız Fransa’yla yaptığımız anlaşmaya dayalı, bunu bir anlayalım. Yani Birinci Dünya Savaşı sonunda Ortadoğu’nun paylaşılması meselesinde İngiltere’nin mutlakıyetçi tavrı, Fransız itirazlarına uğradı. Fransa Türkiye topraklarında yeni bir teşkilatlanmanın İngiltere’nin mutlak hâkimiyet iddialarına bir sınır çekebileceği ümidiyle müspet baktı. Yani Türkiye ve Türkler güney sınırını Fransızlarla Ankara Anlaşması’nı yapmak suretiyle, Fransızların Britanya’ya mahsus, dediğim dedik çaldığım düdük havasına uymamayı kuvvet kazanma telakki eden gücünü yanına alarak çizdi. Bu son husus acaba anlaşıldı mı? Böylece neyi dışarıda bıraktık? Batı Medeniyeti siyaseti içinde sürekli ve aralıksız olarak güçlünün kuyruğuna takılıp avantaj temin etme havasını, tavrını dışarıda bıraktık. Güney sınırımız bizim, yani Fransızlarla çizdiğimiz sınır Türkiye’de yaşayan insanların pazarlık gücünü ellerinde tutma inadının bir parçasıdır. Yani bu tarihten sonra elimizde ‘dünya sistemi içindeki mutlak hâkimiyete itiraz eden güçlerle dayanışmayı başarmak’ gibi bir avantaj artık var. Her ne kadar petrol paylaşımı bu bizim güney sınırımızın çizilmesinde çok önemli bir rol oynadıysa da, asıl iş dünya sistemi içindeki mutlakıyetçiliğin tırtıklanabileceği, bu mutlakıyetçiliğe itiraz edilebileceği meselesinde Türkiye’nin varlık göstermesidir.
Bu biraz zor anlaşılan bir şey ama zorluğu sizin adınıza kolaylaştıracağım. Bizim neden Fransızlarla Ankara Anlaşması imzaladığımızın dünya politikası itibariyle mesnetlerine gönderme yaparak bu işi başarmayı deneyeceğim. İstiklâl Harbi cereyan ederken aynı zamanda Rusya’da da yeni rejimin akıbeti ve yeni rejimin dünya politikası tartışılıyor. Ve bu tartışmaya zemin olan şey de Üçüncü Enternasyonal. Üçüncü Enternasyonal’de biz Türkleri ilgilendiren meselede iki tez çarpışıyor. Bu tezlerden birisi Roy isimli bir Hintlinin. Hintli Roy diyor ki, “Üçüncü Enternasyonal dünyadaki kurtuluş hareketlerinin sadece proletarya öncülüğünde olanlarına destek versin. Eğer dünyadaki kurtuluş hareketleri, işte, burjuva öncülüğünde cereyan ediyorsa Üçüncü Enternasyonal bu hareketlere destek olmasın.” Ama bu teze karşı Lenin aksi fikri savunuyor. Diyor ki “Dünyada emperyalist yayılmacılığa karşı, emperyalist hâkimiyetine karşı hangi hareket varsa, hangi sınıfın öncülüğünde olursa olsun mutlaka desteklenmelidir.” Dolayısıyla Türkiye’de diyelim ki Türkiye Komünist Partisi’nin on beş elemanının öldürülmesine rağmen Moskova’dan Ankara’ya destek sağlanması, Lenin’in tezinin Üçüncü Enternasyonal’de kabul edilmesiyle gerçekleşti. Yani biz Türkiye’de yaşayan insanlar dünya sisteminin güç dengelerinde bir yeri kapmak, bir fırsatı kullanmak gibi bir ehliyet sahibi olduk. Dolayısıyla bizim güney sınırlarımız da Sakarya Muharebesi’nden sonra, Fransızlarla bu mülahazalar çerçevesinde imzalanmış oldu. Yani ne demek o? Şu demek: Fransızlar da Türk topraklarında gerçekleşecek olan organizasyonun bu topraklarda sözü geçecek unsura bırakılmasına destek verdiler. Şimdi, bu topraklarda sözünü geçirmek meselesi ciddi bir meseleydi. Ankara ve Atina bu konuda, her ikisi de son kozlarını oynadılar. Bu topraklarda bir unsurun sözü geçecek ise o unsur bu topraklarda nizamı temin edebilecek olan unsur idi. Bu topraklarda nizamı temin edebilecek inzibatî yetki sahibi olabilecek unsur, dünya sisteminin patronuyla pazarlık edebilecek olan unsur oldu. Bunu dünya politikası itibariyle Sakarya Savaşı’nın sonucu belirledi. Yani Atina en azından Batı ve Orta Anadolu’da inzibatî ehliyet sahibi olamayacağını gösterdi, yani bu ayan beyan görüldü.
Şimdi demek ki bizim bir de Batı sınırımız var. Batı sınırımızı kimlerle çektik? Batı’da kimler var: Yunanistan ve Bulgaristan. Yunanistan dediğimiz ülke Türk idaresinden 1826 yılında kopmuş olan yer. İlk defa 1826–30 yıllarında Yunanistan kurulduğu zaman bugünkü Yunanistan değil tabii. Bildiğiniz gibi güneyde bir yer. Mora’nın biraz yukarısı. Ama Türkiye topraklarının Batı sınırı dediğiniz zaman bu sınır Yunanistan’la aramızdaki sınırsa bunun bir manası var. Bu mana dünyada “Türk mağlup edilebilir” fikri canlandıktan sonra kendine gayrimüslim patronlar temin etmek suretiyle Türk topraklarından kopan unsur bu. Yani Yunan bağımsızlığı dediğimiz şey doğrudan doğruya Türkleri Avrupa’dan atma kararlılığında olan medeniyetin bu insanlara, argo tabiriyle geçtiği bir kıyak. Yunanistan diye bir şey varsa bu Yunanlıların bir başarısı değil. Politik bir başarı var ortada; ama bu başarı amiyane politikadan başka bir şey değil; yani Türkiye aleyhinde dönen dolapların birinde olabilme, birine yerleşebilme başarısı. Yükseliş adına bir şey yok. Yunanistan bağımsızlığını ilan ettikten sonra da Osmanlı Devleti’yle olan bütün çatışmalarının mağlubudur. Yunanistan ile aramıza öyle bir sınır çekilmiştir ki, eğer Batı, Yunanistan’a kol kanat germemiş olsaydı Yunanistan diye bir şey olmayacaktı. Yunanistan bütün varlığını Yunanistan dışındaki modernlik güçlerine borçlu. Yani bizim Batı’yla olan sınırımızın manası doğrudan doğruya Avrupa Medeniyeti’yle olan meselemizdir. Bulgaristan, o büsbütün, biraz önce anlattığımız dolap mahiyetindeki şeyin parçası. Bulgarlar Bulgaristan’a sahip olabilmek için hiçbir şey yapmadılar. Yunanlılar hiç olmazsa şunu yaptılar: “1453’te baş şehrimizi kaybettik” dediler ve 1453’ten sonra bu kayıplarını telafi etmek iddiasından hiç vazgeçmediler. Yunanistan’ın böyle bir dikkate değer şeyi var. İstanbul’da Rumlar bilhassa Türkçe öğrenmediler.
Bilhassa Türkçe öğrenmeyerek dillerini korudular. Edebiyatlarından vazgeçmediler. Ben bunu bir asker arkadaşımdan öğrendim, kendisi de Grek olan, adını da söyleyeyim: Herkül Millas. Şimdi Zaman Gazetesi’nde yazıyor. İstanbul’da Rumlar içinde Türkçe konuşmamak o kadar millî bir haslet ki, eğer Rum kızlarından birisi kötü yola düşerse diğer kadınlar onun hakkında şu cümleyi kurarlarmış: “Çok güzel Türkçe konuşur o!” (Ermeniler ancak grécisé olarak milliyet davası güdebildiler) Şuna dikkat edin: Batı sınırımız bizim Yunanistan’la ve Bulgaristan’la değildir. Bizim Batı sınırımız doğrudan doğruya dünya sistemiyle olan sınırımızdır. Ve bu sınırımızın... Yani bizim Yunanistan ve Bulgaristan diye bir komşumuz yok. Görünürde, tabii ki var, yani... Hatta birtakım niyeti bozuk insanlar bu ikisi için bilhassa “komşu” kelimesini kullanırlar, onlar bize “komşu” diyor diye: “komşi”. Doğrusu şöyledir: Bizim orada Selimiye diye bir muhafızımız olduğu için, onu, o sınırı geçemedi birileri. Daha doğrusu hiçbir Türk idarecisi Selimiye’yi teslim edecek kadar ihaneti içine sindiremedi. Dolayısıyla bizim Batı sınırımız doğrudan doğruya dünya hükümranlarıyla aramızda çekilen çizgidir. Şimdi, başa dönelim. Vahşet ile barbarlık arasında bir çizgi çekmiştik. “Barbar” kelimesinin Grekçe’den geldiğini biliyorsunuz. Doğrudan doğruya bu onomatopéique dediğimiz, yani ses benzerliğiyle kurulmuş bir kelime. Yani Grek olmayanlar “barbarbarbar!” konuşuyorlar. Barbar demek söylediği anlaşılmayan, senin söylediğini de anlamayan; yani Yunanca bilmeyen. Bunu Romalılar böylece devralmışlar. Onlar da Latince konuşmayana barbar demişler. Ama bu daha sonra Hıristiyanlığın bir Avrupa dini olması durumunda Hıristiyan olmayana verilen isim haline geldi. Yani Hıristiyan dünyası Yunanlıların Romalılara devrettiği şeyi sahiplendi. Onlar dediler ki “Karşımızda kim var? Barbarlar var! Kim bu barbarlar? Türkler! Başka birileri değil.”
Bizim sınırlarımız böyle çizilmiştir. Bunu böyle bilin. Sınırlarımızın içinde bir millet var mı? Bu millet Abide Millet mi? Manası bu sınırlarla anlaşılan millet abideliğini de izah etmiş oluyor. Türk sınırlarının nasıl çizildiğini, hangi sebebe istinat ettiğini bilmeden Türk Milleti’nin manâsını anlayamazsınız. Türk Milleti’nin manâsı Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırlarının hangi sebebe istinaden çizildiğinde saklıdır. Manâ budur. Ama bir de madde var değil mi? Manâsını anladık. Ama kimler var bu sınırlar arasında? Bunlar kim? Bu hikâyeyi anlamak için, bu durumu anlamak için, bu manasını bildiğimiz sınırlar içinde hangi maddenin olduğunu anlamak için size bazılarınızın benden daha önce işittiği bir yaşanmış hikâye anlatacağım.
Cumhuriyet rejimi Türk musikisini düşman ilan etti ve gâvurların müzik başarılarını ulaşılmaya değer hedefler ilan etti. Bu çalışmaların sonucunda Dârülelhan olarak kurulmuş olan kurum konservatuara dönüştü. Ama henüz Dârülelhan iken, “bu Dârülelhan’da Türk musikisi öğretilsin mi, öğretilmesin mi” tartışması oldu ve bu tartışmayı “Türk musikisi öğretilmesin”ciler kazandı. Sonra işte, Cumhuriyet rejimi konservatuar kurdu. Konservatuarda işte piyanistler, şantörler, şantözler, efendim... orkestra şefleri yetiştirdi. Bunlardan bir tanesi Saadet İkesus Altan. Bu mezzosoprano. Bu kadın henüz ter ü taze genç bir kız olarak çok başarılı bir eğitim sonucu Almanya’ya gidiyor. Almanya’ya gittiği zaman Hitler Almanya’nın başında. Führer! Yani Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi 1933 yılında girdiği seçimlerde yüzde otuz civarında oy alarak meclise giriyor. Mecliste en kalabalık parti midir, değil midir, bilmiyorum ama tek başına iktidarı alabilecek kadar kuvvetli bir parti değil. Ama Hindenburg Adolf Hitler’i başbakan tayin ediyor. Bunun üzerine Almanya’da yeni bir rejim başlıyor. Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin iktidarı ihtilalle temin edilmiş bir iktidar değildir. Oy alarak bunlar iktidara geldiler. İktidara geldikten sonra da çizgileri keskin icraatlar yaptılar ve bu icraatlarında da her gün daha büyük bir destek aldılar. Her neyse. Bu Saadet İkesus Altan bu sırada Almanya’da sahneye çıkan bir isim. Hatta kendisi “Dünyada hayatta kalmış tek Carmen benim” diye bir şaka yapar. Bu Bizet’nin Carmen operasında Carmen rolü oynuyor. Savaş var. O sırada... Bu oyunun sonunda sevgilisinin kıskançlıktan Carmen’i öldürmesi lazım. Fakat hava bombardımanı için sirenler çalıyor, herkes sığınaklara gidiyor, dolayısıyla oyun yarım kalıyor. O yüzden Saadet İkesus Altan öyle derdi. “Ben dünyada öldürülmemiş ilk ve tek Carmen’im” derdi. Bu kadın çalışmaları sırasında bir Alman piyanist gençle nişanlanıyor. Normal olarak evlenmek için resmi makamlara müracaat ediyorlar. Resmi makamlar... Nazi Partisi iktidarda. Bunlar ırkçı, yani kafatasına bakıyorlar insanın. Ve Alman ırkının muhafazasına da özel önem atfediyorlar: Alman ırkı korunmalı. Onun için Almanlar kendi ırklarına yaraşır evlilikler yapmalı. Ve bu sebepten kadını incelemeye alıyorlar ve diyorlar ki “Hayır, evlenemezsiniz. Siz...” yani onun bütün fiziki özelliklerini göz önüne alıyorlar. Öyle Türk tabiiyetine, Müslüman oluşuna falan bakmıyorlar. Kemiklerine, kafatasına, bilmemnesine bakıyorlar ve Saadet Hanım’ın fazla Byzantine buldukları için bu evliliğe cevaz vermiyorlar. “Bu kadın, diyorlar, bir Alman’la evlenemez, fazla Byzantine!” Yani bak, Türk mürk demiyorlar, “Byzantine” diyorlar! Tamam, bunlar da “Madem evlenemedik...” diyorlar. Kadın Türkiye’ye dönüyor, burada normal operada görevini yapıyor. Fakat hem mesleki bakımdan hem de kültür ilgileri bakımından başarılı bir kadın olduğu için bir taraftan da tercümeler yapıyor. Bir gün ki, o 1941 yılının –Aralık ayı mı olsun acaba, yoksa Ekim mi? Neyse– 1941 yılında bir gün Saadet İkesus –henüz kızlık soyadı İkesus sonradan evlenmiş Altan olmuş– tercüme yapıyor. Gecenin geç de bir saati. Önünde lügat. Çevirdiği kitap önünde, yazdığı defter önünde. O zaman daktilo maktilo o kadar yaygın değil. Zaten tercüme yaparken de düzeltmeye müsait bir şekilde yazılır yani. Öyle, çok sonradan çok başarılı mütercimler doğrudan daktiloyla yazabildiler. Her neyse. Gecenin geç saatinde “Saadet!” diye bir ses duyuyor: nişanlısının sesi! Çok şaşırıyor tabii. İstanbul’da mı? Yok, Ankara’da, çünkü o zaman opera İstanbul’da var mı, bilmiyorum. Ankara’da. O da –ben bilmiyorum nişanlısının adını- duyunca onun sesini o da cevap veriyor, onun adıyla. Çok olağanüstü bir olay olduğu için ne yapıyor? Günü, saati, dakikası hatta saniyesine kadar oraya yazıyor. Çünkü hazır hepsi elinde, bu çok şaşırtıcı bir şey! Gecenin bir saatinde nişanlısı, evlenemediği nişanlısı ona sesleniyor! Bu olaydan sonra, Saadet Hanım Almanya’ya gittiğinde olabilir, tabii ki eski nişanlısını görüyor. Ve tabii görür görmez de, herhalde bir iki hoşbeşten sonra, “Bilir misin, ne oldu?” diyor bu gence. “Ne oldu?” diyor. “Bak, diyor, ben tarihini de, diyor, not ettim. Filanca gün, filanca saatte, diyor, senin benim adımı haykırdığını işittim!” diyor. Bunu duyunca o Alman piyanist, Saadet İkesus’un anlattığına göre, yüzü kül gibi oluyor. Diyor ki “Senin o söylediğin saatte biz motosikletli birliklerle Rusya sınırını aşmaktaydık. Ve senin söylediğin dakikada benim bacağıma bir kurşun saplandı ve ben gayriihtiyarî ‘Saadet!’ diye bağırdım” diyor. Şimdi, bana “Nazilere karşı mısın?” diye sorduklarında bu hikâyeyi anlatıyorum. Elbette karşıyım. Böyle bir irtibata son veren insanlara karşı olunmaz mı? Yani ben Nazilere karşıysam sırf bu yüzden karşıyım. Birbirlerine bu kadar yakın insanların birlikte hayat kurmalarına engel oldukları, bu yakınlığa son verdikleri için.
Şimdi ben size bunu niye anlattım? Ben size bunu dünyada hep böyle şeylerin zaten olmakta olduğunu fakat bizim küfre olan sempatimiz dolayısıyla bu hadiselere şahit olamadığımızı söylemek için anlattım. Eğer biz hulus-u kalp sahibi olsak buna benzer, kim bilir, neler oluyor etrafımızda ve biz katı kalpli oluşumuz sebebiyle bunları göremiyor, bilemiyor, kendimizle irtibatlandıramıyoruz. Yani siz bakın, kendi günlük hayatınızda çok basit şeylerde, temiz olduğunuz zaman işlerin nasıl kolaylaştığını kendiniz fark edeceksiniz. Kendi temizliğinizle alakalı bir şey bu. Şimdi, ama Avrupa’da bu cahil insanlar böyle ırklar, Byzantine, yok Germanic, yok bilmem böyle dangalakça şeyler uydurdular ve bu uydurdukları şeylere birilerini inandırdılar. Dolayısıyla ırklar olması lazım. Bunlardan bir tanesine de Türkler girmesi lazım. Böyle bir şey yok. Yani insanlar, ama buna inanarak işte Slavcılar, Pancermenler, Pantürkistler, Panarabistler, bilmem her şey oldu. Ama bunların hepsi insanların ruhen kirliliğinin bir hâsılası, bir ürünü. Şimdi Abide Milletin Kaidesi’ni anlamak için İstiklâl Marşı’nı okumak yeter. Şimdi, İstiklâl Marşı’nda şöyle bir beyit var:
“Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hüda
Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ!”
Yani ne demek? Canın yok, cananın yok, ne yapacaksın vatanı? Böyle şey olur mu? İşte bu. Vatan sahibi olmanın her şey olduğunu biz İstiklâl Marşı’ndan anlıyoruz. Vatan sahibi olmak, olmanın kendisi. Onun için Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde bir Abide Millet yaşıyor. Çünkü bu, olmasını vatan sahibi olmasına bağlamış bir millet. Onun için bütün yerküre üzerinde bir Abide gibi duruyor. Bütün yerküre üzerinde bir Abide gibi duruyor ve bu Abide’nin de Kaidesi İstiklâl Marşı. İstiklâl Marşı’nı çekerseniz bu Abide devrilir. Şimdi... Uzattım, değil mi? Ama daha vaktimiz var. Daha yarım saatimiz var. Dokuzda mı terk edeceğiz burayı? Namaz kaçacak diyorsunuz. Ama... Namaz kaza edilir, ama sohbetin kazası yoktur, biliyorsunuz. Şimdi, nedir bu işlerin aslı esası? Neden bizim vatanımız olması, olmamız demek? Neden bizim vatanımız var diye biz Abide’yiz? Biz dandik insanlar olabiliriz ve böyle bir iddiayı ileri süren insanlar bol bol delil bulabilir. Şu sınırlar içinde yaşayan insanlar bir halt mıdır? “Hıh ya, şunlara bak!” deyip insan size yöneticilerinden o yöneticilerini seçene kadar, dünya kadar misal temin edebilir. Ama iş bu değildir. Yani burada süprüntüler değil, bir Abide Millet vardır. Süprüntüler yok mudur? Birtakım insanlar buralara süpürüldüğü için gelmiş değiller mi? Tabii ki. Yani insanlar Kanada’ya gidemedikleri için burada yaşıyorlar. Öyle değil mi? Kanada’ya gitme fırsatı vardı da, kim tepti? “Ne işim var benim Kanada’da?” dedi mi? Hayır, demedi. Şu anda demiyor. Çünkü Türkiye’de, Türkiye dışında bir yerde yaşamayı kıvıramamış insanlar yaşıyor genel olarak. Kıvıranların hepsi Abide Millet’e mensup. “Ben istesem dünyanın herhangi bir yerinde istediğim hayatı kurarım ama burası benim vatanım” diyenler, onlar bu Abide Millet’e mensup olanlar.
Şimdi, bu Abide Millet’in manasını bilmemiz lazım. Bu insanlar, bu toprakları dünyanın en muteber alanları haline getirdiler. Onun için bunlar Abide Millet’tir. Türkler bu toprakları dâr-ül İslâm haline getirmeden önce bu topraklar istilacıların iştahını kabartmaktan başka işe yaramayan yerlerdi. Anlatabiliyor muyum? Yani “Uygarlıkların beşiği, cart curt, falan filan...” bir şeyler diyorlar. Yok öyle bir şey. Bu yaşadığımız topraklar Türkler bu toprakları vatan haline getirmeden önce sadece müstevlilerin ilgilendikleri yerlerdi. Yani Persler gelmişlerdi, Romalılar geldiler, Bizanslılar geldiler, cartlar curtlar... Yani sadece birileri ele geçirdi bu toprakları. Bu topraklar Türklerin buraları “Vatanım” diye adlandırmaları sonucunda dünyanın en önemli yeri haline geldi. Türkler bu toprakları dâr-ül İslâm haline getirmeden önce gâvurca, İngiliz gâvurlarının dedikleri Islamic Heartland burası değildi. Şam – Bağdat – Halep hattıydı Islamic Heartland. Anlatabiliyor muyum? Türkler burayı dâr-ül İslâm haline getirmek suretiyle İslâm Âlemi’nin değil yalnızca, dünyanın en muteber bölgesi haline getirdiler. Şimdi siz “Ya hu, dünyanın en muteber bölgesinin haline bak, şuraya bak!” diyeceksiniz. Ama bu dört yüz yıl süren bir, dört yüz yıl devam eden, aralıksız devam eden bir mağlubiyetin manzarasıdır. Bizim Müslümanlığımızın getirdiği başarının izleri kalmadı buralarda. Direndik. Direnç iz bırakmaz. Direncin izi değil; kendisi vardır. O var. İz olarak burada sadece düşüklüğü kabul etmenin izleri var. Şimdi, bu topraklar dünyanın en muteber yerleri... Busbecq’in mektuplarını açın bakın, der ki “Biz niye Avrupalılar olarak Hindistan’ı falan ele geçirmeye çalışıyoruz? Buralar, der, en çok ele geçirilmeye değer yerlerdir.” Busbecq mektuplarında böyle der. “Türk Mektupları” diye müteaddit defalar neşredilmiş bir metindir. Şimdi, burayı dünyanın en gözde yeri haline biz Türkler getirdik ve gözdelik sadece Müslümanlar açısından değil, bütün dünya açısından böyle idi. Ben bir televizyon programında Suudi Arabistan’ın petrol bakanı Zeki Yamanî’nin şunları söylediğini işittim. “Biz Mekke’de, diyor, Zeki Yamanî, bir şey çok cazipse, çok alımlıysa, kalitesi ilk bakışta göze çarpıyorsa biz ona İstanbulî deriz.” Yani “Gözlüğün de pek İstanbulîymiş” diyorlar yani. Buradan anlayabilirsiniz bu toprakların dâr-ül İslâm haline gelmesiyle beraber nelerin değiştiğini. Ama bu sadece buradan değil, aynı zamanda bütün o güçlü dönem boyunca, hatta gücün zevalinin başladığı zaman boyunca dahi Avrupa’dan insanların gelip burada dinlerini de değiştirerek kendilerine hayat kurmalarından da, anlayabilirsiniz bunu. Ama bizim işimiz bu kuru böbürlenmeyle alakalı değil. Neyle alakalı? Biz Sünnet-i Seniyye’ye tâbi olmakla övünen insanlar olmalıyız. Bizim önümüzde hadisler var, Kur’an-ı Kerim var ve bir geçmiş var. Fakat bunlar arasında ne olduğumuz ve ne olacağımız konusunda bize, şek ve şüpheye yer bırakmayacak derecede nakledilmiş haberler var. Bu haberlerden bir tanesini size okuyorum:
“Hadis-i Şerif’in yaklaşık anlamı, hadiste geçen reha kelimesi değirmen, asyab, savaştaki çarpışma anlamlarına gelmektedir. Buna göre anlam şöyle olur:
İslam’ın değirmeni devamlı olacaktır. (Yani İslam’ın mücadelesi süreklidir) Siz sürekli olarak bu mücadelenin olduğu yerde olun. (Bu Resûl-ü Ekrem’in bize emridir) Agâh olunuz. (Yani dolma yutmayınız) Kur’an’la sultan ayrılacaktır. Kitab’tan ayrılmayın –veya Kitab’ı ayırmayın– Tefrika etmeyin. Gözünüzü iyice açın. Üzerinize kendi lehlerine verdikleri hüküm gibi size hüküm vermeyen ümera olacaktır. (Yani ben işimi torpille hallederim diyen insanların hepsi o ümera içinde yer alır) Eğer onlara karşı isyan ederseniz sizi öldürürler. Eğer onlara itaat ederseniz sizi saptırırlar. (Kehf Sûresi 20. âyetinde de bu konuda bir hüküm var. Yani hadisleri âyetlerle âyetleri hadislerle anlamanın zarureti bârizdir) Dediler ki: ‘Öyleyse ne yapalım Ey Allah’ın Rasûlü?’ Dedi ki: Meryemoğlu İsa’nın ashâbının yaptığı gibi yapın ki onlar testerelerle biçilip çarmıha bağlandılar da yine de vazgeçmediler. (Neden vazgeçmediler: İslâm’ın değirmeninin döndüğü yerde bulunmaktan vazgeçmediler) Allah’a itaatte ölmek Allah’a mâsiyetteki hayattan hayırlıdır. (Allah’a isyan ederek yaşayacağına Allah’a itaat ederek öl)”
Evet, şimdi, ben size olmanın, vatan sahibi olmak olduğunu söyledim. Vatan sahibi değilsen yoksun. Yoksun! Çünkü biz 1919 yılında Mekke ve Medine’ye hizmet etmekten men edilmiş bir milletiz. Biz 1919 yılında Mekke ve Medine’ye hizmetten men edilmiş bir milletiz. Bunu gönüllüce yapmadık. Abideliğimiz oradan gelir. Ama buna rağmen Mekke ve Medine’ye hizmet etmemize imkân tanınmamasına rağmen yine de kendi sözümüzün geçtiği topraklara sahip çıkmış bir milletiz. Size İran’la, Ermenilerle, Bulgarlarla, Yunanlılarla ve kendine bize Mekke ve Medine’ye hizmet imkânı vermeme konusunda gâvurlarla anlaşanlarla bir çizgi çektik. Öyle değil mi? Bizim böyle bir vatanımız var. Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’muz Cumhuriyet ilan edildiği gün değişti. Birinci maddesi, “Türkiye, Cumhuriyet rejimiyle idare olunur” mealinde bir madde oldu. İkinci maddesi Teşkilât-ı Esasiye Kanunu’muzun “Türkiye Devleti’nin dini Din-i İslâm’dır” şekline girdi. Bu bize Mekke ve Medine’ye hizmet imkânı tanımayanların üzerimizde söz söyleme, üzerimizde yaptırım uygulama gücünün olmadığının ilanı idi. “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini Din-i İslâm’dır” demek her ne kadar, çünkü biz Büyük Selçuk Devleti’nden itibaren... Büyük Selçuk Devleti Mekke ve Medine’yi topraklarına katmadı fakat Mekke ve Medine’ye tasallut edecek her unsuru cezalandıracağına dair beyanda bulundu. Anlatabiliyor muyum? Yani biz o zamandan beri devam ettirdiğimiz bir şeyi yapamadığımız için, yine de kılımıza dokundurmama kararlılığında olduğunu ilan eden bir milletiz. Onun için Abide Millet’iz. Bu millete birileri mensup hisseder kendini veyahut birileri der ki “Ben başka bir millettenim.” Bu tercihi yapsınlar. Ben Abide Millet’in hangi millet olduğunu anlatmaya çalıştım size. Bu milletin hangi kaide üzerinde durduğunu da kırk bir mısraı ile İstiklâl Marşı söylüyor. Bu millet hangi kaide üzerinde duruyor, bunu İstiklâl Marşı söylüyor. Ama “Bu millet hangi millet, bunun abideliği nereden geliyor?” diye kafanızda bir soru doğduysa, Allah inşallah bana size bunun, bu sorunun cevabını vermeyi nasip etmiştir. İyi, tamam. Görüşürüz inşallah.
Dinleyici: ‘İşgal fiilen bitmiştir’ demediniz?
Unuttum. Evet, evet kalabalık da... Evet, hiç kimse şu sözlerimi... Arkadaşım bana hatırlattı da, bunu mutlaka söylemeliydim burada. Aslında ilk cümlem bu olacaktı ama bütün bu işlerde garip bir şekilde terslik oldu. Ama bunu söyleyeceğim. Buraya, çünkü bunu söylemek için geldim. Aylar öncesinden bu konuda bir söz verdim, sözümü tutmam lazım. Ben aylar öncesinden dedim ki, “Gaziantep Şubemiz açıldığı gün orada diyeceğim ki, ‘İstiklâl Marşı Derneği, Gaziantep’te Şubesi’ni açmak ile Irak’taki Amerikan işgaline son vermiştir!’” (Alkışlar)
Bu cümlemin ne manaya geldiğini de ümit ediyorum biraz önce yaptığım konuşma izah etmiştir. Ama tamamlanması gereken bir şey var. Dikkat ettiyseniz konuşmamda Irak sınırından bahsetmedim. Çünkü bu bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak netleştireceğimiz sınırdır. (Alkışlar) Bildiğiniz gibi Lozan’da bu konuda boşluk bırakılmıştır ve daha sonra da hiçbir uluslararası anlaşma bu konuda sarahat ve fesahat temin etmemiştir. Bu Türkiye’nin – salondan çıkmak üzere ayağa kalkmış olanlara hitaben: yerlerinize oturacaksınız mecburen– Türkiye’nin varoluş mücadelesinin manâsıyla alakalı. Ben size “Vatan sahibi olmak olmaktır” dedim. Ama şimdi vatan sahibi olmak bu vatanı muhafaza etmek ile gerçek yerine oturabilir. Yani kâğıt üzerinde ve birtakım masallar yedeğinde vatan sahibi olmak vatan sahibi olmak değildir. Şimdi, Baltık Ülkeleri var: Letonya, Litvanya, Estonya. Bunlar dünya güçleri şöyle dedikleri için şu durumda olurlar, böyle dedikleri için başka bir durumda olurlar. Bunların, evet, görünürde bir vatanları var ama gerçekte yoktur. Yani Jdanov İkinci Dünya Savaşı cereyan ederken geldi bu ülkelere dedi ki “Bakın eğer siz Sovyetler Birliği içinde yer almazsanız Hitler buraları işgal eder, hapı yutarsınız!” dedi. Bunlar da “Tamam, peki madem. Sovyetler Birliği içinde yer alalım” dediler. Ondan sonra Sovyetler Birliği çökerken de bunlara iade edildi bağımsızlık. Bunlar tamamen... Ben Letonyalı bir şair tanıyorum; sordum ona “Bir şey yaptınız mı bağımsız bir ülke olmak için?” “Yok, dedi, gökten zembille indi!” Böyle durumlar doğabilir. Türkiye toprakları bu durumlara çok uzaktır. Türkler kendi vatanlarını hak etmiş insanlardır. Türkler kendi topraklarını yağmalatmamış insanlardır. Onun için bu vatan fevkalade önemli bir şey. Size kronolojik sırayla kimlerle aramızda çizgi çektiğimizi anlattım. Biz bile bile, göstere göstere birileriyle aramıza çizgi çektik. Bu öyle... Ama bugün uyuşturucu bağımlısı olarak yaşadığınız için, narkozun etkisi altında bunları göremiyorsunuz, bilemiyorsunuz.
Şimdi, 1923 yılında Cumhuriyet ilan edildi. 1924 yılında halifelik Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin şahsiyet-i maneviyesine tevdi edildi. 1925 yılında İzmir İktisat Kongresi toplandı. Bunlar, üçü birbirini doğuran, birbirini gerektiren üç durum değildir. Cumhuriyet’in ilanı, halifeliğin Türkiye Büyük Millet Meclisi uhdesine tevdi edilmesi ve İzmir İktisat Kongresi birbirinin ne devamıdır, ne de birbirinin açılımıdır. Bilâkis bunlar birbirleriyle olmayacak şeylerdir. Biz 1839’da kaybettiğimiz şeyi 1923’te geri aldık. Onun için Cumhuriyet’in ilanıyla Hilafet’in Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devri mütenakız şeylerdir. Birbirini tamamlayan şeyler değildir. Ve aynı şekilde İzmir İktisat Kongresi Lozan’a karşı bir şeydir. Lozan’ı onaylayan bir şey değildir. Çünkü Lozan’la biz iktisadi imkânlarımız itibariyle kıskıvrak bağlanmış durumdayız. Ama İzmir İktisat Kongresi bu bağları çözmeye, bu bağları yok etmeye müteveccih bir şeydir. O yüzden biz Türkiye’de Abide Millet olmayı becermeye mahkûmuz. Yirmi yedi yıl süren Tek Parti yönetimi Türkiye’ye icbar edilen kıskaçların gün gelip parçalanacağı beklentisiyle geçti. Bu arada başka neler oldu, o hikâye. Ama yirmi yedi yıllık Tek Parti hükümeti, Tek Parti yönetimi, “Gün gelir biz, bizi daraltan her şeyi yok ederiz” beklentisinin gizlice muhafaza edildiği bir dönem idi. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi bunun pekâlâ göstere göstere yapılabileceği ümidini canlandırdı. O yüzden İsmet İnönü Demokrat Parti yöneticilerine dönerek “Sizi ben bile kurtaramam!” dedi. Kurtarma niyeti var mıydı, yok muydu bilmiyorum. Ama kurtaramadı netice itibariyle. Anlatabiliyor muyum? Yani ’50-’60 arasında Abide Millet “Pekâlâ biz bizi -ne yapan?- cendereye sokan şeyi etkisiz bırakabiliriz” düşüncesine sahip idi. Ama 27 Mayıs 1960 sabahı bu meselenin artık Türkiye meselesi olamayacağını birilerinin kafasına dank ettirdi. Birileri teslimiyet alanına girdiler. Yani dediler ki “Türkiye kendisi olarak bir şey olamaz artık.” Ne yapması lazım? Dünyada kabul gören bir metot benimserse, bu metotla, işte belki iki ayağı üzerinde durabilir. Bu yüzden 1960’tan 1980 yılına kadar Türkiye’de sosyalizme dönük bir iktidar değişikliğinin Türkiye’nin iki ayağı üzerinde durmasına yarayabileceği fikri bütün halkı oyaladı. Ayrıca bunun kendine mahsus sorunları var; onlar ayrıca konuşulabilecek şeyler. Ama 2000’den işte Refahyol... ’92 mi Refahyol iktidarı? İşte ’80’den ’96’ya... 2000 deyiver ona. Bir ikinci yirmi sene de İslâmî bir iktidar değişikliğinin Türkiye’nin iki ayağı üzerinde durmasına imkân tanıyacağı avuntusu hâkim kılındı. Ama bu iki tutum da, sosyalizme dönük, İslâm’a dönük tutum da Türkiye’nin kendi olma meselesinin ortadan kaldırılması işine yaradı. Yani öyle politikalar üretildi ki Türkiye bu yönelimlerle de çare üretemez bir insan kompozisyonuna raptedildi. Onun için böyle tuhaf tuhaf insanlar yaşıyor Türkiye’de. Ne dediği belli olmayan, ne söylersen kendisine nüfuz edebileceğini bir türlü keşfedemediğin acayip insanlar.
Bizim avantajımız İstiklâl Marşı gibi bir metnin elimizde olmasıdır. Biz İstiklâl Marşı Derneği’ni kurarken dedik ki, bütün bu süreç boyunca; Tek Parti yönetimi, on yıllık Demokrat Parti yönetimi, yirmi yıllık sosyalizm temayülü, yirmi yıllık İslâmî temayül, bütün bu süreç içinde İstiklâl Marşı’nda zikredilen “Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın” ibaresinin “belki yarından da yakın” kısmı heba edilmiştir. Yani bu süreç içinde “belki yarından da yakın” vardı, ama bu heba edildi. Şimdi biz “belki yarın”a talip olan insanlar olarak bu derneğin bir yerindeyiz. Anlatabiliyor muyum? Yani bunu bilmemiz lazım. İslâm’ın değirmeni devamlıdır. Bu Türkiye’nin yaşadığı her merhale, geçirdiği her merhale İslâm’ın değirmeniyle alakalıdır. Yani biz Mekke ve Medine’ye hizmet etme imkânından mahrum bırakılmış... Yani duamız demek ki o konuda halis değilmiş ki olmadı. Çünkü halis değilmiş ki; hacı bir tek Osmanlı padişahı yok, öyle değil mi? Demek ki, zaten ben her zaman, gençliğimden beri söylerim: Sakalsız gelen hilafet sakalsız gider, diye. I. Selim’in sakalı yoktur, VI. Mehmed’in de sakalı yoktur. Ama arada başka sakalsız padişah bulamazsınız. Anlatabiliyor muyum? Yani sakalsız gelen hilafet sakalsız gider. Onun için bizim Abide Millet oluşumuz her zaman İslâm’ın dönen değirmeninin cereyan ettiği yerde bulunuşumuzla alakalıdır. Biz, dediğim gibi, dâr-ül İslâm haline getirdiğimiz yeri dünyanın en makbul yeri haline getirmiş bir milletiz. Bunu siz akıl edemiyorsunuz, çünkü böyle bir mağlubiyet ve eziklik psikolojisi normalite olarak yutturuldu size. “Gâvur icadı” sözünün kıymetini artık anlayamaz bir toplum var burada. Onun için... Lafı biraz daha uzattım ama şu işgalin sona erdiğini haber vermek zorundaydım. Diyeceksin ki ne olacak? Yani Amerikan seçimleri sonucunda, falan filan buna karar verecekler... Yok hayır. Buna biz karar vereceğiz. Biz karar verdik zaten. Onlar askerlerini ne yaparlar, o ayrı bir mesele. Ama zaten işgal bitmiştir. Biz çünkü Gaziantep’teyiz! (Alkışlar)
İstiklâl Marşı Derneği 1. Sene-i devriye toplantısına hoş geldiniz. Ben bu toplantıyı heyecanla bekliyor idim, beklediğim zamanın ruh halini şimdi taşımıyorum, yani şimdi çok daha kendimi gerginlikten uzak hissediyorum.
Oruç Özel:
Selâmun Aleyküm,
Seminerimizin ikinci celsesi için İstiklâl Marşı Derneği İkinci Başkanı Gökhan Göbel’i, Konya şubemiz üyelerinden Muammer Parlar’ı,
Oruç Özel:
Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.