Değerli üyeler, değerli konuklar, hoş geldiniz.
Dernek olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durum sebebiyle bir berzahtan geçmekteyiz. Yolumuzu bir kıstak boyu kat ediyoruz. Onun için bugün ‘Dinin Derecesi Milliyetin Derekesi’ başlıklı bir panel dinlediniz ve benim konuşmam aynı başlık çerçevesinde devam edecek. Türkiye’nin durumu sebebiyle derneğimiz bir kıstaktan geçiyor, bunu anlatmamız lazım birbirimize. Panelde konuşan yetkili arkadaşlarımız bunun kendilerine biraz zor geldiğini size belirttiler. Böyle bir zorluk gerçekten var. Türkiye’nin vahim durumu sebebiyle bir aralıktan, dar bir yerden geçiyoruz.
Bu dar yerden geçip salimen yola devam edebilmek için dinin derecesini, milliyetin derekesini anlamamız mutlaka lazım. Şimdi, neden acaba, paneldeki arkadaşlarımız kendilerini bir zorluk içinde bulduklarını söylediler? Bir sıkıntyı dile getiren böylesi ifadelere başvurmakta haklıdırlar. Çünkü bir tarz usûl-füru bulanıklığı birilerinin işine yarıyor.
Şuna dikkat etmeliyiz: Millet olarak her şeyimizi borçlu olduğumuz İslam, bu topraklarda asırlar boyu, bir itikadî zenginlik olarak değil; bir otorite, bir iktidar, bir imtiyaz olarak yaşadı. Millet olarak her şeyimizi, yani millet olmaklığımızı tamamen kendisine borçlu olduğumuz İslam, başından beri bu topraklarda bir itikadî zenginlik olarak değil bir güç, bir iktidar, bir imtiyaz, bir ayrıcalık, bir otorite olarak yaşadı. İnsanlar da, ister az sayıda yönetici, ister büyük sayıda yönetilen insan da din olarak bu otorite neyin bilinmesini istiyor idiyse o şeyleri bilerek yaşadı. Onun için şimdi biz ‘Dinin Derecesi Milliyetin Derekesi’ deyiverince işler âniden ‘Yahu ne oluyor, ne diyeceğiz’ meselesine geliverdi. Normaldir, böyle olması normal. Şimdinin mutemet kişileri kendilerine emanet edilen bohçayı çözüp içine bakmadı. Çünkü emanete ihanet etmemeyi böyle anladılar. Halbuki bohçanın içinde ne olduğunu bilmek de onların vazifesi dahilinde idi. Cehaletten kurtulmadan ihanetten kurtulmanın imkânı yoktu. Şimdi biz dinin derecesini, milliyetin derekesini anlayalım ki bu kıstak sonrasında daha çok sayıda mutemet kişilerle işimizi selamete erdirebilelim.
Dinden ancak derece itibarıyla, milliyetten ise ancak dereke itibarıyla bahsedebiliyoruz. Arapça’nın, -isterseniz Arapça’nın demeyelim, Türkçe’nin diyelim zira, biz lisanımızı bu sefil duruma düşürmeden önce nasıl konuşuyor idiysek, öyle konuşmayı başarabilmemiz lâzım- bize kazandırdığı bir ifade seviyesi var. Biz ehil ve mühim insanlar iken, dereceden ve derekeden bahsediyorduk. Yetişkin insanlar, mektep-medrese görmüş insanlar neyin ne olduğunu biliyorlardı. Yani eğer bir ısı söz konusuysa ve bahsedilen bu ısı sıfırın altında ise şöyle bir cümle kuruluyordu: ‘Sühûnet yirmi beş derekeye düştü’. Ya da tam tersine sıcaklık söz konusuysa cümle şu şekli alıyordu: ‘Buradaki bu sühûnet derecesinde ben çalışamam’. İnsanlar böyle konuşuyorlardı ve herkes herkesin, ne dediğini anlıyordu. Ama ‘yaz günü bu derece sıcak bana dokunuyor’ denildiği zaman sıcağın çok olduğunu anlıyorlardı. Yani insanların böyle konuşmaları normaldi, böyle konuşulduğu bilinen bir şeydi; ama artık biz lisanımızı büyük ölçüde kaybettiğimiz için neyin ne olduğunu bilmiyoruz. Bir şeyin derecesinden bahsettiğimiz zaman yükselen bir şeyden, bir şeyin derekesinden bahsettiğimiz zaman alçalan, düşen bir şeyden bahsederiz. Fakat mekteplerimizde Arapça öğretilmediği için neyi niçin söylediğimizi bilmiyoruz. 1929 yılına kadar Türkiye’de İdadî mezunu herkes, orta değil, iyi derecede Arapça bilirdi. Türkiye’de 1929 yılına kadar İdadî mezunu herkesin bildiği iyi derecede Arapça, eğitim görmüş herkesin neyin ne olduğunu gayet iyi bilerek konuşuyor olmasının sebebiydi. Onların bir şeyler bilmeleri, bilmedikleri hususta ukalaca hareketlerine de mani idi. Oysa şimdiki insanlar ‘Elifi gördükleri zaman mertek bile sanmıyorlar’, çünkü merteği de bilmiyorlar. 1928’den önce elifi gördüğü zaman mertek sanan insanlar vardı, artık elifden geçtim; merteği bile bilen yok. Hatta merteği yanlış bilenler de adamı düzeltmeye çalışırlar. Dereke ve derece meselesini önce anlayalım. Bunu anlamak için Kur’an-ı Kerim’in nâzil olduğunu da hatırlamak gerekiyor. Burada bakın aşağı doğru bir şey yok. Dereke yok burada. Görüyor musunuz? Kur’an-ı Kerim nâzil olmuştur. Yani inmiştir. Ne olmuştur? İnsanların hayattan istifadelerine müsait bir durum doğmuştur. Kur’an-ı Kerim’in nâzil olması Allah’ın insanlara bir lütfu, bir rahmetidir. Kur’an-ı Kerim, kafirlerin sandığı gibi Allah’ın insanlara mahsus anlaşma imkanlarına mecbur oluşu değildir. Bu anlayış farkının neye taalluk ettiğini acaba ben anlatabiliyor muyum? İslâm’ı gözeten hiç bir hususta alçalma söz konusu değildir. Kur’an-ı Kerim nâzil olmuştur. Nazil oluşta ne bir küçülme, ne de bir düşüklük söz konusudur. Anlatabiliyor muyum? İnşallah anlatabiliyorumdur. Dinden bahsedebilmek için derecesi olan bir şeyden bahsetmek şartına tâbi oluyoruz. Yani ancak yükseklere doğru bir şey dinden bahsetmemize imkan tanıyor. Din derecelendirilebiliyor. Dinden elbette derece derece bahsediyoruz. Önce öyle bir noktadan başlıyoruz ki bu zaten bir derece. İngilizce söylerseniz: degree. İngilizce konuşulan ülkelerde orta öğretimin üstünde bir eğitim gördüyseniz bir derece sahibi olursunuz. Şimdi nasıl oluyor da din ve derece vazgeçilmez bir beraberlik içinde oluyor? Dine hiçbir zaman beyin gücü, muhakeme gücü devreye girmeksizin duhûl edemiyoruz. Din derken biz burada tabii ki Allah katındaki dinden bahsediyoruz. Bertrand Russell İslâm’ı hesaba katmayarak, her türlü kitlevî inanış bir din sayılır görüşünü öne sürüyor. Modern dinlerin devreye girdiğinden, Bolşevizm, Nazizm gibi şeylerin de din oluşundan dem vuruyor. Bertrand Russell, bilimle aralarındaki mesafe ya da çatışma dolayısıyla ideolojilerle dinlerin aynı kategori içinde ele alınabileceği fikrini savunuyor.
Allah katındaki dinin derece ile münasebetini şurdan anlıyoruz: La ilahe illallah Muhammeden Resulullah. Bu lâfzın kelime-i tevhid olduğu hepinizin malumudur. Kelime-i tevhidi ikrar eden insanın dine girdiğini, hepimiz kabul ediyoruz değil mi? İşte böylece dil ile ikrar eden her Müslüman bir derece kazanmış oluyor. Söyledim ama ne olduğunu anlamadım diyebilir birisi, bu durumda dine girmiş, derece kazanmış olmaz mı? Hem dine girer; hem de derece sahibidir. Söyledim ama ne olduğunu anlamadım diyen insan gene de Allah katındaki dinin içinde ve yüksektedir. Neden? Çünkü eğer doğru telaffuz ettiyse en azından Allah katında makbul olan dine girmenin hangi lafız ile olduğunu başkasına aktarma seviyesine çıkmıştır. Anlatabiliyor muyum? Bu bir derecedir. Yeterince bir derecedir. Çünkü kendisinin anlamadığını aktardığının anlama ihtimali vardır. Gün gelecek demiş Resul-i Ekrem insanlar La ilahe illallah diyecekler fakat ne dediklerini bilmeyecekler. O zaman ya Resulullah demişler, yani insanlar La ilahe illallah diyecekler ama ne dediğini bilmeyecekler, bunun onlara ne faydası var? Ateşten kurtarır demiş. Şimdi neden ateşten kurtarır? İşte bu aktarmaya matuf sebepten dolayı. Yani birisi onun doğru telaffuzunu ondan işitirse onun anlamadığı şeyi anlayabilir. İnsandan neyi anlaması beklenecektir? İnsandan beklenecek olan La ilahe illallah’ın ispatının Muhammeden Resulullah olduğudur. La ilahe illallah, kendi başına izahı getirilebilen bir kelam değildir. Bununla Pozitivizm’in anladığı mânâda Monoteizm’i mi anlıyoruz? Bununla müşriklerin anladığı mânâda bütün tanrıları birleştirmiş bir geleneği mi, bunu mu anlıyoruz? Yoksa İbrahimî gelenek demekten pek hoşlanılan bir şey var, onu mu anlıyoruz? La ilahe illallah deyince, “canım işte inandın mı bir Allah’a inanacaksın fazlasının lüzumu yok,” bunu mu anlıyoruz? Bütün bunlar La ilahe illallah’ın Muhammeden Resulullah demedikçe neyi işaret ettiğini bilmediğimiz çerçeveye sokar bizi.
Eğer Hz.Muhammed (s.a.v) son peygamber olarak gönderilmemiş olsaydı insanlık kıyamete kadar sapıklık içinde kalacaktı. Dolayısıyla La ilahe illallah’ın mânâsı salih bir hayatın ancak sünnet-i seniyyenin anlaşılması yoluyla kurulacağına taalluk eder. Resulullah Muhammed’in risaleti devreden çıkarılırsa insanlık zulmet içindedir. Âdem aleyhisselâm balçıkla beden arasında iken Hakikat-i Muhammedî yaratıldı. Onun için La ilahe illallah ancak Muhammeden Resulullah’la mânâ sahibidir ya da ispat edilmiş olur. O yüzden biz Müslümanlar daha attığımız ilk adımda bir derece sahibi oluruz. Yani İslâm’a girer girmez; hemencecik bir derecemiz olur. La ilahe illallah Muhammeden Resulullah dediğiniz zaman derece sahibi olursunuz. Ondan sonra dereceniz yükselir veya yükselmez. Yükselmeme ihtimali çok yüksektir. Bizim topraklarımızda İslamiyet’in bir itikadî zenginlik olarak tanınamayışı ve sadece bir otorite, bir imtiyaz, bir güç, bir yaptırım olarak yaşamış olması bugün bizim zor duruma düşmemizin birinci sebebidir. O yüzden dinin derecesini anlamadan bu zor durumu atlatmanın imkanı yok. Yani İslamiyet’in bir itikadî zenginlik olduğu kalkış noktamız olması zarureti var. Kalkış noktamızın bu olmadığı durumda Türkiye’nin dünyanın siyasî haritasından silinmesine mâni olacak hiçbir şey yapamazsınız. Türkiye’de İslamiyet’in bir itikadî zenginlik olduğu anlaşılmadıkça Türkiye’nin akıbetinin kötü bir akıbet olmasına engel olunamaz.
Şu anda Türkiye’de İslamiyet’in toplum hayatında yön tayin edici olmasına mâni olan insanların görev aldıkları bir yönetim var. Yani Türkiye’nin başına bir felaket geldiyse ve gelecekse; ancak İslamiyet’in ne yapılması hususunda, kendinden istifade edilmeyen bir şey olarak telakki edilmesi suretiyle geldi ve ancak aynı telâkkinin muhafazası suretiyle yeni felâketler gelecektir. Türkiye bugün kötüden betere İslamiyet’ten istifade edeceğimiz hiçbir şey yoktur denildiği için gidiyor. İstifade edeceksek İslâm’dan istifade edebiliriz cümlesini dile getirmek muhal olduğu yetmezmiş gibi, İslamiyet’in faidesine değil; onun istismar ve suistimaline talibiz cümlesi bariz bir metod olarak asırlardır yürürlüktedir. Her neyse, biz şimdi dinin derecesi meselesindeki girizgâhımızı yapmış olalım, gelelim milliyetin derekesine.
Burada tabii yine bir lisan meselesi; yani hangi kelimeleri seçtiğimiz meselesi var. Biz millet- milliyet kelimelerini Arapça bilen insanların bize naklettikleri şekliyle tanıyoruz. Yani millet kelimesiyle ümmet kelimesinin akraba olduğunu biliyoruz ve İslam milleti denildiği zaman bundan ne anlaşılacağı da hiçbir çağda soru işareti ortaya çıkarmamıştır. Ama Avrupa’da doğan medeniyet yeni yaşama yolları türetti. Bu yeni yaşama yollarının da adlarını koydu. Avrupa’da doğan medeniyet Türkiye’deki hayatı önce etkileyip ve sonra baskı altına aldığı zaman biz Avrupa’da icat edilmiş olan yaşama yollarına konan isimlere intibak etmek üzere lisanımızda birtakım değişiklikler yaptık. Onun için eskiden bildiğimiz kelimeler anlam kaymasına uğradı. Bu kayan kelimelerin arasında ve en başlarda millet kelimesi var. Biz eskiden ‘kadın milleti’, ‘köylü milleti’ şeklinde konuşurken şimdi bu sefer Fransız milleti, Alman milleti diye bir şeyden bahsetmeye başladık. Halbuki eskiden biraz önce dediğim gibi bizlerin anlayış çerçevesi içine kadın milleti, köylü milleti giriyordu. Tabii Osmanlı idaresinin milletler sistemi içinde de milletler vardı. Yani Ermeni milleti, Rum milleti, Süryanî milleti vardı, onlara da millet diyorduk. Dolayısıyla önceleri Türk kafasında bir küçümseyiş belirmeden millet de belirmiyordu.
Eğer millet dediğinizde kendiniz dışında kalan bir şeyi kast ediyorsanız, bu söyleyişte bir küçümseme var; ama bahsettiğiniz kendi milletiniz ise millet kelimesi bir sevgi yaratıyor. Eğer bir devlet adamının milleti aç bıraktığı hükmünü dile getirmiş iseniz kendinizi tok hissetseniz bile kendi yerinizin aç bırakanın yanında değil de aç bırakılanın yanında bulunduğunu ifade etmişsinizdir. Bu noktadan itibaren bir karışıklık tehlikesi var. Kendinde millet kullanılan millettir, kendisi için millet kullanan millettir. Onun için milleti bir yere, milliyeti başka bir yere koymamız gerekiyor. Milliyet, o milliyetin içinde olduğunu söyleyen insanların ifadesiyle anlaşılır. Yani ancak bir adam ben Fransız milliyetçisiyim dediği zaman bizler bir Fransız milliyetçisi görürüz. Bir başkasının dışarıdan ‘bak bu Fransız milliyetçisi’ demesi muhaldir. Dediyse, kullanacağı bir figür üretmek istediğindendir. Bizlerin ‘ben Fransız milliyetçisiyim’ diyen adamı ancak Fransız milliyetçisi kabul etmemiz gerekir. Ama ‘işte bunlar Fransız milleti’ diye onların dışından lâkırdı ederiz. Bunlar Fransız deriz. Yani Fransızlar netice itibarıyla nereye giderlerse gitsinler kartezyendirler deriz. Milliyetin derekesinden bahsediyoruz. Olsa olsa tabanda mevcut bir milliyet var. Demek ki milliyet bir zeminde ortaya çıkan bir şey, fazlası olduğu zaman, milliyeti artırdığınız zaman aşağı doğru gidiyor. Dinin derecesinden bahsediyoruz, fazlası olduğu zaman, dini artırdığınız, dine bereket geldiği zaman yukarı doğru gidiyor.
Bir insan Allah katındaki dine mensupsa onun durumu ayrıdır; ama âyet-i kerimede ‘Leküm diniküm veliyedin’ dendiği için Allah katında geçerli olmayan ama yine de din olarak adlandırılan bazı şeylerin de bulunduğunu anlıyoruz. Yani sanmayın ki dinin derecesi dediğimiz zaman sadece Müslümanlık söz konusu olduğunda derece olur ve öbürlerinin bir derecesi yoktur, Onlarda dahi, o dinlerde dahi, milliyetin karşısında bir yükseklik fark edilir. Bâtıl dinlerin de derecesi vardır. Yani derece bâtıl dinler için de geçerlidir. Neden? Çünkü bâtıl dinlerde de o dinin daha ileri safhaları istikametinde gitmeye başladığınız zaman kendi din sâliklerinizin dışındakilere de fayda temin edecek işler yaparsınız. Anlatabiliyor muyum? Daha iyi bir Hristiyan, daha iyi bir Yahudi, daha iyi bir Budist, daha iyi bir Şaman, daha iyi bir ne buluyorsanız artık, ondan bulduğunuz zaman o bulduğunuz, artık hal-i hazırdaki şamanları da aşan bir fayda üreten yola girmiş demektir.
Dinin derecesi olur, milliyetin derekesi olur. Neden? Çünkü daha milliyetçi olduğunuz zaman kendi milletinizin dışındakilerin işine yarar şey yapmazsınız. Ben şimdi olduğumdan biraz daha milliyetçi olacağım dediğiniz zaman kendi milliyet mensuplarınızın dışındakilere daha çok zarar vereceğim demiş olursunuz. Yani herhangi bir milliyette ne kadar yoğun, ne kadar kavi, ne kadar şedîd olursanız o milliyetin dışındakiler sizden o kadar çok zarar görecek demektir. Ama bir dinin içinde daha yüksek bir mertebeye doğru- ki bu bâtıl bir din dahi olsa- ilerliyorsanız rütbeniz yükseldikçe “ötekiler” sizden fayda görür. Bunun için, ısrarla dünya ölçüsünde, mesela şunu söylüyorlar: İsrail’le Yahudiliği karıştırmayın. Öyle demiyorlar mı? Yahudilik böyle, bu sergilendiği gibi bir şey değildir diyor bazıları. Bazı Yahudiler (Meselâ Chomsky) İsrail öyle şeyler yapıyor ki bunlar Yahudiliğe sığmaz diyor. Öyle demiyorlar mı? Demek ki bâtıl dahi olsa bir din daha dindar olunduğunda mutlaka o din sâliklerinin dışındakilerin de istifade edeceği bir faaliyet doğar. Mutlaka. Ama milliyet böyle değil. Milliyette ne olur? Eğer daha çok milliyetçi iseniz hasmınızı daha kötü bir duruma getirmekle bu dahalığınız pekişir. Anlatabiliyor muyum? Kendi milliyet mensubiyetinizin dışında kalanların kötülüğü sizin milliyetinizin derekesini arttırır. Mesela Özbekler ataları olarak Timur’u benimserler. Timur’un da şaka edilmeyecek gerçeklikte kesik başlardan tepe yaptığı vâkidir. Bedenlerden değil sadece başlardan, kellelerden. Tepe. İşte milliyetin derekesi budur. Adam yapmış, tepe yapmış. Şimdi bizim bugünkü hayatımızı ilgilendiren bir şey var. Biz Türkiye’nin varlığını niçin idame ettirmek istiyoruz? Türkiye’nin varlığı tehlikede değildir diyenler var. Biz İstiklal Marşı Derneği’ni Türkiye’nin varlığının tehlikede olduğu görüşüne sahip olduğumuz için kurduk. Yani temel görüşümüz baştan beri bir senedir yayınladığımız metinlere bakarsanız, daha manifestomuzda dedik ki Rus Çarı’nın ‘kollarımızda ağır bir hasta var’ demesiyle başlayan bir şey var, bir de 1953 yılında İstanbul’un fethinin 500.yılının kutlandığı bir vaka var. 1918 yılının dünya tarihinde İslam’ın bir siyasî organizasyon ve bir askerî güç olarak sona erdiğinin ilan edildiği yıl olduğunu biliyoruz. Mareşal Allenby Selahattin Eyyubî’nin mezarına ayaklarıyla vurup ‘yine geldik Selahattin’ dediği vaka. 1918 yılının Türkiye için bir sıfır noktası olduğu ve 1918 yılında bu yaşadığımız topraklarda can emniyeti, mal emniyeti bakımından en netameli, en tehlikeli, en korkulu yerin Türk bayrağının altı olduğunu bugün insanlara öğretmiyorlar. Mekteplerde çocuklara 1918 yılında topraklarımızda, başka bir yerde değil, kendi topraklarımızda en tehlikeli yerin Türk bayrağının altı olduğunu mekteplerde çocuklara öğretmiyorlar. O 1918 yılında Türk topraklarında yaşayan insanlar İtalyan, Fransız, Yunan, Amerikan bayrakları altında olmakla selametlerini aradılar ve gizlice anlaştılar düşmanlarla. Yani mallarını ve canlarını korumak için. Anlaşmayanların durumları hiç parlak değildi. Beş sene bu şehir, buralar, düşman işgali altında kaldı. Ve birkaç vatansever işgal kuvvetleri tarafından yaka-paça götürülürken diğerleri kafalarını çevirdiler, bu şehirde, beş sene böyle oldu. İstiklal Caddesi’nde Yunan bayraklarından başka bayrak dalgalanmıyordu. Yani enteresan olan nokta o. İtalyan, Fransız, onlar da işgalci ama İstiklal Caddesi’nde sadece Yunan bayrakları vardı. Biz bugün İstiklal Caddesi diyoruz, o zaman ne deniyordu? Grande rue de Pera, Büyük Pera Sokağı. Ama ne oldu? Bir İstiklal Harbi verildi ve o İstiklal Harbi’nin hemen akabinde Türk bayrağının altı en emin yer, can ve mal emniyeti bakımından en emin yer haline geldi. Çünkü 1921’de ‘Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak’ denmişti, 1921’de denmişti, 23’te Cumhuriyet ilan edildiği zaman o al sancağın altı bak ‘Doğacaktır sana va’d ettiği günler Hakk’ın’ oldu. Oldu yani.
Şimdi konumuza geliyoruz: Dinin derecesi milliyetin derekesi. Bizim milliyet olarak bir zeminimiz doğdu 1923 yılında. Yani Türk tarihten silinme tehlikesini İstiklal Marşı’nın temin ettiği anlayış içinde kazandı. Tehlikeyi atlattı. Bu tehlikenin atlatılması bizim bir zemin sahibi olmamız demekti. E bundan sonra ne yapacağız? Derece mi gerekiyordu bize yoksa derekeye mi düşecektik? Biz 85 sene boyunca milliyetin derekesini yaşadık. Dereke dereke yaşadık. Pattadak yaşamadık. Yazımızı elimizden 1928 yılında aldılar, Cumhuriyet ilan edildikten beş sene sonra. Ben bir ansiklopedi için Sait Faik maddesi yazmam gerektiğinde Sait Faik biyografisini biraz daha yakından inceledim. İstanbul Erkek Lisesi’nde okurken Sait Faik Arapça hocasının sandalyesine raptiye koydukları için bütün sınıfı dağıtmışlar. Sait Faik de Bursa’ya gitmiş. Arapça hocasının sandalyesine raptiye koymuşlar. Onun için bütün sınıf lağvedilmiş, her birini başka bir yere göndermişler. Orhan Veli Kanık son halife Abdulmecit’in tertip ettiği, tertip edilmesi için emir verdiği törende sünnet olmuş. Şu bizim Orhan Veli. Yaa. Yani dünya böyle bir dünya, biz dereceye doğru mu, yoksa derekeye doğru mu gitmişiz bunu bir düşünün. Yani bir zeminimiz Allaha çok şükür Cumhuriyet’in ilanıyla beraber 1923 yılında elimize geçti. Bu bir derece miydi? Eğer yukarı doğru gitseydi derece olacaktı. Neden? Çünkü Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun ikinci maddesi, Cumhuriyet’in ilanıyla beraber ‘Devletin dini din-i İslam’dır’ şekline girdi. 1923 yılında. Ve bu anayasa maddesi olarak 1924 Anayasası’nda da muhafaza edildi. Eğer biz dinin derecesine talip olan bir toplum olsaydık kim bilir nerelere çıkacaktık, ama milliyetin derekesine razı olan bir toplum olarak, dikkat edin, razı olan bir toplum olarak diyorum, çünkü İstiklal Harbi’nin verilmesi sonunda elimize geçen şey o kadar büyük bir şeydi ki bunun sonrasında uğradığımız zararların bizim kılımıza bile dokunamayacağı zannı içindeydik. Yani hiç olmamakla olmak arasında bir karşılaştırma yaptık toplum olarak, bir kefede hiç olmamak diğer kefede olmak vardı. Olmak kefedeydi; lâkin ‘diğer’ kefedeydi. Olmak hiç olmamanın yanında o kadar büyük bir şeydi ki “kötü olmak” bize dokunmadı. Anlatabiliyor muyum? Kötü olmaya alternatif alternatifsizlikti yani yok olacaktık, yok, bize yoksun bile demeyeceklerdi; ama İstiklâl Harbi sonrasında bize “varsın” dediler; nasıl varsın? Berbat bir şekilde varsın. Biz de “ ulan hiç olmazsa varız ya, ne kadar berbat olursa olsun varız ya işte” fikrindeydik. Böyle düşündük. Onun için biz adım adım, kaybede kaybede bugüne geldik. Şimdi hepsini kaybedecek miyiz? Bütün mesele bu, bütün mesele bu. Siz bunun benim ifade şeklimle böyle, bu kadar vahim olmadığını söyleyen insanlarla karşılaşabilirsiniz. Uyumayın: Vaziyetin bu kadar vahim olmadığını söyleyen insanlar daha da vahim olduğunu bilen insanlardır. Eğer birisi size Türkiye’nin durumu göründüğü kadar kötü değil diyorsa, o adam Türkiye’nin durumunun sizin bildiğinizden daha kötü olduğunu biliyordur. Her kim size Türkiye’nin durumu pek o kadar da kötü değil dediyse o adam bile isteye ve bir hesap gereği bu yalanı söylüyordur. Neden? Çünkü bu adam Türklükle Müslümanlığın ayrılması halinde gayr-ı Türk ve gayr-ı Müslim her kim varsa onun kazançlı çıkacağını bilen bir kişidir. Cümlemi tekrar edeyim. Türkiye’nin durumu pek o kadar da kötü değil diyen adam Türklük ve Müslümanlık ayrı tutulduğu zaman gayr-ı Türk ve gayr-ı Müslim olan herkesin istifadeli olacağını bilen kişidir. Bu işleyen bir mekanizmadır. Onun için dinin derecesine talip olmamız gerekiyor. Dediğim gibi din daha ilk adımı attığınız, kelime-i şehâdet getirdiğiniz zaman zaten size bir derece kazandırıyor. Gel gör ki, mühim olan bu dereceden sonraki haldir. Mühim olan bu dereceden sonra bir dereceniz daha olup olmayacağıdır. Milliyet de size bir zemin, bir taban, bir satıh veriyor, hiç şüphesiz. Yani tıpkı Türkiye toprakları gibi. Bizim bir zeminimiz var. Bir vatanımız var. Milliyet bize bunu temin ediyor. Ama bundan sonrası da önemli. Daha milliyetçi olduğumuz zaman acaba ne yapacağız? Avrupalıların bize öğrettiğine itibar edersek daha milliyetçi olduğumuz zaman geldiğimiz yere gideceğiz. Çünkü daha milliyetçi başka türlü olunmaz. Çünkü ne diyor bu işin pirlerinden bir tanesi: ‘Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan/ O büyük ve müebbet bir ülkedir Turan’. Onun için Türkiye’ye lüzum yok. Milliyetin derekesiyle hayatınızı devam ettirecekseniz artık nereye giderseniz gidersiniz. Artık at da yok, nasıl gidersiniz bilmiyorum. Türklerin nereye gideceği meselesini bütün insanlığın meselesinden kopuk olarak anlamak imkansızdır. Biraz önce ne dedim? Bâtıl bir dinde olsan bile dinin hayatında artan bir şey olmasını istiyorsan mutlaka derece kazanacaksın ve o derece o dine mensup olmayanların da istifade edeceği bir faaliyeti doğuracak. Ama milliyet meselesini ileri götüreceksen o zaman mutlaka senin mensup olduğun millet dışındakilere zarar vererek bir iyi durum, kendine göre, elde edeceksin. Bu bakımdan ne dedik insanlığın meselesiyle Türk varlığının meselesini ayrı düşünemeyiz.
Türk’ün yeri ve insanlığın meselesi arasındaki ilişki, bizi bir karşılaştırmaya Avrupa-Amerika karşılaşmasına götürür bugün. Öyle mi? Öyle. Şimdi ikisi de gavur, ha Amerika ha Avrupa diyebilirsiniz, fakat bu iki yapılaşmanın neye tekabül ettiğini anlarsanız o zaman insanlığın yüz yüze geldiği meseleyle Türk varlığı arasındaki münasebeti kavrayabilirsiniz. Şimdi Amerika gerek kıta olarak gerekse Amerika Birleşik Devletleri olarak Avrupa olmayan yerdir. Amerika Avrupa olmadığı kadar Amerika’dır. Yani Avrupa gibi bir yerde olmaktan kurtulmak Amerikalıyı ortaya çıkarmıştır: Nuestro America! Avrupa olmamak Amerika’yı yapmıştır. Peki Avrupa’yı ne yapmıştır? Türk olmamak. Avrupa’yı da Türk olmamak ortaya çıkarmıştır. Onlar Türk olmamak sebebiyle Avrupalı oldular. Şimdi bu ayrışmadan daha mühim bir nokta ortaya çıktı. Avrupa Türk olmadığı halde, Türk olmayı reddettiği halde iyi bir derece istiyordu. Düşmanı gibi olmayacak, Türk olmayacak ama yine de yükselecek ve iyi bir derece sahibi olacak. Bunu nasıl temin edecekti? Avrupa özlemini çektiği iyi dereceyi ancak Sosyalizm’le ve onu takip eden Komünizm’le elde edebilecekti. Avrupa için iyi gelecek Sosyalizm’den başka bir şey olamazdı. Hıristiyan veya milliyetçi sosyalizm. Marksizm, yani Bilimsel sosyalizm fazlasını vaat ediyordu. Avrupa sosyalizmini Komünizm takip edecekti. Vladimir Ulyanov İlyiç Lenin ‘Marksizm’in Üç Kaynağı’ metninde der ki: ‘Marksizm’in üç kaynağı vardır. İngiliz ekonomi politiği, Fransız Sosyalizmi, Alman İdealizmi’. Bakınız, Avrupa geleceğini nerelerden devşiriyor: Geleceği sanayileşmiş toplumların sınıf farkını ortadan kaldırdığı bir toplum yapısında arayan bir Avrupa var. Öyle mi? Oysa Atlantik Okyanusu’nu geçtiğiniz zaman artık riskli bir gelecek aramayan, geleceği refahta ve hürriyette bulmuş insanlarla karşılaşıyorsunuz. ABD ve Kanada lokomotif olmak üzere geleceği Sosyalizm’le hiçbir irtibatı olmadığı bir mod, bir kip ile hayatını sürdüren bir kıta Amerika kıtası. Amerika kıtasında bir işleyiş var ve bu Sosyalizm’in gelecek olmaması ile ancak ele geçen, elde tutulabilir bir işleyiştir. Anlatabiliyor muyum? Yani Amerika Birleşik Devletleri’nde anti-kartel, anti-monopol kanunlar falan çıkar ama bu yapılan işler küçük sermaye sahiplerini korumak içindir. Yani gaye mutlaka sermayenin emniyeti anaforunda hapis kalmaya matuftur. Yani sermayenin emniyette olmadığı bir anlayış Amerika kıtasına yabancı bir anlayıştır. Ama bizim Türk kafası ne der? Azıcık aşım ağrısız başım. Biz ne deriz, çok laf yalansız -benim kısa kesmem lazım- çok mal haramsız olmaz. Ama biliyorum benim kısa kesmemi istemiyorsunuz, çünkü ben çok laf etmiyorum. Şimdi birdirbir de oynamıyoruz. Durmuş Küçükşakalak dedi ki: ‘Keşke İsmet Özel benden önce konuşsaydı, ustamın dediği gibi der ben de atlardım’. Şimdi bunu tebarüz ettirmem lazım. Ben İstiklal Marşı Derneği genel başkanıyım. Ne birinin ustasıyım ne birinin üstadıyım. İstiklal Marşı Derneği’ne üye olanlar elbette benim yazdıklarımla münasebettar insanlar, yani bunda yadırganacak bir şey yok. Fakat benim yazdıklarımla münasebettar olmaları değil onları İstiklal Marşı Derneği üyesi yapan. İstiklal Marşı’nın başına gelenlerin isyanı gerektiren bir şey olduğunu anlamalarıdır. Tabii ki benim laflarımın bir katalizör vazifesi var ama bir insan İstiklal Marşı Derneği üyesi olmaya, İstiklal Marşı’nın başına gelenlerin bir haksızlık olduğuna inanmak sebebiyle karar verir. Vermiştir. Eğer İsmet Özel okurları İstiklal Marşı Derneği üyesi olacak olsalardı şöyle ortalama en az 3000(üç bin) üyemizin olması lazımdı. En az. Böyle bir şey yok. Bütün mesele İstiklal Marşı’na yapılan haksızlığın bir isyana sebep olmasıdır. Biz o bakımdan isyan halinde insanlarız. Ben kimsenin ustası, üstadı olmadığımı söyledim. Peki ne yapıyorum? Elbet bir şey yapıyorum. Bekçilik, nöbetçilik yapıyorum. Benim İstiklal Marşı Derneği genel başkanlığı yapmamın sebebi nöbet yerimi terk edemeyişim dolayısıyladır. Yoksa burada dikilip durmanın çok da meraklısı değilim. Ama nöbet yerimi de İstiklal Marşı’na haksızlık yapanlardan birine bırakmayacağım.(Alkışlar var) Es fonctioniert diyor Almanlar. Yanlış oldu; kusuruma bakmayın; ben Almanca değil de, Fransızca hocalığı yaptığım için funktioniert diyemedim birden, Almancası ile Fransızcasını birbiri içine kattım. Şimdi Türkiye bir darboğazdan geçiyor, bu sebepten derneğimiz de bundan nasibini alıyor. Yirminci asrın başında Türkiye’de Türk topraklarının yağmalanmasına sebep olamayanlar, İstiklal Harbi’nin verilmiş olması dolayısıyla Türk topraklarının yağmalanmasını gerçekleştiremeyenler bugün yeni usullerle bu toprakların yağmalanmasını temine hazırlanmış durumdadırlar. Bunu 85 senenin kendi faaliyetlerini kolaylaştırdığı görüşünü beyan ederek yürütüyorlar. Yani ben bir bekçi olarak diyorum ki ‘Yahu ben burayı bekliyorum ama siz pek onu yapmıyorsunuz’. Onlar da diyorlar ki ‘Yok, sen bekle gene ama biz seni göndermesini, yerinden etmesini biliriz’. Buralara, bu nöbet yerlerini işgale birileri gelecek. Bunun da en kestirme formülü, Türk topraklarının yağmalanmasının en kestirme formülü Türk kelimesiyle Müslüman kelimesinin başka başka şeyleri ifade ettiğini kabul etmekten, ettirmekten geçiyor. Bu, yeni bir şey değil tabii. Bu, zaten Osmanlı Devleti ortadan kaldırılma sürecinde başlamış bir şey. Türk başka Müslüman başka. Hatta Cumhuriyet’in hemen arefesinde Bolşevik ve Türk’ün aşağı yukarı aynı insan olarak anlaşıldığını görüyoruz. Yani Türkiye Komünist Partisi’nin denizde boğularak öldürülen kadrosunda yer alan Ethem Nejat argo tabirle ‘sapına kadar Türkçü’ bir komünistti. Ama şimdi acayip bir karışıklık oldu.
Biz İstiklal Harbi’ni kazandık. Biz kazandık. Benim babam o zaman askerdi. Yunanlılar İzmir’e çıktıkları zaman da annemin babası Hasan dedem iki kızını alıp Söke’yi terk etmek zorunda kaldı, çünkü komşuları hep Rum’du. Yani Yunanlılar geldiği zaman o Rum komşuların onlara ne yapacağı belli. Ve zaten bunu biliyorsunuz ama bunu çok söylemiyorlar. Yunanlılar İzmir’e asker çıkardılar ama Anadolu içinde ilerlerken Yunan Ordusu’nun çoğunluğu yerli Rumlardan oluşuyordu. Suyun öbür tarafından getirmediler. Yani 6-7 Eylül Olayları cart-curt deyince herkesin yüreği burkuluyor, ama onlardı. Beş sene boyunca İstanbul işgal altında iken Müslümanlara Ermenilerin ve Rumların ne yaptığı bugün konuşuluyor mu? Konuşulmuyor. Konuşulmaması bir tarafa birtakım Müslümanım diye ortaya çıkan dangalak insanlar ‘Yaaa ne hatalar yapılmış’ gibi, yani nasıl söyleyeceğimi bilemeyeceğim laflar ediyorlar. Çünkü İstiklal Harbi öncesinde yağmalanması başarılamayan Türk toprakları bugün bu tehlikeye maruz bırakılmış haldedir. Bunun da en parlak sloganı Türkiye’nin bir mozaik olduğu sloganıdır. Kültürel zenginliğimizle iftihar etmeliyiz. Her kafadan bir ses çıkıyor çok güzel oluyor, ne güzel. Ondan sonra, herkesin bu topraklarda hakkı var. Değil mi? Etnisite. Herkes kendi etnisitesine sahip çıksın, ne var bunda ne kötülük var? Hepimiz bol bol başkasıyız yani. Bak benim kanımda neler var? Bayılıyor. Güzel yani kafatasçılık yapmaya lüzum yok. Onu Almanlar bir miktar yaptılar, çok da yapamadılar aslında, çünkü Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi’nin üst kadrosunda Alman kanı taşımayan dünya kadar insan var. Neyse. Ama bizim bugünkü meselemiz dünyada yürürlükte olan işleyiş biçiminin dışında bir yolu kendimizin çizip çizmeyeceği meselesidir. Kendimiz dediğimiz şey var mı? Yani Türkiye bir mozaik mi yoksa bir beton kütle mi? Türkiye eğer bir mozaikse bir fiskede dağılır, ama eğer Türkiye bir beton kütleyse ona çarpanın her yeri acır. Şimdi hatır için, gönül için bir ideolojik abrakadabra yapıp bu iş atlatılamaz. İstiklal Marşı Derneği kendini ‘son ocak’ olarak görüyor. Aynı zamanda Nasreddin Hoca’nın torunu olarak da ‘göle çalınan maya’ olarak da görüyor. Birileri diyorlar ki göl maya tutmaz. Biz de sen bilirsin diyoruz. Şimdi Türkiye hiçbir meselesini bir millî mutabakat temin etmeden çözemez. Trafik meselesi de dahil olmak üzere. Türkiye’de trafik neden kötü? Cehaletten dolayı mı? Hayır. Herkes kendini topluma karşı hissettiği için. Ya da başka bir ifadeyle herkes toplumun kendisine karşı olduğunu düşündüğü için. Bu toplum benim içindir, dolayısıyla ben de bu toplum içinim demek Türkiye’de hiç yakışık alan bir şey değil. Peki nasıl olacak böyle? Bunun nasıl olacağını bulmak için şimdiye kadar ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Yani nerden gelindiğini bilirseniz nereye gidileceği konusunda bir fikriniz olur. Biz Avrupa’yı ortaya çıkarmış bir milletiz. Biz Türkler olmasaydık Avrupa sadece coğrafî bir yer olacaktı. Bizim yüzümüzden, yani Balkanları İslam toprakları içine dahil etmek sûretiyle Avrupa kıtasında yaşayan insanları verimsiz, yaşama imkanları kötü bir yere hapsettik, tıktık. Yahu çok mu kötü bir şey yaptık, böyle oldu netice itibarıyla. Yani Avrupa kıtası tarıma elverişli olmayan, işte dediğim gibi iklim şartları sebebiyle pek fazla toprak üstü zenginliği olmayan bir yer. İnsanları burada yaşamaya mahkum ettik. Ordan da bir direnç çıktı ve başka şeyler oldu tabii ki, bir tarih ve tabiat anlayışı türedi, birçok başka şeyler oldu. Şimdi bu özelliğimiz gözden kaçırılarak bir gelecek arayamayız. Neden? Çünkü biz Türkler Avrupalıları o verimsiz, kötü hava şartları olan yere tıktığımız zaman kendi topraklarımızda yaşayan gayr-ı Müslimler bize yaranarak kendilerini terfi ettirebiliyorlardı. Her bakımdan. Türk’e yaranmak sûretiyle terfi edebiliyorlardı. İster devlet kademelerinde olsun, ister servetleri itibarıyla olsun. Ama 1571 yılında ‘Türk mağlup edilebilir’ fikri Papalık tarafından Avrupa’ya propaganda edildiği zaman bizim topraklarımız içindeki gayr-ı Müslimler mâ-fevklerinin, patronlarının artık değiştiğini düşünmeye başladılar. Sadece gayr-ı Müslimler mi? Hayır. Bizim topraklarımızda olup da kendine Türklükten başka bir kimlik yakıştıranlar da aynı şeyi yaptılar. Onlar da İstanbul’da patronun artık bulunmadığını, patronun Paris’te, Berlin’de, Roma’da, Londra’da, New York’ta, Washington’da, Meksika’da olduğunu düşünmeye başladılar. Dolayısıyla bizim bir beton blok olmamız ancak burada sadece Türk’ün sözü geçer, Türk ise müslümandan başkası değildir kaziye-i muhkeme olduğu zaman mümkündür. Biz burada dinin derecesiyle bir beton blok oluruz ve bizim mesele olarak gördüğümüz şeylerin tamamı çok kısa zamanda hal yoluna girer. Türkiye’nin bir mozayik olduğu yaklaşımı milliyetin derekesini seçmiş olmamızdan doğmuştur. Bizim bir beton blok olmamıza engel olunarak “millî mesele” derdimizin hal yoluna girmesine mâni olmak üzere bilhassa tedrisatımız tefessüh etmiştir. Yani bu hal yolunu tıkamak için bizim ana okulundan itibaren bütün tedrisatımız tefessüh etmiştir. Ne demek tefessüh etmek? Kokuşmak. Kokuyor fakat kötü kokuya alışmış insanlar. Onlara bu ortam kötü kokmuyor. En küçük çocuğum 22 yaşında. Ben, çocuklarımı mektebe hep tedirginlik içinde, Allah’a emanet ederek, yani Allah korusun diye, içim sızlayarak gönderdim. Kendim de öğretmenlik yaptım. Başka yolu da yoktu. Çocuklar okula gidecekti yani. Allah da korudu. Benim tahsil ettiğim yıllarda, en azından ilk mektebi bitirdiğim yıla kadar -1955 ilk mektebi bitirdiğim yıl- Türkiye’de mektep en güvenilir yerdi. Yani diğer resmî dairelerden daha da itimada şâyân bir yerdi mektepler ben okurken, hiç olmazsa ben ilk mektepte iken. Ama bugün öğretmen ne yapar, sınıf arkadaşı ne yapar, sınıf arkadaşının ebeveyni ne yapar? Yani zaten kendim 64 yaşında sokağa çıkarken başıma ne gelecek diye düşünüp duruyorum, yani okul çocuklarının hali çok can sıkıcı bir şey. Bunun sebebi de Türkiye’nin bir mozaik oluşudur. Bir mozaik olduğunun kabul edilmesidir. Kısmen herkes etnik ya da sosyal mensubiyet dolayısıyla bir şeyler kapıp götürüyor, ama geri kalan kısmı yani Thomas Hobbes’un dediği gibi ‘Homo homini lupus’. Yani şu anda biz tabiat hali aşamasında yaşıyoruz Türkiye’de. Bu ne olacak? Kime itimat edeceğiz ya da kime sosyal kredi açacağız? Bu sorunun cevabı şimdilik İstiklal Marşı Derneği’nde.
Teşekkür ederim.
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.
Gökhan Göbel:
Selâmun Aleyküm,
Dördüncü sayısını çıkardık “Sınıf Bilinci”nin, hamdolsun. Genel Saymanımız Oruç Özel bahsetti;
İstiklal Marşı Derneği, Şanlıurfa şubesiyle birlikte bünyesi için gerekli gördüğü azalarına kavuştu.
"Türkleşmek Yahut Amerikanlaşmak; Üçüncü Bir Yol Yok!" paneli İstanbul'da yapıldı.
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor.
İstiklâl Marşı Derneği 1. Sene-i devriye toplantısına hoş geldiniz. Ben bu toplantıyı heyecanla bekliyor idim, beklediğim zamanın ruh halini şimdi taşımıyorum, yani şimdi çok daha kendimi gerginlikten uzak hissediyorum.