12 Aralık 2008 Tarihinde Kızlarağası Medresesi’nde düzenlenen “Bir Çağın Başlangıcı Olarak, Bir Alanın Açılımı Olarak, Bir Biçimin Sunumu Olarak İstiklal Marşı” Paneli
AHMET DEMİREL:
“Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı” ifadesi 1921’de doğmuş o günlerde karara bağlanmış bir hükmün beyanıdır. İstiklal Marşı kabul edilmiş bir duadır. Rıza gösterilen şey ahiret hayrından başkası değildir. O gün olan ve İstiklal Marşı’nda olan ihlastır. Bir istek bir çağın başlangıcı olarak doğmuş ve milletin mukadderatına dahil olmuştur. Bu husus, milletin bu rıza göstermişliği unutulmuş ve unutturulmuş bir haldeyken, içe dert olmuş bir mesuliyetin sesi olarak yeniden tezahür etmiştir.
‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı’ ifadesinden ne anlamalıyız? Bu söyleyiş biçiminin farklı nesi var? Bu ifade şekliyle bakınca İstiklal Marşı’nı ne olarak görüyoruz?
Evet, İstiklal Marşı bu ifade biçimiyle nihayet bir bütün olarak tezahür etmiştir. Yani bir bedeni olduğu aşikar kılınmıştır. Bu aynı zamanda iyinin belirmesi, ortaya çıkması olarak fark edilmeğe değer bir husustur. Bu ifade biçimiyle İstiklal Marşı’nı İstikamet üzere yükünü yüklenmiş görüyoruz. İstiklal Marşı, hınca hınçtır. Dopdolu bir halde yüklüdür. Her şeye rağmen, hiçbir şekilde yükünü indirmemiştir. Yolunun başındadır. Kaideleri berkitilmiş, yerli yerincedir. Bu husus İstiklal Marşı’ndaki her bir mısraı ile tasrih edilmiştir. Milletin tezahürü de bizim nasibimiz de buradadır. Hayrımıza olan da, insanlığın hayrına olan da buradadır. Hayırda yarışacak mıyız? Yoksa yok mu? Olacağız.
Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı beyanı, milletin hissiyatının nasıl bir şey olduğunu ne ile görünür kılındığını bize gösteriyor. Bir şeyin varlığından haberdar olduk. Eğer beklediğimiz bir şey var idiyse beklediğimize değdi, duamız kabul oldu. Bizi hayra erdiren de ona eriştiren de Allah’tır. Varlığından haberdar olduğumuz bu. İstiklal Marşı şimdi önümüzde bir açılım olarak duruyor.
Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı, bir sesin aslına uygun bir sesin duyulması, duyurulması işidir. Hâkim bir yerde olanın, bir sahayı bütün olarak görebilen bir yerde olanın, olağan üstü olanın, fark ettirilmesi meselesidir. İstiklal Marşı’nda o gün bugün her şeye yeten bir çağın başlangıcı, bir alanın açımlı, bir biçimin sunumu var.
‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı’ ifadesi gönlümüzü açan genişleten bir şey. Bizde başlayanın, bizle başlayanın kıymeti bu. Bu kıymet bilinecek mi? İtikadımızın varlığımızın tamamı haline gelmesi ile olmakta olan bir şeye şahitlik ediyoruz. İstiklal Marşı’nın mevcudiyeti ile sayısız imkânlara eriştik. Bu durum bizde bir şeyler başlatıyor. İlkten harekete geçen ilkten başlayan bir şey bu. Başlangıçta olanın da olmuş olanın da olmakta olanın da kendisinden söz ediyoruz. Bu hal sıratı müstakim üzere olma halidir. Bu başı da sonu da selamet olan bir yoldur.
Anlatmaya çalıştığımız Müslümanların ilki olmakla tadılabilir bir tatla anlaşılır bir şey. Anlatmaya çalıştığımız bu. Peki bu olağan üstü tesir, bu sahici etki nereden geliyor? Bizi ne ile irtibatlandırıyor. Bu sahici etki İstiklal Marşı’nın İntizam içindeliğinden muntazaman bekleyen, gözleyen olmasından geliyor. Dolayısıyla bizi içtenlikle, iştiyakla esasa bağlıyor.
‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı’ ifadesi bir hatırlatma, mühim bir hatırlatma ifadesidir. Devamlı olanın, yükselişi devamlı olanın başında bulunduğumuzun hatırlatılmasıdır. İlkten olanın hatırlatıldığı bir şey. Bir başka hatırlattığı şey: İstiklal Marşı çağın başlangıcı olmakla, kendisiyle başlayan kendisinin başlattığı bir dönemle beyan olunuyor. İnsanlığı ilgilendiren haklı, haktan yana, esasla mücehhez ve Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı’nı konuşuyoruz. Bu derece de yüksek bir başlangıç içinde görüyoruz. İstiklal Marşı’nı. Bu mutena özelliğini sadakatinden alıyor. Geleceğini istemiş olmasından alıyor.
Bir çağın başlangıcı olmaklığı ile bize yükledikleri içinde ne var? Bunu İstiklal Marşı Derneği anlamakla anlatmakla yükümlü buluyor kendini. Gele gele nereye geldik. Yerimizi beğeniyor muyuz, olmamız gereken bir yerimiz var ve biz yerimizin neresindeyiz?
Bizim, Bir çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı ifadesi karşısında ne olarak bulunduğumuz ayrıca mühimdir. Bir kıymetin ifşa olunduğuna tanık olabiliyor muyuz? Bir değeri tanıyacak derecede miyiz? Kendimizi niteliklerimizin yüksekliği dolayısı ile seçkinlik içinde görebiliyor muyuz?
‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak İstiklal Marşı’ ifadesi ile İstiklal Marşı’nın bir şey başlattığını söyledik. Başlayan şeyin bilinen bir şey olduğunu da. Yani bu güne kadar ihmal edilmiş, göze alınmamış veya inkıtaa uğramış olan, İstiklal Marşı ile ilkten takdim olunuyor. Bir kez daha olacak olanın tamamı ilkten olacak şekliyle bekliyor. Bu Müslümanların ilkleri olması gibi bir şey.
İfade edilmesini gerekli gördüğümüz bir diğer önemli nokta da Hz Adem (as)’a verilen, bu güne değişmeden gelenin tezahürü olarak sarahattir. Sarahat, İstiklal Marşı’nın en kavi tarafıdır. Muhlis olana mahsus bir özelliktir. Dolayısıyla meşguliyetlerimizin bir derece taşıdığını, mesuliyetimizin de bir kıymet arz ettiğini fark edebiliriz. Sarahat bize verilmiş, istifademize sunulmuş bir şey olarak anlaşılmalıdır. Sarahat, bir çağın başlangıcı olarak, bir alanın açımlı olarak, bir biçimin sunumu olarak İstiklal Marşı’nın itikadı veçhesidir. İstiklal Marşı’ndaki sarahat, bir sahanın tanziminde o sahanın muhkem kılınmasında mühim görülmüştür. Sarahatle temin edilen sahanın, daha ileri görünümler adı altında karartılmak istendiğine, dolayısıyla etkisiz kılınmak istendiğine şahit olmuşuzdur. Hadisi şerif şöyle: “Fetva isteyen herkese fetva veren mecnundur.” Bu hadisi şerifle olanın nasıl bir şey olduğunu bir miktar anlayabiliriz.
‘Bir alanın açılımı olarak İstiklal Marşı’ ifadesine gelince, Türklük yeri olan bir şey. Vatan sahibi olmak lığı ile tebarüz eden bir şey. Yer sahibi olması bir meselesinin olmasını gerektiriyor. Dolayısıyla yer sahibi olana Türk diyoruz. Ayrıca Türk demek Türkçe’si olan demek oluyor. Şimdi ‘Bir Alanın Açılımı Olarak İstiklal Marşı’ ifadesinden bizim bir alan tarifi veya tayini yapmamız gerekmiyor. Bir açılım yörüngesi vermemiz de gerekmiyor. Biz İstiklal Marşı’ da olanın cennet vatanda bu yerde bütünüyle tebarüz etmesini anlıyoruz. Bunun mümkün olduğunu, gerekli imkanların da İstiklal Marşı’nda bulunduğunu söylüyoruz.
İstiklal Marşı’nın bir çağın başlangıcı olarak görülmesi, bir alanın açılımını taşıyor olmasından geliyor. Bir alanın açılımı olarak görülmesi de bir imkanlar dizinine, değerler arasındaki ilişkiler bütününe sahip olmasından geliyor. Bir şeyin olması için ihtiyaç duyulanların tamamı İstiklal Marşı’nda var. Bir şey daha var mı? Kimler olarak varız? Olmasını istediğimiz, olmamasını da istediğimiz kişiler olarak mı bulunuyoruz? Böyle mi biliniyoruz?
Bir millet varlığının canlılık göstermesi isteniyorsa, bir devamlılık arzu edilen şeyse, bunun ne ile olacağının yeri, adresi durumundadır İstiklal Marşı. İstiklal Marşı bir alanın açılımı olarak bir mesuliyet taşıyor, bir yük taşıyor. Alanın açılımını mümkün kılan şey, yani imkanlar bu yüktedir. Dolayısıyla bu mesuliyete kendimizi dahil ediyor olmamız meselenin esasını tebarüz ettiriyor. Bunun için de bu topraklarda neyin olduğunu, neyin yükseldiğini bunlarla irtibatımızın ne manada bir şey olduğunu anlamamız gerekiyor. Şayet kendimizi bu yerin otları olarak görmüyorsak, varlığımızı aidiyetimizle açıklıyorsak, burasının ekilmesi, biçilmesi, işlenmesi, kıymetlendirilmesi işini iş edinmiş isek, İstiklal Marşı bunun için var. Bunu görmemiz pek bir şey.
Milletin tecellisini, tesanütünü bekliyorsak mesele kolay. Mümkün olan olması an meselesi olandır. Bu istememizle, duamızın bu istikamette olması ile alakalı bir şey. Yani burada bir hazine var. Bu hazine milletin dört bir tarafını canlı tutuyor. Dolayısıyla hazinemiz olduğunu, hazinemizin biz olduğunu fark etmek gerekiyor. Eğer biz meşguliyetlerimiz dolayısı ile bir zorluk yaşıyorsak bir açılım göremiyorsak bu, iş edindiklerimizin veya önümüze konulan hususların bizim meselemiz olmadığındandır. Bunlar önümüze kendimizin koyduğu mevzular değildir. Konulmuş tutturulmuş, iliştirilmiş şeylerdir.
Bir biçimimiz olduğu için İstiklal Marşı var. İstiklal Marşı’nı bir çağın başlangıcı olarak görmemiz, bir biçimimiz olduğunun belirtisidir. Namaz duadır, biçimi olan, vakitli bir ibadet. Namaz kılmayana bi- namaz diyoruz, yani namazsız dolayısıyla biçimi olmayan diyoruz. Bir şeyin biçimi yoksa kendi de yok diyebiliyoruz. Türklük bir biçimdir. Varlığını kendi biçimi ile belirgin kılıyor, varlığının anlamını da buradan alıyor. Tarzı olanı Türk biliyoruz. Senin neren Türk? diye de soruyoruz.
Bir şeyin hak mı batıl mı olduğunun ayrımını hakkın biçimi, batılın biçimi ile belirgin kılabiliyoruz. Türk müsün giyavur musun diye sorduğumuzda da biçim bize yardımcı oluyor. Bir Biçimin Sunumu Olarak İstiklal Marşı dediğimizde de Türk’ün bu topraklarda yükselttiği biçimi, yani ilk biçimin tezahürünü anlıyoruz. ‘Çıplak söz edebi değil, çıplak insan da edepli değildir’ denir. Bizim için bir şey edebi değil, edepli de değilse varlığı yok hükmündedir. Dolayısıyla İstiklal Marşı edep sahibi bir milletin edebi oluyor. Yani millet bir biçim olarak var oluyor, söyleyen bildiren, seslenen olarak. Bir İstiklal Marşı Biçimi Olarak Varız.
***
ADEM YILDIRIM:
Panelimizin başlığında iki ana konunun varlığına dikkat çekmek istiyorum.
Birincisi: Bir alanın açılımı (ki bir biçim sahibi olması kaçınılmazdır.)
İkincisi: Bir Çağın Başlaması’dır.
Diğer bir deyişle bir alanı açması bakımından İstiklâl Marşı’nın varlığı ile bir çağı başlatması bakımından İstiklâl Marşı’nın varlığı iki ayrı olgudur.
İstiklâl Marşı’nın bir biçim sahibi olarak alan açılımı imkânını sunmasına onun yetkinliği, bu yetkinliğin milletin hayatında karşılık bulmasına da onun etkinliği diyorum.
İstiklâl Marşı’nın yetkin olması;
Dünyada imparatorlukların sona erdiği bir zamanda; çeşitli nedenlerle ortaya çıkan milliyet ve sahip olunan milliyetçilik fikirlerinin karşında tüm kafa karışıklıklarını bertaraf edecek bir durulukta “Türk Milleti” adına, dosta ve düşmana karşı vatan, ırk ve millet anlayışlarını ortaya koymasıdır.
İstiklâl Marşı’nın etkin olması;
Vatanın kurtarılmasından sonra İstiklâl Marşı’na gereken önem verilmediğinden Dünya Sisteminin dayattığı algılama biçimlerine alternatif sunma imkânı -üzülerek belirtelim ki- değerlendirilememiştir.
Ancak İstiklâl Marşı’nda bu imkân hâlâ mevcuttur.
***
DURMUŞ KÜÇÜKŞAKALAK:
Merhabalar!
Panel başlığından da anlaşıldığı üzere, bugün burada büyük sözler söyleneceğe benziyor. Biz söyleyebilecek miyiz, bilmiyorum ama konferansta gayet büyükçe sözler duyacağımızı tahmin ediyorum. Bazı atalar; “büyük lokma ye ama büyük söz söyleme” deseler de, ya da “ulu söyleyen ulur kalır” deseler de, biz ata olarak Hz. İbrahim’i ve o silsileden gelen bir ata zincirini kabul ettiğimiz için bu sözler hükümsüz kalmış oluyor. İstiklâl Marşı Derneği diğer teşekküllerin aksine ters orantıyla çalışan bir dernek. Küçük lokma yiyerek büyük sözler söyleyebilme salahiyetine ve kabiliyetine sahip bir dernek. Biz de, bu topraklarda, İstiklâl Marşı’nın sağladığı bu alanda bir şeyler söyleyeceğiz. Panel konusu, dışardan bakan arkadaşlara hamasi bir konuymuş gibi gözükebilir. Bu, tıpkı İstiklâl Marşı’nın hamasi bir marş olarak görülmesi gibi bir durumdur. Hâlbuki konu başlığımız, bir duanın yüksek oktavla söylenmiş bir terennümüdür. Aynen İstiklâl Marşı’nda olduğu gibi.
Çağ deyince bana ilk çağrıştırdığı şey “atlanan bir şey” oluyor. Turgut Özal’dan kalma bir kalıntı herhalde. Ekrana çıkar, ip atlar gibi çağ atlamaktan bahsederdi. Ben de; bu tombul adam, kızlar gibi nasıl atlıyor ki diye merak ederdim hep. Böyle kolay atlanan bir şeydi yani çağ. Meğer adam “çağ atladık” derken, Türkiye’yi atlatıyormuş. Epeyce sonra öğrendik bunu da. Ama biz panel başlığındaki çağ gibi, açılım gibi, sunum gibi popüler görünen çağrışımlarla popülist söylemlere açılmıyoruz. Çünkü bu önermelerin mesnedi olarak İstiklâl Marşını gösteriyoruz. Yani bu yenilik ifade eden, parlak önermelerle asla rûcû fikrimiz pekişiyor. “Her parlayan şeyin altın olmadığını bilerek” bu parlayacak yıldıza yöneliyoruz. Aslımızı ararken ve aslımıza dönerken İstiklâl Marşı elimizdeki kandil ya da en sağlam tutamak noktası. Elimizde bu kandil olmadan nereden gelip nereye gittiğimizi göremediğimiz gibi, kimin kim olduğunu ve kimin ne yaptığını da göremiyoruz. Hepsinden önemlisi kimliğimizi bulamıyoruz. Bizim kayıp bir kimliğimiz var. Hem de tarihi bir kimlik bu. Tarihi bir kimlik olduğu için okumak zor ve karmaşık gözüküyor. Üstelik Latinize edilmiş değil Arabî karakterler ile yazılmış bir kimlik bu. Öyle olunca iş iyice karışıyor. Her ne kadar Latin harflerine geçtikten sonra Arabî harflerle aramıza mesafeler konsa da İstiklâl Marşı o mesafeyi azaltıcı bir etki yapıyor. Elimizde İstiklâl Marşı olmadan o kayıp kimliği bulsak bile doğru düzgün okuyamıyoruz. Bugün bolca örneğini görüyoruz işte: O tarihi kimliği okumaya çalışanlardan kimisi o kimlikten doğum yerini yanlış okuyor, kimi doğum tarihini, ama hepsinden önce genelde din hanesi yanlış okunuyor. İşte bütün bu yanılgıları, sadece yanılgı değil; yanlı tutumları İstiklâl Marşı ile bertaraf edebiliyoruz. Çünkü İstiklâl Marşı asırlardır akmakta olan tarihin en kritik döneminde ortaya çıkan bir metin. Bu ülkede yaşayan insanların aslımız nedir sorusuna verebilecekleri en sıhhatli cevap İstiklâl Harbi yıllarına gitmekle verilebilecektir. O dönemde, hatta o dönemden öncesinde ve sonrasında olan birçok hadiseye birçok kulp takılabilinir. Ve herkes istediği kulpu takıyor. Bugünlerde bu iyice çeşitlendi. Olan biten bütün hadiseler çok farklı cephelerden değerlendirmek mümkündür. Ama bu harbin inkâr edilemez tek sonucu vardır, o da; yeryüzünde İslâm’ın söyleyecek sözünün daha bitmediğidir. İstiklâl Marşı da bu gerçeğin tüm dünyaya ilanı olmuştur. Bunun için önemli bir nokta, panel konumuzun çıkış noktasını da teşkil ediyor. Onun için; bir çağın başlangıcı, bir alanın açılımı ve bir biçimin sunumu derken bir şey icat etmiyoruz. Olması imkân dâhilinde olan, tarihin içinde akan bir şeyi keşfetmeye çalışıyoruz. Gerçi, Coğrafi Keşifler masalını bize öğrettiklerinden beri hiçbir şeyi doğru düzgün keşfedemiyoruz aslında. Önceleri; “bir icat varsa bu ancak gâvur işi olabilir” diye düşünen toplumun icada teşne bir yönü icat oldu artık. Böyle olmasına rağmen İstiklâl Marşında keşfedilmeye değer, ufuk açıcı bir şeyler var. Yani aslında var olan fakat yararlanamadığımız bir çağı, bir alanı, bir biçimi işaret ediyor İstiklâl Marşı. Varlığından yararlanamadığımız bu çağ, bu alan, bu biçimden istifade etmek; yürürlükte olan her şeyin yalan ve yanlış olabileceğine dair bir kapıyı açık tutmakla mümkün olacaktır.
Bu sözlerle İstiklâl Marşına maksadının üstünde bir şeyler mi yüklemeye çalışıyoruz? Hayır, panel başlığında ki her önerme mantık boşluğuna yer bırakmayacak şekilde İstiklâl Marşına nakşedilmiş durumda. Kabaca bile baktığımızda; Hakk’ın vaat ettiği günlerden, vecd ile bin secde edilebilecek bir zamandan bahsediliyor. Yani öncesindeki bir zamandan hem keyfiyet olarak hem de kemiyet olarak farkını fark edilebileceğimiz bir zamana, bir çağa dikkat çekiyor. Yine tüm dünyaya, dünyada bulunuşumuzun ne anlama geldiğini gösterecek bir alanın buradan açılacağını ilan ediyor. Bu ayağımızı bastığımız alanın öyle bir açılımını yapıyor ki dünyamızı ahretimize bitiştiriyor: Cennet vatan diyor. Sunduğu biçim, Cumhuriyet’ten sonra kasten görmezden gelinse de, üstü örtülmeye çalışılsa da bugün, o biçimin dışında kalan her şeyin biçimsizlik olduğu daha rahat anlaşılıyor. Sunduğu biçimin sınırları tıpkı Türkiye’nin sınırları gibi, haramı ve haramileri dışarıda bırakan sınırlardır. Yani bu biçim, içinde taşıdığı özü kıskançlıkla muhafaza edebilecek bir biçim. İstiklâl Marşı ile dünyaya sunulabilecek biçim; küreselleşme, globalizasyon, postmodernizm gibi amorf biçimlere ve medeniyet gibi donuk ve mat bir biçime karşı gayet otantik ve estetik bir biçim. O kadar estetik ve otantik ki aynen Türkçe gibi: Eskiye gidildikçe yenilenebilecek şekilde canlı bir biçim bu. Sahici bir gelişmeye ucu her zaman açık bir tarzda; yüzen, tüten, parlayan, gülen, çehresini çatan, hak eden, hür yaşayan, aşan, taşan…
“Bir çağın başlangıcı, bir alanın açılımı, bir biçimin sunumu” sözlerinin arka planında aslında şu var: Memnun olmadığımız bir çağda (ahir zamanda), memnun olmadığımız bir alanda(kapitalist dünyada) ve memnun olmadığımız bir biçimde(medenice) yaşıyoruz. Memnun olmadığımız bir çağda yaşadığımız için “çağdaş” değiliz. Çağdaş olmak istediğimiz bir çağı yakalamaya, keşfetmeye çalışıyoruz. Yaşadığımız alanın cennet vatan olduğunu bildiğimiz için Türkiye’nin bugünkü durumuna isyan etme hakkımız doğuyor. Bu isyan etme hakkını, İstiklâl Marşı’ndan başka bir dayanaktan aldığımızda, birilerinin emrinde ve izin verildiği kadar isyan edebiliyoruz. Bu durumda isyan edilmiş olmuyor aslında; en fazla, ağıt yakmış oluyoruz. Bize yakışmayan biçimin özümüzü de çürüteceğini gayet iyi biliyoruz. Bugün dünyanın aldığı biçimin insana yakışmayan bir biçim olduğuna şahit oluyoruz. Ezcümle; bu gidişattan ve bu dünyadan memnun değiliz. İstiklâl Marşı ve Türkiye ile doku uyuşmazlığımız olmadığı kadar, dünya ile doku uyuşmazlığımız var. Ve aynı zamanda iman ediyoruz ki; en doğru zamanda, en doğru yerde ve en doğru biçimde yaratıldık. Bu paradoks gibi görünen durum Müslüman olmanın ilk şartı olarak karşımıza çıkıyor. Kelime-i Şahadet ile Müslüman oluyoruz. Yani bir şeylere “hayır” diyerek tevhide şahit olabiliyoruz. Hele günümüzde bir şeylere değil, birçok şeylere “hayır” demekle İslâm dairesi içine adım atabiliyoruz. Çok kıymetli bir hazinenin üzerinde oturuyoruz. İhtiyacımız olan malzeme fazlasıyla mevcut. Fakat Hakk’ı batıla profesyonelce buladıkları için hurda yığınının içinde hazineyi görmek müşkül. Bu alana, bu biçime, bu hurda yığınına hayır demedikçe hazineden mahrum kalacağız. Bu çağda, bu yaşanılan hayat biçiminde bize hoş gözüken şeyler bizim kötüye ne kadar teşne olduğumuzun da delili oluyor.
Memnuniyetsizliğimizin kaynağı “yapağı çalanın yanında boş kaçan” olduğumuzdan falan değil. Ya da çalınan şeyden nasibimize az düştüğünden değil. Memnuniyetsizliğimizin sebebi dünyada bulunuşumuzun en yanlış yorumuna belki de bu çağda ulaşılmış olmasıdır. İslâm’ın en yanlış yorumuna bu çağda ulaşılmış olmasıdır. Yani itikadî sebeplerden dolayı dünyadan memnun değiliz. Bugün İslâm öyle bir sunumla sunuluyor ki; bu sunulan şey Müslüman’ın aleyhine kâfirin lehine bir din yorumu oluyor. Bugün her alanda her türlü sunuma şüpheyle yaklaşmak Müslüman olmanın gereği olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bütün atlara oynayan bir sistemin ağında yaşıyoruz. Bütün atlara oynadıkları için kim kazanırsa kazansın, onlar kazanmış gözüküyor. Savaş alanında değil de pistte at koşturmaya başlanıldığı zaman; yarışacak atları da jokeyleri de onlar belirliyor ve futbol sunucularının “iyi olan kazansın” dedikleri gibi bir aldatmaca ile herkes yarışta kendi atının koştuğunu zannediyor. Kaybedenler diyorlar ki; “iyi değilmişiz ki kazanamadık, bu yarışın şartlarına daha iyi uymamız gerekir.” Böyle diyerek orada hükümranlığını sürdüren yalanı katmerliyorlar. Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle bu sistemin ördüğü ağ, “örümcek evine/örümcek ağına” benziyor. Ağına almadığı, ulaşamadığı hiçbir alan yok. Dünyayı çepeçevre saran bu ağa bakan, çıkış yolu namına hiçbir açığın olmadığı zehabına kapılıyor. Gerçi bugün için bu ağdan ve bu çağdan çıkmak isteyen var mı? O da ayrı bir soru… Ya da “ne varmış, hepimizin işine yarıyor işte” denilmek suretiyle ağın içinde köşe kapmaca oynamak daha tercihe şâyan. Ama ana karakterini şeytaniliğin oluşturduğu bu şûmûllü, bu zekâ ürünü sistem çok zayıf. Çünkü kör şeytanın hilesi çok zayıf. Öyle zayıf ki; bir çocuğun “kral çıplak” demesiyle ya da bir şairin kurşun gibi bir mısraının dokunmasıyla, o en ince ayrıntısı unutulmamış ağ, paramparça olabilecek kadar zayıf. Onu bugün için güçlü kılan; başta Müslüman’ım diyenler olmak üzere insanların gafleti, dalaleti ve tabiî ki cehaleti. Yani Türkün yokluğu ya da yoksunluğu. Eğer bu topraklarda, kapitalist hayatın dışında kendi ayakları üzerinde durabilen bir toplum otaya çıkacak olursa bu örümcek ağından farkı olmayan sistemin çöküşüne şahit olabiliriz demektir. Bu imkân Türkiye’de ve Türk Milletinde yoksa dünyanın başka hiçbir yerinde yoktur. Çünkü böyle bir hayatın kodları ve izleri, her şeye rağmen hâlâ bu topraklarda mevcut. “Dünyada bulunuşumuzun en yanlış yorumuna bu çağda ulaşılmış olması” gibi bir önerme doğru ise, yani beterin beterini görmeyeceksek en doğru yorumunun da bu çağda yeniden anlaşılabileceğini söyleyebiliriz. Zira “her zorlukla beraber bir kolaylık vardır”. Yine Resulullah’ın ashabıyla olduğu bir sırada kardeşlerinin kendinden sonra geleceğini haber vermesi de bu meyanda anlaşılabilinir. Yani korkulacak bir zamanda değiliz. Çünkü “sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak”. Yani “İslâm’ın değirmeni süreklidir.” Korkulacak bir yerde değiliz. Çünkü tüten son ocaktayız. Yine korkulacak bir biçimde değiliz. Çünkü medeniyet biçiminin tek dişi kalmış canavarlık olduğunu söyleyebilen bir ideolojiyi savunuyoruz.
Bugünkü panel konumuz, İsmet Özel Bey’in “Türk oldu, vatan oluyor, millet olacak” aforizmasının bir iz düşümü gibi geldi bana. Zihnimde şöyle bir şey canlandı: Bir çağ başladı, bir alan açılıyor, bir biçim sunulacak. Bu iş nasıl oldu, nasıl oluyor, nasıl olacak? Yalanın yalan olduğu ortaya çıkınca doğru olan bir imkân bahşediliyor. Bu en küçük yalanda bile her zaman böyle oluyor. Bu bahşedilen şey aynı zamanda bir dokunulamazlık, bir ilişilemezlik, bir ulaşılamazlık alanı oluyor. Eğer yalanlığı ortaya çıkan yalan, tüm dünyaya atılan koca bir yalansa o zaman bir çağın başlangıcına şahit olabiliriz demektir. İnsanlığın önüne atılan en büyük yalan da “mecburi tek yön olarak” batıdan pompalanan medeniyet ve onun türevleri yalanıydı. Ve İstiklâl Marşı’nın yazılmasıyla bu yalan ifşa edilmiş oldu.
Hakk’ı batıla bulama işinden nemalananlar, Müslüman hayatındaki her şeyi o kadar çarpıttılar ki; güneşin batıdan doğacağına dair haberi bile İslâm toprakları aleyhine yorumladılar. Artık kimsenin gözü Mekke’yi, Bağdat’ı, Şam’ı, İstanbul’u görmez oldu. Pekâlâ, bu şehirlerden çıkan şeyin yerini, Roma’dan, Paris’ten, Londra’dan, New York’tan çıkan şeylerin tutabileceğini, hem de pekâlâsını karşılayabileceğini fütursuzca söyleyebildiler. Kimse demedi ki; güneş batıdan doğduğunda, dürülmüş defterlerin yanına, bir de dürülmüş güneş ilave edilecek. Bunun, surun üflenmesinden hemen bir önceki aşama olduğu göz göre göre görmezlikten gelindi. Kendilerinin farkında olmayan, kim olduğundan bîhaber insanlar yıllardır hala bu numarayı bir şey söylediklerini sanarak tekrar ediyorlar. Batıda yapılan İslâm yorumlarından medet ummak, oradan başlayan bir gelişmeye bel bağlamak; "biz bittik" demenin dolambaçlı ifadesidir aslında. Bu, bastığı toprağın altındakileri bırak üstündekileri bile görememektir. Bugün için ne Amerika’dan, ne Avustralya’dan, ne Avrupa’dan ne de Hind-i Çin’den doğacak bir şey yoktur. Çünkü bu sayılanların ne tarihi, ne toplum yapıları, ne de tüm dünyaya sundukları/dikte ettikleri yaşama biçimi bunu karşılama imkânına sahip değildir. İnsanlığın güneşi en son burada görülmüştür ve sabahı da olacaksa burada olacaktır. Türkiye’de önemli bir gelişmenin başlama ihtimali yoksa Türkiye de yok olmuş demektir. Yani belki de dünyanın sonu gelmiş demektir. İnsanlık burada düşmüştür ve kalkacağı yer de burasıdır. Tarihin ana hattı, yani İslâm’ın o iftihar hattı burada kopmuştur ve bağlanacak uçları buradadır. Hem tarihi, hem fiziki, hem de mantıkî olarak bu böyledir. İtikâdımızca zaten böyledir. Çünkü yeryüzünde “tek dişi kalmış canavarın” görülebildiği yegâne yer burasıdır. Çünkü Medine Müdafaası’nın müdafileri, gazileri burada yatmaktadır. Çünkü İstiklâl Marşı burada yazılmıştır. Dahası son ocak sadece Türkiye’de tütmektedir. Tüten yer aynı zamanda ateşin olduğu yeri gösterir. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” demişler, o baştaki “büyük lokma ye, büyük söz söyleme” diyen atalar (Burada belki doğru söylemiş olabilirler) Resulullah’ın ateş konusunda tavsiyesi şöyle: “Deccal, yanında bir su ve bir de ateş olduğu halde ortaya çıkacak. Bazılarının onun yanında gördüğü su, gerçekte su olmayıp yakıcı ateştir. Bazılarının onun yanında gördüğü ateş de, gerçekte ateş olmayıp soğuk, tatlı bir sudur. Sizden deccala kim yetişirse, ateş olarak gördüğü tarafta bulunsun. Zira o tatlı, içimi güzel bir sudur.” Buyurmuş.
Deccal çıkmış mıdır, biz hayattayken çıkacak mıdır, çıkarsa biz görebilecek miyiz bilemiyorum ama Resulullah takdiri bozmayan bir tedbir anlayışını bize öğretmiş. Biz de tedbirli, hesabını iyi yapan, menfaatini iyi bilen insanlar olarak deccal her an çıkacakmış gibi rikkatle bekliyor olmamız lâzım. Sahabe bu rikkatle hareket etmiş; Resulullah bu gibi hadisleri söylerken, O’nun ses tonundan, deccalın Medine hurmalıklarına gelip dayandığını sanırlarmış. Yani suyun başında piknik yapanlarla değil, ateşin başında odun taşıyanlarla beraber olmamız gerekiyor. Tabii ateşin başında beklerken; “boş durmayalım, mangal yapalım” diyenler de çıkmıyor değil. Yani yapılacak şey; son ocağa odun taşıyarak ateşini harlamaktan ibaret. Ki bunu, ilk biz yapmıyoruz. Bu güne kadar, asırlardır; hayırlı iş namına, iyi bir iş namına ne tevarüs etmişsek, geriye dönüp baktığımızda hepsi son ocağın sönmemesi için yapılmış aslında. Mesela yarım asır önceden Metin Eloğlu odun taşımaya başlamış bile. Hem de taşıdığı odunlar öyle abur cubur odunlar değil. Lüzumunda saplık ya da sopa yerine de geçebilecek derecede düzgün odunlar. “Odun” isimli kitabından “Odun” isimli şiirini okuyacağım izninizle. İyi şiir okuduğumu iddia ettiğimden falan değil, durumu kurtarmak için. Panel konusunun etrafında dönüp durdum, konuya nüfuz edemedim. Aradaki boşluğu doldurur düşüncesiyle:
ODUN
İstanbul'un ortasında bir bahçe
Silme güvercin tavanı
Yeşeren ekinlerin muştusunca
Eylül bitiminin aydınlık günü
Sıcacıktın aşklıydın bence
Sensizlikte bir yoksuldum yavandım
Şuramda saklı o sımsıcak ekmeği
Senin doyumluk aşına bandım
Bakmakla doyulmaz çeşniden
Özlemlerle ışımış bir yüzün vardı
Gayri çil çil düzen yokluğunla küf kesilir
Bunca ömrüm varlığınla uzardı
Salt sana vergi umudu aşılamak
Dipdiri aklın fikrin yüreğince uluydu
İçin dışın bozela gümeç gözlerin
Güzeldi yeniydi İstanbul'luydu
Hayatı bölüşürken güleçtik dobra dobraydık
Sana ekli yaşamak elbet içime sindi
Hani yüzümüzü ağartacak günlere teşne
Yoksun çağlar dost çağanlar içiydi
Sen vardın son yaz vardı bitişiğimde
Bambaşka gördüm ülkeyi halkı acunu
Gerçekliğin bacasında kopkoyu tüttün
Gürül gürül yanası ocağımın odunu
Kıvancım sensin ergem sensin bilgim sen
Kuşandıkça beni ben eden kılık
Barışla hürlükle sevdayla gelen
O cayılması ayıp mutluluk.
Teşekkür ediyorum.
***
MUSTAFA KARANFİL:
Selâmün Aleyküm,
İstiklâl Marşımız bir duadır dedik hep. Galiba bunu söylemeye de her zaman devam edeceğiz. O öyle bir duaydı ki, belki de sırf o duayı edebilme kabiliyeti sebebiyle kabulünü de mümkün kılmıştı. Kendi yaptığımız bu duaya ‘‘âmin’’ diyen bizler daha sonra bu duamızın arkasında duramadık.
İstiklâl Marşımızın bize ilk öğrettiği şey şudur ki, bu vatanda tüten bir tek ocak varsa, bu bayrak dalgalanmaya devam edecektir. Ama burada dikkat etmemiz gereken şey, bir ocak bulunma şartıdır.
Biliyorsunuz, İstiklâl Marşımız ‘‘Korkma, sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak / Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak’’ diye başlıyor. Herkesin korktuğu bir sırada bu lafı ediyor. Düşünün bir kere, İslâm’ın bir siyasi organizasyon ve bir askeri güç olarak tamamen yok edilmeye, silinmeye çalışıldığı ve neredeyse insanların tamamının böyle bir olguyu kabul ettikleri bir sırada bir avuç insan, -İstiklâl Marşı’nın kendilerine ithaf edildiği birkaç ordu mensubu- Türk milletinin varlık-yokluk savaşını başlatıyor ve milleti de arkasına alıyor.
‘‘Korkma…’’ demişti ya İstiklâl Marşımız; biz de korkmadık ve İstiklâl Harbi vermek suretiyle istiklâlimizi elimizde tuttuk.
Böylece İstiklâl Marşımız bizim için yepyeni bir çağı başlattı. Öyle ya, az öncesinde yok olma tehlikesiyle karşıya kalmış bir millete ‘‘Doğacaktır sana va’dettiği günler Hakk’ın / Kim bilir, belki yarın belki yarından da yakın’’ diye seslenerek, sadece kurtulacağını değil aynı zamanda bu istiklâli çok daha yükseklere taşıyacağını da müjdeledi.
Vatan sahibi olmadan şahsiyet sahibi olunamayacağını, şahsiyet sahibi olmadan da İslam olunamayacağını haber verdi. O yüzden ‘‘Verme, dünyaları alsan da bu cennet vatanı’’ dedi. ‘‘Cennet vatan’’ derken de bunu mübalağa sanatından yararlanmak için söylemedi. Hem gerçekten cennet vatandı bu vatan hem de cennete giden yol buradan geçiyordu.
‘‘Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın’’ diyordu. Çünkü biliyordu alçakların buraya uğramak için can attıklarını. Bastığımız toprağın herhangi bir toprak parçası olmadığını, altında yatan şühedanın incinebileceğini haber veriyordu. Şereflice yaşamanın ancak Allah yolunda savaşmakla ve gerektiğinde şehit olmakla mümkün olduğunu İstiklâl Marşımız dolayısıyla yeniden hatırlıyorduk.
Bu vesile ile İstiklâl Harbi’ni niye verdiğimizi hatırlamakta fayda var: Bu toprakları elimizde tutmaya çalışmamızın sebebi rantı yüksek ve çok değerli bir arsa olduğu için değildi elbet; bir tek sebebi vardı bu harbin, o da bu vatanın İslâm’ın yeryüzünde sözünü dinletebilmesinin, bir güç olabilmesinin bu vatanla mümkün olduğunun bilinmesi idi. Müslümanlar adına söz söyleyebilecek yahut İslâm’ı temsil edecek başkaca bir unsur bulunmuyordu. Bu o gün öyleydi de bugün durum değişti mi? Hiç sanmıyorum; bugün de bu potansiyel -her şeye rağmen- sadece Türkiye’de var. Bunun böyle olduğu kâfirler ve onların uşaklığını yapmaktan zevk alanlar tarafından da çok iyi biliniyor. Bu biliş sebebiyle olmalı ki, faaliyetlerine hız verdiler. Bugün yaşadığımız süreç bunun çok açık bir delili.
Bugün bu melun faaliyetlere karşı sessiz kalmayan, bu ihanete ortak olmayan bir tek -bizim ‘‘son ocak’’ dediğimiz- İstiklâl Marşı Derneği var. Haa, ‘‘Siz kaç kişisiniz?’’ diyebilir birileri, onlara da genel başkanımızın bir vesileyle sarf ettiği şu sözlerle cevap vermek istiyorum:
‘‘Hiçbir zaman haklı bir hareketin büyük sayıda destekçisi olmayacaktır. Senin ısrarcı oluşun, senin kavi oluşun konusunda bir genel anlayış uyandırabilirsen o zaman seni doğrudan desteklemeyeceklerdir ama senin muvaffak olacağın gün için de hazırlık yapacaklardır. Mühim olan belli sayıda insanın kendi zihnî yeteneklerini esas alarak haklılıklarına sahip çıkmalarıdır.’’
Kendi adıma söylemem gerekirse bu derneğe üye olmadan önce İstiklâl Marşımızı her okuduğumda heyecanlanmaktan geri durmadım ama okumadığım yahut unuttuğum zamanlar çoğunlukta oldu. Hâlbuki bugün onun ne kadar zengin ve bereketli bir metin olduğunu çok daha iyi görebiliyor ve o metne yaptığım haksızlıktan pişmanlık duyuyorum. Demek ki diyorum, bir zamanlar ben de gafletim sebebiyle ihanetin içindeymişim. Her bir mısraı için kitaplar yazılabilecek böyle bir metne -vatanımızı borçlu olduğumuz bir metne- bundan daha büyük bir haksızlık yapılabilir mi?
Şöyle bir düşünelim: Bizim İstiklal Marşımıza başka bir millet sahip olsaydı ona bu muameleyi mi reva görürdü? Öyle bir marş ki, daha düne kadar en tehlikeli yer sayılan Türk bayrağının altını sizin için en emin yer haline getiriyor ve siz o marş hiç yazılmamış gibi davranıyorsunuz yahut yok sayıyorsunuz. Bunun bir tek anlamı olabilir o da ‘‘Sen yapacağını yaptın, görevini ifa ettin ama şimdiden sonra bize ayak bağı olma!’’ demektir.
Burada genel başkanımızın bir sözünü daha nakletmek istiyorum:‘‘İstiklal Marşı atlanarak yahut yok sayılarak Türkiye hakkında hiçbir iyi şey düşünülemez. İstiklal Marşı’nı atlayan herkes Türkiye hakkında kötü bir şey düşünüyordur. İstiklal Marşı Türk milletinin tarihten silinişi karşısında bir duruş ve bir ısrardır.’’
Kendi kendime, İstiklâl Marşımız olmasaydı yahut İstiklâl Marşı’nı yazan bir millet olmasaydık yine de İstiklâl Harbi verebilir miydik? diye düşündüm de şu kanaate vardım: Hiç şüphesiz ki, veremezdik. Bugün de böyle bir marşa, böyle bir metne sahip olma rüçhaniyeti sadece bize ait olduğuna göre millet olarak tekrar aklımızı başımıza alma zamanı gelmedi mi?
Hepinize beni dinlediğiniz için teşekkür ediyorum.
***
MEHMET KENDİRCİ:
Selamun Aleyküm.
Her panel sırasında çok heyecanlanıyorum. Ne söyleyeceğimi on onbeş defa yazdım, çizdim, yırttım, karaladım ama yine de bu heyecanı yenemedim bir türlü. Arkadaşlarımız sağ olsunlar konudan bahsettiler. Hz. İbrahim’in ateşe atılması aklıma geldi. Atılmadan önce Allah meleklerini gönderiyor. Melekler ona diyor ki, “ateşi söndürelim” şunu söylüyor Hz. İbrahim, “dost ile dostun arasına girmeyiniz”.
Allah da ateşe, “İbrahim’e serin ol” diyor. Çanakkale savaşında Çanakkale savaşından sonra Churchill’e diyorlar, “neden savaşı kaybettiniz” o da diyor ki, “biz Çanakkale’de Tüklerle savaşmadık, Allah’la savaştık, tabiî ki kaybedeceğiz”. Burada “Dost ile dost olmuş” bir millet sözkonusu. Daha önce burada söylendi, ben de bilmiyordum İstiklal Marşı’nın İstiklal Harbi sırasında yazıldığını. Normalde usul şudur bir savaş verilir, kazanılır sonra marşı yazılır ama daha savaş sırasında yazılmış bir marş. Antep’e verilen gazilik unvanı da böyle, savaş bittikten sonra verilmemiş, savaşın en yoğun olduğu bir sırada verilmiş. Yani bir insan savaşa girer sağ çıktıktan sonra ona gazi denir. Kaldı ki adamın sağ çıkıp çıkmayacağı da belli değil. Buradaki duruş, yani “Dost ile dost olmuş” bir milletin, bu iş olacak diyenlerin, Allah’tan ümit kesmemiş olanların duruşu.
İstiklal Harbi öncesinde kâfirlerin, artık dünyada bizim karşımızda duracak güç kalmadı dedikleri bir sırada Türklerin tekrar tarih sahnesine çıkıp onları frenlemeleri, bu tezi geçersiz saymaları ile başlamış bir süreç var. Hz. Musa, asasını ortaya atınca ortalıkta olanların tamamının bir numaradan ibaret olduğu kanıtlanmıştır, asa hepsini yutmuştur. İşte o dönemde İstiklal Marşı “Ulusun” dediğinde, “onların bütün bu şatafatları, görkemleri, silahları, ulumadan ibarettir” dedi ve bunun böyle olduğu görüldü. Biz yeter ki hakikate sahip olalım sarılalım onlar bir hiçtir.
Her konuşmadan önce şunu çok istiyorum, düşünüyorum. Bu İstiklal Harbi’ni veren insanların haleti ruhiyesi, ben ne zaman böyle bir haleti ruhiyeyle çıkıp konuşurum. Hakkınızı helal edin, bugüne kadar o haleti ruhiye içinde hiç olamadım. Yani Türklerdeki vatan sevgisini çok düşünüyorum. Tarif edilemez bir sevgi. Ne annenin çocuk sevgisi gibi, ne babanın çocuk sevgisi, ne evlat, ne kardeş sevgisi gibi, bambaşka bir şey, anlatamıyorum onu. Ancak şair olmak lazım herhalde bunu ifade etmek için. Tabi bir çok örnek sıralamıştım sadece birini söyleyeyim . Septium Severus’in vefatından sonra karısı julia Donma; işte çocukları taht kavgası veriyor, “madem tahta sahip olamıyoruz”, ülkeyi ikiye bölelim. Zaten Doğu Roma ve Batı Rama fikri buradan çıkıyor. Doğuyu sen yönet batıyı ben yöneteyim. Julia Domna şöyle düyor annenizin yüreğine nasıl döneceksiniz. Caracalla kardeşini öldürüyor. Geta 17 yaşında annesinin kollarından ölüyor.
Bizdeki vatan sevgisi böyle bir sevgi de değil bunu biliyorum. Bu cennete gitmek gibi bir şey değil yani cennete gitmek için savaşayım tarzı da değil. Az önce arkadaşın verdiği örnekten anımsadım, hani bir gemiye binersin gemi batmak üzeredir. O sırada Allah’a dua edersin, yalvar yakar olursun, düzlüğe çıkınca vazgeçersin. Yani, darda kaldık da bu duayı edelim şeklinde de değil. Tamam, bir darlık bir sıkıntı var tabi, istiklal marşı duadır diyoruz. Ben diyorum ki, dua etmemişler dua olmuşlar. Dün de bir özel sohbette örnek vermiştim, kendi cenaze namazını kılan bir milletten söz ediyoruz. İşte arkadaşları Çanakkale’de, cephede şehit olmuş, birazdan kendileri şehit olacak. Diyorlar ki, biz hem onların hem de kendi cenaze namazımızı kılalım. Kalkıp kendi cenaze namazlarını kılıyorlar.Ben böyle bir haleti ruhiye yakalamadan burada söylediklerimin ne derece anlamlı olacağını bilemiyorum, zira öncelikle şahsım tarafından ciddiye alamıyorum Tabi o yıllarda bir şairin sözü, “zafer dedikleri kahraman teri, susandan kaçar da coşana gider”. Yani coşmuş bir millet var; yanmış mı, pişmiş mi öyle bir millet. Allah da nasip etmiş onlara bu zaferi.
Ben bu kadar konuşacağım, teşekkür ederim dinlediğiniz için.
***
MUSTAFA TOSUN:
Selamün aleyküm.
Böylesine güzel bir konuşmanın ardından) yapacak olduğum konuşma her halükarda sönük kalacaktır. Ancak yine de konuşmaya gayret edeceğim.
Şimdi bir çağın açılmasından bahsediyorsak, bitmesi gereken bir çağında mevcut olması gerekir. Bu manada aklıma gelen iki husus var. 1914-1922 zaman aralığını düşünürsek bir defa Batı Medeniyeti’nin geldiği nokta anlamında bir kırılmaya denk gelen bir gelişme sözkonusu. Bir de bizim Türklüğümüzle alakalı bir kırılma sözkonusu. Batı Medeniyeti açısından; 1571 yılında İnebahtı Savaşı sonucunda Türklerin artık yenilebilirliğine kanaat getirdikten sonra farklı bir çalışmanın içerisine girildiği görülecektir.
Bu çalışmaları sonucu Batı Medeniyeti tüm dünyaya karşı bir çok alanda rakipsiz bir üstünlük sahibi görüntüsü verdi. Bu kapsamda felsefe alanında, bilimsel alanda, ekonomik alanda böylesi bir üstünlük sahibiymiş vehmi uyandırdı. Bu vehim Batı’nın ideal hayat tasarımının sahibi ve uygulayıcısı görülmesi yanılsamasını besledi. Ancak 1914 yılında 1. Cihan Harbi’nin patlak vermesiyle birlikte kendisi için ideal hayat tasarımına sahip olmadığı ortaya çıktı. Arkasından 1929 yılı ve sonrasında başlayan ekonomik krizle birlikte klasik liberal kapitalist anlayışından vazgeçildi. Keynes tipi ekonomik programla kapitalizm kendini yaşayabilir başka bir forma soktu. Yine Wittgenstein en sonunda ünlü eseri Tractatus’un sonunda (Wovon man nicht sprechen kann, darüber muß man schweigen.) "Üzerinde konuşulamayan konuda susmalı." demek suretiyle bir nevi felsefenin de ölümünü ilan etmiş oldu.20. yüzyıl Batı’nın ömrünü uzatma çabaları adına yaptığı bir çok numarayla geçmiş oldu.
Biz Türkler açısından ise İstiklal Harbi ve İstiklal Marşı nedeniyle şöyle bir kırılma meydana geldi. İstiklal Harbi’ne kadar İslam; devlet tarafından siyasi bir erk kullanımına hem bir gerekçe hem de aygıt olarak görüldü. Ancak en bariz örneğini Haçova Meydan Muharabesi’nde verdiği gibi millet emaneti devralmak zorunda kaldı ve sonucunda zafer kazandı. İstiklal Harbi ile birlikte ise devletin kendi bekasını temin maksadıyla kullanmış olduğu İslam’ı savunma emanetini üzerine aldı. İstiklal Marşı ile bu durumu tescillemiş oldu. Emanetin Türk milleti tarafından devralınışının ifadesi olarak İstiklal Marşı bir çağın başlangıcının nişanesidir.
İstiklal Harbi ve İstiklal Marşı’nın bütünlüklü düşünülmesi gerekmektedir. Bu manada Turgut Özakman’ın İstiklal Harbi’ni anlatmak gayesiyle yazdığını iddia ettiği “Şu Çılgın Türkler” kitabı rahatsız edici bir isme sahiptir. Çünkü biz İstiklal Marşı’nda “hangi çılgın bana zincir vuracakmış şaşarım” denilirken, biz Türkler’e çılgın denilmesi kabul edilebilir bir şey değildir. Kaldı ki Allah’a inananlara çılgın denilemez. Tam tersine Allah’a karşı savaş açanlara bu isim yakışır.
Son olarak 80 küsür sene önce başlayan bir çağın varlığından neden tam manasıyla haberdar değiliz diyebiliriz. Bunu Genel Başkanımıza ait “Kanla Kirlenmiş Evrak” şiirinin son mısralarıyla izah etmek istiyorum.
“Ve şimdi birçok sayfasını atlayarak bitirdiğim kitabın
başından başlayabilirim.”
Bizde birçok sayfasını bitirdiğimiz bu kitabı, bu çağı, bu alanı, bu biçimi yeniden ve daha iyi anlayabilir, yeniden yaşayabiliriz. İnşallah Allah bu konuda bize yardım eder. Beni dinlediğiniz için teşekkür ederim.
Böyle bir toplantının yapılmaması gerekiyordu. İki sebepten ötürü: Birincisi; ben bu kelimenin (ideoloji) “ideoloji” olarak telaffuz edilmesini doğru bulmuyorum.
Oruç Özel:
Selâmün aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. “Sınıf Bilinci” adlı panelimiz için bugün burada toplandık.
Selâmün Aleyküm,
İstiklâl Marşı’nda, biri başlangıçta diğeri de daha sonraki bir kıtada olmak üzere iki yerde “korkma” sözü geçiyor.
İstiklâl Marşı Derneği 1. Sene-i devriye toplantısına hoş geldiniz. Ben bu toplantıyı heyecanla bekliyor idim, beklediğim zamanın ruh halini şimdi taşımıyorum, yani şimdi çok daha kendimi gerginlikten uzak hissediyorum.
Es-selâmu aleyküm,
İstiklâl Marşı Derneği’nin tertip etmiş olduğu “Türk Olmak” paneline hepiniz hoş geldiniz.