14 Kasım 2009 Cumartesi günü Şanlıurfa Şubemizin açılışına mutakiben Genel Başkanımızın yaptığı konuşma:
Selâmün Aleyküm,
Bize, İstiklâl Marşı Derneği’nin Şanlıurfa şubesini açmayı nasip eden Allah’a hamdolsun. Bu, dünya tarihinde dikkate alınacak bir andır. İki şeyi söylemek için buradayım: Birincisi, İstiklâl Marşı Derneği olarak buraya Urfalılara akıl vermek için gelmedim; Urfalılardan akıl almak için geldim. Urfalılara bir şey öğretmeye gelmedim; Urfalılardan bir şey öğrenmeye geldim. Bu sözlerimi sizin sırtınızı sıvazlayarak kendime bir pay çıkarmak ve kendim de bundan istifade etmek için söylemiyorum, neden söylediğimi izah edeceğim. Buraya gelişimin ikinci sebebi şunu söylemekti: Şanlıurfa şehri Türkiye’nin bir parçası değildir; Türkiye Şanlıurfa’nın büyütülmüş bir hâlidir. Eğer dünyada Türkiye diye bir yer varsa bu, Urfa’nın 780.000 kilometrekareye çıkarılmış/büyütülmüş olmasındandır. Eğer Urfa 780.000 kilometrekareye çıkarılmamış/büyütülmemiş olsaydı Türkiye diye bir ülke olmayacaktı.
Peki, neden Urfa? 12 Şubat 1920, Maraş’ın kurtuluşu; 11 Nisan 1920, Urfa’nın kurtuluşu; 25 Aralık 1921, Antep’in kurtuluşu. ‘’Kendini Bilen Rabb’ini Bilir’’ kendini neyle bileceksin? Kendini başkalarından ayırmak suretiyle bileceksin. “Ben benim.” diyebilmen için senin dışında bir şeyler olduğunu kabul etmen lazım. Şimdi insanlar özellikle aklı birçok şeye ermeyen, henüz donanımı el vermediği için aklı birçok şeye ermeyen insanlar bambaşka tellerden çalıyorlar. Onlar için Urfa’nın kurtuluşu bir mana ifade etmiyor. “Efradını cami, ağyarını mani.” Eskiler, bir tarifin ancak böyle yapılacağını söylerlerdi. Yani kendisi gibi olanların hepsini toplayan/birleştiren/içeri koyan, kendisinden farklı olanlara mani olan/onları dışarıda bırakan... Urfa’nın kurtuluşunun bu manada nereye oturduğunu bilmek zarureti vardır. İnsanlar bugün bunu kaybetmişlerdir, bu zaruretin ne olduğundan habersizdirler. 11 Nisan 1920 Urfa’nın kurtuluşu ve 23 Nisan 1920 T.B.M.M.’nin açılışı... Bunun iki manası olabilir: Bir manası, harbi kaybeden Almanların gelecek savaşa hazırlanmak üzere bazı tahkimatlar peşinde olduklarıdır; bir manası bu olabilir. 1914 yılında I. Cihan Harbi patlak vermiştir, I. Cihan Harbi dört sene sürmüş ve 1918’de bitmiş, sona ermiştir ama birçok şeyi de tüketerek bitmiştir.
1918 ‘de I. Cihan Harbi sona erdiği zaman bu yaşadığımız topraklarda can ve mal emniyeti bakımından en kötü, en belâlı, en netameli, en tehlikeli yer Türk bayrağının altıydı. Herkes canını ve malını kurtarmak ve kendini daha rahat bir pozisyonda hissetmek için başta Amerikan bayrağı olmak üzere sırasıyla İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan bayraklarının altına giriyordu. Evet, 1918’de durum böyle idi. Herkes Türk bayrağının dışında bir yerde selamet arıyordu, hangi etnisiteye mensup olursa olsun... Ama Maraşlılar bir şeyi başlattılar. Bu başlattıkları şeye göre, en emniyetli yer Türk bayrağının altı olacaktı. Onun için onlar 12 Şubat 1920’de Türk bayrağının altının Türkiye’de en emniyetli yer olduğunu bütün dünyaya gösterdiler. Türkiye’yi tavattun etmenin bayrağını Urfalılar derhal devraldı. Urfalılar gâvuru Urfa, yani Türkiye sınırlarından def ederken -aralarındaki anlaşma gereği Fransızların sükûnet içinde çekilmeleri ön görüldüğü halde- Fransız-Ermeni askerî ittifakının Türk topraklarından geri çekilişi sırasında -havaya da olsa ateş ederek- onlara şerefli bir çekiliş bahşetmediler. Yani Urfalılar, Ermeni-Fransız askeri ittifakı bu topraklardan geri çekilirken, “Biz attık sizi, sizi atan biziz; siz kendiliğinizden gitmiyorsunuz!’’ işaretini vermek suretiyle kovdular onları. Onlar çekilirken peşlerinden gittiler. Yoksa gitmeselerdi de çekiliyorlardı zaten anlaşma gereği… Ama Urfalılar onlara şerefli bir çekilme hakkı tanımadı. Çünkü -dediğim gibi- düzeni tersine çevirdi. Önce Maraşlılar, akabinde Urfalılar... Düzen nasıl tersine çevrildi? Türk bayrağının altı “en kötü yer” iken “en iyi yer” oldu. Bunu Urfalılar yaptı. Bu söylediğim, işin dünya tarihine ilişkin kısmını açıklayan tarafıdır; ama dünya tarihinden ayrı olarak Türk tarihini ilgilendiren bir kısmı da var bunun. Dünya tarihi dediğimiz zaman günümüzde hükümranlık sahibi olanların tercih ettiği muayyeniyeti anlıyoruz. Türk tarihi ise Türk hükümranlığının tarihidir. Bu tarihin bize öğrettiği, Türk istiklâlinin, İngiliz-Alman rekabetinin ötesinde bir şey olduğudur. Türk istiklâli hak edilmiş bir kazançtır ve sadece Türklerin kazancıdır. İstilâlimizi ne Sovyet rejimi teminat altına aldı, ne de İngiliz-Alman rekabetinin bıraktığı boşluğu lehimize kullandık. İşimizi kuzeyimizde Sovyet düzeninin devreye girmesi ve cihan harbine sebebiyet veren İngiliz-Alman rekabeti kolaylaştırmadı değil; ama istiklâl harbimiz bu topraklarda bir milletin ve sadece "bir millet"in yaşadığını cihana gösterdi. İstiklâl Harbi, biz Türklerin İngiliz-Alman rekabeti dolayısıyla bize hayat hakkı tanıması gibi bir ezikliğe müracaat etmeyişimizin bir nişanesidir. Urfalılar bu toprakları tavattun ederken “hayat hakkı” dilenmedi. Allah’ın onlara hayat hakkı bahşettiği hakikatini kâfirlerin gözüne soktu. Böylece biz, hâkim unsurlar arasında asırlarca sürmüş olan, Roma İmparatorluğu’ndan beri devam etmekte olan bir anlaşmanın tesis ettiği mekanizmayı alabora ettik. Neydi bu mekanizma? Temiz hayatların, hayatları temiz olmayanlarca baskı alınması mekanizmasıydı. Binlerce yıl öncesinden insanların çoğunluğunu, temiz hayatların ancak bazı pisliklerin hükümranlığına rıza gösterilme şartı altında korunabildiğine inandırmışlardı. "Dinsizin hakkından imansız gelir" diyorlardı. İşte bu inandırıcılar, kendi temiz hayatlarına sahip çıkan bizden korktukları için 23 Nisan 1920’de Ankara’da Meclis’i açtılar. Yani ellerini çabuk tuttular; 12 Şubat’ta Maraş kurtulmuştu, 11 Nisan’da Urfa kurtulmuştu. Eğer bu temiz kişilerin işleri ve işledikleri ileri gidecek olursa dünyada hâkim zümreler arasındaki pazarlığın kıymeti kalmayacaktı. Onun için, pazarlığı, uzlaşmayı, beynelmilel irtibatların hasıl ettiği suç ortaklığını kıymete bindirmek üzere Ankara’da Meclis açıldı ve sonra tabii ki o Meclis yerini İkinci Meclis’e bıraktı vs. şu oldu, bu oldu, falan filan. Burası İstiklal Marşı Derneği yani şehit oğullarının derneği... Sakarya Meydan Muharebesi’nde dokuz alay komutanımız şehit oldu, alay komutanıydı, rütbesiz nefer değildi bunlar ve şehit oldular. Bu demektir ki, daha sonra kendi şehadetlerinin temin ettiği zaferin sonunda alınan kararlara katılmaları bahis konusu değildi. Acaba bunlar Cumhuriyet’in ilânı ile beraber olan biten şeylere, oldu bitttiye getirilen şeylere “evet” diyecekler miydi? Acaba sadece şehit alay komutanlarının değil, rütbe-nişan sahibi olmayan basit neferlerin de fikrine müracaat etmek aklın bir köşesinde yer tutuyor mu idi? Ne diyor İstiklâl Marşı?
“Sen şehit oğlusun incitme yazıktır atanı,
Verme dünyaları alsan da bu cennet vatanı’’
Yani sen şehit oğlusun; onlar ne için öldülerse ona sahip çıkmak zorundasın. Babanın seni dünyaya getirmesine vesile oluşuna karşı savaşamazsın. Sen Şehit oğlusun. Baban ne için şehit olduysa ona ve sadece ona hizmet etmek zorundasın. Vatana hizmet şehit oğulları üzerine farzdır. Neden Türkler vatanlarına hizmetle mükelleftir? Ve niçin Türk için vatanın vatanlığı bir şahsiyet meselesidir? Türkiye’de milliyetçilik, neden dünyanın başka yerlerindeki milliyetçiliklerden farklıdır? “Ben her çeşit milliyetçiliğin karşısındayım” diyen kimse niçin ahmakça bir söz etmiş olur? Bu sorulara cevap arayan bilmelidir ki dünyada bir hükümranlık var. Bir dünya hükümranlığı, bir dünyevi hükümranlık... Ama bu, ruhumuzu da bedenimizi de ezen, zihinlerden Allah’ın hâkimiyeti kavramını yok etmek isteyen, Allah’ın hâkimiyeti kavramını zihin işleyişi içinde saptırdığı nispette zulmü artan bir hükümranlık. Biz bu memleketin çocukları olarak XIII. asırdan itibaren dünyaya bir nizam getirdik. Allah’ın hâkimiyetini tanımayanların itibarsız kalmaya mahkûm olduklarını göstermek üzere nizam getirdik. Bunu XIII. asırda, Âdem aleyhisselâmdan beri devam edegelen dinin tefrik edilmesi suretiyle yaptık. Biz daha iyisi bu topraklarda geçmişte hiç yapılmamış bir iş yaptık. Allah’ın hâkimiyetini hiçe sayan ya da yalanlayanların itibardan düşürülmesini sağlayan bir işti bizim yaptığımız. Bu, yaşadığımız toprakların dâru’l-İslâm haline gelmesi demekti. Evet, “Kendini bilen Rabb’ini bilir.” Şimdi burada Hz.İbrahim’den dolayı Hıristiyan ve Yahudilerle fingirdeşme toplantıları yapıldığını görüyorum. Evet, orada gördüm, kapısına yazmışlar: “Halil İbrahim Buluşmaları”
Yahudi için kendini bilmek, doğrudan doğruya Yehova’nın sulbünden geldiğini bilmekten ibarettir, Yahudi kendini böyle bilir. Yani onun için seçilmiş toplumdur onlar. Alman şairi Heinrich Heine Yahudi’ydi, yirmi altı yaşında Protestan oldu. Vaftiz olur olmaz şöyle dedi: “Avrupa medeniyetine bir pasaport aldım.” Kendimi ciddiye aldırmak için Protestan olmak zorundaydım, demeye gelir bu. Daha sonra bu Protestan olmuş Heinrich Heine şöyle dedi: “Bir Yahudi’nin Hıristiyan olması ne gülünç; yani Yahudilerden sadece birinin tanrı olduğuna inanmak..." Dolayısıyla bir Yahudi için kendini bilmek tanrı olduğunu bilmektir. Yani bir Yahudi hiçbir zaman kendini bildiği için Rabb’ini bilmez, kendini bilmek ona yeter; çünkü kendi kendinin rabbidir ve modern bilim, modern felsefe, modern ne halt ise hepsi değişik kılıklara bürünmüş olarak karşımıza böyle çıkıyor: “Benden başkası yok.”
Hıristiyan’ın kendisini bilmesine imkân yoktur. Çünkü onlar derler ki: “Biz, insanın tanrılaşması/tanrılaşabilmesi için insan olan Tanrı’nın çocuklarıyız.” Ve normal olarak komünyon ayininde bu sözü teyid ederler. Bildiğiniz gibi, güya son yemekte İsa ekmeği göstererek, “bu tenimdir, yiyin” şarabı göstererek, “bu kanımdır, için” dediği için komünyon ayinlerinde ekmek yer ve şarap içer Hıristiyanlar. Bazı kiliselerde Papaz hepsinin ağzına birer tane tıkıştırır. Böylece Tanrı’nın etini ve Tanrı’nın kanını içlerine alarak hepsi gene sahiplerine kavuşmuş olurlar. Yani bu saçmalıklarla dinlerini inkâr ederek diyalog kurmaya çalışıyorlar insanlar ve tabii ki eğer “Müslüman’ım” diyorlarsa. Çünkü ayet-i kerime gayet sarih: “Allah katında din İslam’dır.” Onlar belki ancak İslam’ın inhiraf etmiş şubeleri olarak bizimle konuşabilirler. Nitekim biz bu toprakları dâru’l-İslam kıldıktan sonra -doğrusu şu ki,- onlara “din” dayattık; yani ne onların Hıristiyanlığını ve ne de Yahudiliğini tanıdık. Ne yaptık da tanımadık? Yahudilere dedik ki: “Siz Musa (a.s.)’ın ümmetisiniz, Musevî’siniz.” dedik. Hâlbuki Yahudilikte böyle bir şey yok. Bir Yahudi kadını (Vivet Kanetti) bana dedi ki: “Bize niçin Musevî diyorsunuz? Musa bizim için İbrahim gibi birisidir. Yani Musevî olarak adlandırılacak kadar Musa’ya bağlı değiliz. Bizim asıl adımız Yahudi’dir.” Bunu Vivet Kanetti söyledi bana. Biz XIII. asırda diğerlerine dönüp dedik ki: “Siz İsa (a.s.)’ın ümmetisiniz.” Hâlbuki Hıristiyanlar ve de Hıristiyanlığın hiçbir mezhebi İsa’yı hiçbir zaman ve hiçbir şekilde “peygamber” olarak kabul etmediler. Ve Âdem (a.s.)’dan beri gelen İslâm, İsa (a.s.)’ın zamanında da bilindiği için İsa (a.s.)’a tabi olan insanların bir kısmı onu peygamber kabul ediyordu. Hâlbuki Pavlus gibi Yahudilerin İsa aleyhisselâmın tebliğini bulanıklaştırması sebebiyle ve tabii ki Yunan politeizminin tesiriyle bunlar böyle bize göre anlaşılmaz, kendilerine göre çok iyi anlaşılır bir din ürettiler ve buna “Hıristiyanlık” dediler. Ama bu arada gerçekten Allah’ın dinine sahip olan Müslümanlar da vardı ve Resulullah (S.A.V.)’in risaletinden önceki bu Müslümanlar -çünkü miladi takvime göre IV. asırdan bahsediyoruz- onların bu tuhaflıklarına katılmadılar. Yani Hıristiyanlar kendi aralarında İsa’nın “ne kadar” Tanrı olduğunu tartışıyorlardı. Bazıları diyordu ki: “Tamamen Tanrı'dır.” Bazıları, “Hem Tanrı'dır hem insandır.” diyordu. Bir kısmı da şöyle diyorlardı: “Aslında Tanrı değildir; ama Tanrı’nın hakikaten oğludur. Tanrı yukarıda kalmıştır, o aşağı inmiştir. Sonra Tanrı onu tekrar yukarı geri çekti...” Böyle şeyleri münakaşa ediyorlardı. Ama Mısırlı bir piskopos olan Arius’a -ki, kilise içinde belli bir yeri ve ağırlığı olan bir adamdı- “İsa kimdir?” diye sorduklarında, “senin-benim gibi bir adam” dedi. Yani İsa’nın Allah’ın peygamberi olduğunu söylüyordu. İsa (a.s.) için, “senin-benim gibi bir adam” derken tıpkı hadis-i şerifte söylenen, “Ben de sizin gibi bir beşerim” sözünü izaha elverişli bir şey söylüyordu. Bundan dolayı tabii ki Arius’un tesiri çok kolayca yayıldı ve öbürleri –azıp sapmışlar- biraz zor durumda kaldılar. Onun için, bugün İstanbul dediğimiz bu şehri Hıristiyanlığın başşehri haline getiren Konstantin, İznik’te bir konsil topladı. Bize bunu lise ders kitaplarında “dört İncil’in kabul edildiği konsil” diye öğretirler. Aslında o konsilin baş amacı, İsa’yı Allah’ın bir kulu olarak kabul eden Arianizm’i zındıklık olarak ilân etmek ve dolayısıyla saf dışı etmekti. Bunların Hıristiyan sayılamayacağını o İznik Konsili’nde kararlaştırdılar. Tabii bu arada o dört İncil meselesi de aradan çıkarıldı. Yoksa asıl maksat Arius’un artık Kilise’ye mensup olmadığını ve onun fikirlerine inananların “heretik/zındık” sayılacağını göstermek ve ilân etmekti. Bu işler bu şekilde cereyan etti. Dolayısıyla, sahip olduğu itikad bakımından fakir fukara takımı sayabileceğimiz bu insanlarla diyaloga girmek, ancak onlardan biri olduğunu saklamak manasına gelebilir.
Evet, biz Urfa’yı büyütüp Türkiye yaptık. Ama bunun adına “Türkiye Cumhuriyeti” dedik; çünkü Lozan akabinde Saltanat hükümsüz bırakıldı. Burada da birçok numara dönüyor, biliyorsunuz. Yani mektep kitaplarında insanlara İstiklâl Harbi’nin aynı zamanda İstanbul’daki Padişah’a karşı yapıldığı yalanı yutturulur ve bütün hocalar da -bu yalandan haberleri olmadığı için- çocuklara bunu öğretirler. Hâlbuki seksenli yıllarda net olarak gördük: Bir İsmet İnönü müzesi açıldı ve o müze açıldığında İkinci İnönü Zaferi sonrasında İsmet İnönü’ye Saray’dan gönderilmiş madalya da sergilendi. Anlatabiliyor muyum? Yani bugün hâlâ merak edenler gidip onu görebilirler orada. Yani böyle şeylerle bizi birçok bakımdan uyuttular, hâlâ uyutmaktalar. Hâlâ biz, -sanki matah bir şey söylüyormuş gibi- gâvurların yalanlarını müdafaa ederiz.
Biz neden birbirimizle konuşuyoruz? Biz eğer Müslüman isek ya “hak” söylememiz veya susmamız gerekiyor. Biz birbirimizle sadece “doğru” olanı nakletmek üzere konuşabiliriz. Bizim birbirimize yalan söylememiz demek, dinden çıkmamız demektir. Yalan bir Müslüman’ı dininden çıkarır. Bizim dilimizde “deyim” sayabileceğimiz bir ifade vardır, şöyle denilir: “İki kişi dinden olursa bir kişi candan olur.” Bunun manası şudur: Eğer iki kişi yalancı şahitlik ederse bir adamı astırabilirler. İki kişi dinden olursa bir kişi candan olur. Çünkü Müslüman’ın yalan söylemesi fıkhen imkânsız addedilir. İnsan, hilâfı hakikat olan bir şeyi ancak kendi algılama mekanizması bozuk olduğu için söyleyebilir; çünkü onu öyle görmüş, bozuk aklı ona onu öyle göstermiştir. Adamdaki algılama bozukluğu “yalan”a sebep olmaktadır. Bu halin dışında biz Müslümanlar birbirimizle ancak “hak” üzere konuşabiliriz. İnsanlar kendilerini bilmek için bünyelerine kazandırılmış İslâmî duygularını yoklamak zorundalar ama bu, biyoloji okumakla elde edilebilecek bir şey değil, psikoloji okuyarak da elde edemezsiniz. Yani kendinizi bilmeniz, kendiniz hakkında bir yerlerden bilgiler edinmenizle mümkün değildir. Kendinizi ancak, “Allah’ın size bildirdiğini kabul ederek” bilebilirsiniz. Yani bu kabulden duyduğunuz memnuniyetle... Bu memnuniyetten mahrum iseniz, kendinizi asla bilemezsiniz ve bilmediğiniz için de acı çekersiniz. Fiziki acı çekersiniz; çünkü bir yerlerinizin ağrıdığını sanırsınız. Hâlbuki Allah’ın bize verdiği her şey bizim hayrımızadır, giderek bir imkândır. Yani biz hasta olduğumuz zaman da, bir yerimize bir sıkıntı, bir dert musallat olduğu zaman da Allah ile irtibatımızın sıkılaşması gibi bir avantaja hazırdan konarız. Onun için hastalığın başlangıcında “Şifayı kaptık.” deriz. Yani “Allah’tan bize gelecek olan şeye hazırdan konduk.” demektir bu. Ama şimdiki insanlar kolayca konuştukları dilleri argo haline getiriyorlar ve bu diller kaynağından tamamen bağımsız bir şekilde tekellüm ediliyor.
“Kendini Bilen Rabb’ini Bilir” meselesinde iki şey söyleyeceğimi başında söyledim. Bunların ne olduğunu da söyledim. Bir, biz burada Urfalılardan nasıl olup da Türkiye’nin bir çıkış yolu bulması bahis konusu olduğunda her yerden önce neden Urfa’nın buna talip olduğunu öğrenmek istiyoruz. Sırf bu sebepten “Urfalılara akıl vermeye değil Urfalılardan akıl almaya geldim.” dedim. Urfa vilâyeti Türkiye’nin düze çıkması için daha Cumhuriyet ilan edilmeden işini üzerine aldı. Mesela Türkiye’nin düze çıkması için gösterilen çıkış yolunda bayrağı hemencecik Maraşlılardan devraldı. Yani Urfa'da böyle bir akıl var. Buralar, Türkiye eğer bir çıkış yolu arıyorsa bu çıkış yolu istikametindeki teklifleri ilk fark eden yer olma özelliğini taşır. Onun için bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak Urfa'da şube açmamız dünya tarihi itibariyle bir farkın yaşanması demektir. Çünkü Türkiye eğer kendi çıkış yolunu bulabilirse bu, dünyanın yerkürenin tamamının bugün uğradığı tahakküm belasından kurtulmasının da ilk işareti olacaktır.
Dünya bugün büyük bir tahakküm belası altındadır ve bunun yeni adlarından biri de globalizmdir. Akılda tutmak elzemdir ki, Hz. Âdem’in oğullarından bazısı tahakküm belâsını dünyanın başından hiç eksik etmemiştir. Oğullar arasından salih olanları da tahakküme rıza göstermeme direncine hep sahip çıkmışlardır. Allah’ın rahmeti, gazabını aştığı için peygamberler, nebiler, resuller bize tahakküm karşısında hangi tavrı takınacağımızı öğretti. Globalizm ne yaptı? Globalizm süper güçler yutturmacasına kendi aklınca bir son verdi. Yani bu şu demek: Globalizm ile birlikte yerkürenin her yerinde aynı şey, aynı işleyiş söz konusudur. Nedir o aynı işleyiş? Buna biz “kula kulluk” diyoruz. Globalizm kula kulluğun yerkürenin her noktasında geçerli olduğunun tasdikidir. 1965 yılında, 27 Mayıs 1960 İhtilâli'nden sonra yapılan ilk serbest genel seçimde (1961’deki seçim 1946’yı andırıyordu) Türkiye İşçi Partisi “Kula Kulluk Yetsin Artık!” sloganını kullandı. Dediğim gibi, yıl 1965... Ve Türkiye İşçi Partisi’nin Türkiye sathının tümünden çıkardığı on altı milletvekilinin biri Urfa’dan çıkardığı milletvekiliydi. “Millî bakiye” Urfa’ya söz hakkı tanıdı. Biliyoruz ki, “Acaba Türkiye tahakküm tezgâhından çıkışın bir yolunu bulacak mı?” sorusu sorulduğunda, bu soruya Urfa her zaman, “Eğer bulacaksa, bulabilecekse, bu işte ben varım...” şeklinde cevap vermiştir. Aynı şekilde Türkiye’ye mahsus İslâmî çözüm tekliflerine de Urfa her zaman “Ben varım...” şeklinde cevap vermiştir. Bunu, hep genel siyasetin dokusundan farklı bir şekilde yapmıştır. Onun için bugün hâlâ Türkiye’nin merkezi yönetimi Urfa’dan gıcık kapar. Çünkü Urfa “millet inisiyatifi” dediğimiz yerin beşiğidir. Bütün bunları, size yağ çekmek için, bir şekilde size şirin görünmek için söylemediğimi bilesiniz. Benim bilhassa dikkat çekmek istediğim birkaç husus var. Urfa’nın kimliğini izhar etme bahsinde bir çarpıtma bahis konusu olduğunu biliyorum ve elbette bu çarpıtmanın tesirini azaltabilirim ümidi içindeyim.
İkinci husus, Türkiye’nin “Urfa’nın büyütülmüş hali” olduğu hususudur. Türkiye dediğimiz yer XIII. asırda vatan olmuştur. Ve Türkiye adı ilk kez Haçlı Seferleri sırasında Tarsus Irmağı’nı geçerken boğulan Alman İmparatoru Friedrich Barbarossa tarafından zikredilmiştir. O da herhalde bu topraklarda Bizanslılardan çok, Ermenilerden çok Türklerin hâkimiyetini gördüğünden ve kendilerine göre Müslümanlara Türk demek şart olduğu için buraya Türkiye (Die Türkei) adını vermiştir. Yani aslında Türkiye ismi de Türk ismi de bu çağdan itibaren bize gâvurlar tarafından yakıştırılmış isimlerdir. Daha sonra Venedikliler “Turchia” dediler bu topraklara. Deniz ticaretinin bir uzantısı olarak bu topraklardan para kazanıyorlardı o zaman. Yani ticaret kapitalizminin temellerini atıyorlardı. Çok daha sonra bizim Fransızca yoluyla alafrangalaşmamız bu adlandırma işinde katalizör vazifesi gördü. Fransızcadaki “La Turquie” sözü bize “Türkiye” olarak yapıştı kaldı. Ama bir dönem İstanbullular, Türkiye de demezlerdi; “Türkiya” derlerdi, tıpkı “İtalya” der gibi. Çünkü İtalya, Romanya filan diyoruz ya, tıpkı onun gibi “Türkiya” demek onların ağzına daha uygun geliyordu, kolay geliyordu. Ama mesele bizim dünyada -haklı olanın hakkının ziyan olmadığı- bir nizam tesis ederek kendimize bir vatan yakıştırmamızdır. Yani şimdi, ben bunu her zaman söylüyorum. Bu hakikati kitaba bulaşmış, kitap okumuş, kitap yazmış hiçbir insan inkâr edemez. Bu yaşadığımız topraklar antik çağdan, arkaik çağdan bu yana binlerce yıl birilerinin hâkimiyeti altına girmiş. Hititler, Lidyalılar, Romalılar vs. hepsi gelmişler, bu topraklara hâkim olmuşlar. Hatta Sezar’ın “Veni, vidi, vici” (“Geldim, gördüm, yendim”) sözü bugün Tokat’ın Zile adını verdiğimiz yerinde söylenmiştir. Roma’dan kalkıp “gelmiş, görmüş, yenmiş” ve bunları söylemiş. Peki, ben bunları niye zikrediyorum? Şunu gözünüze, kulağınıza sokmak için: Yani buralar tarih boyunca çeşitli güçlerin hâkimiyet alanları oldu; fakat buralar tarihte sadece Türklerin vatanı oldu. Şimdi diyeceksiniz ki, bu topraklara Türkler gelmeden önce burada kimler yaşıyordu? Mesela bulunduğumuz yer olarak denilebilir ki, Ermeniler ve Kürtler yaşıyordu; Türkler yoktu. Şimdi eğer bu böyle ise tabii, -hem Ermeniler hem Kürtler- bunu açıkça söylüyorlar zaten: “Siz buraya sonradan geldiniz, geldiğiniz gibi gidin.” Tamam, güzel... Yani hani madem öyle, işte böyle... Fakat bu bahsin bilerek atlanılan bölümü şudur: Ermenilere de Kürtlere de vatanlık hissini kazandıran bu toprakların dâru’l-İslam oluşudur. Eğer Türkler Bizans hakimiyetine son vermiş olmasalardı, hiç kimsede “vatan” hissi doğmayacaktı. Ne demek bu? Şu demek: Bir kavme müteallik irtibatımız ne olursa olsun, bu topraklarda yaşayan bizler, Müslümanların bu topraklara hâkimiyeti sebebi ile burayı vatan biliyor, böylece kendi memleketimizde yaşıyoruz. Bu hissiyetı ve bu fikriyatı Türkiye’nin doğması, bu toprakların dâru’l-İslam olması temin etmiştir. Yunanistan 1826 yılında bağımsızlığını ilan ettiği zaman Ermeniler Osmanlı otoritelerine dönüp şunu söylediler: “Biz onların yaptığını yapmayacağız; biz tebaa-i sâdıkayız. Yani biz Osmanlı idaresinin sadık tebaasıyız." Birçokları yanılır bu konuda; sanır ki, bu sözü Osmanlılar söyledi ve Ermenileri taltif etti: “Siz, tebaa-i sâdıkasınız.” dedi. Hayır, öyle değil; bilakis Ermeniler kendileri Osmanlı idaresine dediler: “Biz tebaa-i sâdıkayız; Greklerin yaptıklarını yapmayacağız, bu topraklardan bir kısmını kendimize tahsis etmeyeceğiz.” Nitekim Ermeniler bütün Osmanlı mülküne yayılmışlardı; öyle hiçbir zaman özel olarak “Armenia” diye işaret edilen yerde kalmamışlardır. Her neyse, meselemiz bunlar değil. Yani ben bugün Türkiye’nin haritadan silinmesi için uydurulan bir takım tezlere cevap yetiştirmek mecburiyetinde değilim. Kürtler, Ermeniler veya Yunanlılar bir takım iddialarda bulunabilirler, beni o ilgilendirmiyor; beni, “dünyada, arz üzerinde Allah’a kulluk etmenin yasaklanmadığı bir toprak parçası” ilgilendiriyor, anlatabildim mi? Beni sadece Allah’a kulluk etmenin yasaklanmadığı bir toprak parçası ilgilendiriyor. Bu toprak parçasını biz Maraşlıların, Urfalıların, Anteplilerin öncülüğü ile temin ettik. Vatan topraklarımız olarak Mekke ve Medine’yi terk etmek zorunda kaldık; fakat buraları terk etmeyeceğimizi dünyaya alenen gösterdik. Yani Allah’a kulluğun yasaklanmadığı bir yer, bu yer bize bilhassa kalacak diye direttik.
Şimdi bu işler böyle oldu ama başkaları bir takım başka hevesler peşindeydiler. İttihatçıların tedarikinden, Siyonistlerin tertiplerinden bahis açmak hiç zor değil. Onlar bir şeyler, bir çok şey yaptılar da buradan Türkiye Cumhuriyeti doğdu, sanabilirsiniz. Ama hepiniz biliyorsunuz ki, Allah bu dine kâfirler eliyle de hizmet ettirir. Onlar hiçbir şey yapmadı dediğimiz yok. Biz Müslümanlar Rabb'imizin rahmetinin onun gazabını geride bıraktığına bir kez daha şahit olduk. Bu uğurda şehit olduk. Allah salih kullarının duasını kabul etti. Bizim yönümüzü kıbleye çevirebilmemiz için ayaklarımızı basacağımız bir vatanımızın olması gerekiyordu. Çünkü hepiniz biliyorsunuz, insanlar oturdukları yerden uzaklaştıkları zaman namazlarını seferi kılarlar. Bu ne demektir? Bu demektir ki, üzerine farz olan bir işi, bir mükellefiyeti bile ancak vatanında hakkıyla yerine getirebilirsin. Onun için bizim bu 780.000 kilometrekarelik toprağımız kulluğumuzu dünyevi otoritenin yasaklayamadığı bir alan olarak elimize geçmiştir. Sonra neler olmuştur? Onlar ayrıca konuşulabilinir. Ama bugün, dönüp dolaşıp aynı yere geldik. Nereye geldik? Türkiye’nin haritadan silindiği, Türk bayrağının güvenlik ve haysiyet nişanesi olarak geçerli olmadığı, olmamasının temin edildiği bir noktaya geldik. Bugün mesela Türk bayrağı, kendini bilmez (zaten ancak kendini bilen Rabb’ini bilir) ve kendine ulusalcı adını yakıştıran ya da hasımları tarafından kendilerine bu ismin verildiği bir takım insanlar sanki Türk bayrağının sorumlusuymuş gibi bir hava yaratılıyor. Onların böyle bir iltifata uğramaları yine dünya düzeninin cilvelerinden birisi. Biz atın önünden eti, itin önünden otu alıp yerlerini değiştirmeyeceğiz. Çünkü Türkiye’de atın önünde et, itin önünde ot var, tamam... Ve herkes bundan şikâyet ediyor. Ne yapalım? Bırakalım at, eti yesin it de otu yesin. Şimdi, böyle değil... At önüne koyduğunuz eti yemez, at öyle bir hayvandır. Fakat it çok mecbur kalırsa otu yer. Onun için biz bu değiştirmeyi yapmakla vazifeli değiliz, İstiklal Marşı Derneği olarak. Biz, atın hayatımızda yeniden bir yer kaplaması için bir şeyler yapacağız. İtlerle uğraşacak mıyız? Namık Kemal’in şiirinde şöyle bir mısra vardır: “Köpektir zevk alan sayyad-ı bî insafa hizmetten...” Şimdi, bu sayyad-ı bî insafa hizmet eden itler, itlikte ısrar edip etmemekte serbesttirler. Bizim farkına varmamız gereken şey, haysiyeti olmayan beşerin insan seviyesine çıkamayacağıdır. Hepimiz beşeriz ama aramızdan bazıları insan olur ve sadece insanlar ölür, sadece insanlar ölebilir; diğerleri telef olur. Yani beşer olarak yaşar ama insanlığa yükselemediyse onun ölümü, yazıklanacağımız bir şeyden ibarettir. İnsan bazen kurumuş otlar ya da trafikte çiğnenmiş bir kedi gördüğü zaman da canı sıkılıyor. İşte, bazı insanların ölümü de "o kadar" can sıkıcıdır. Ama bazıları ölmeyi bildikleri için yani insanlık seviyesini yakaladıkları için bizim hayatımızı zenginleştirirler. Yani biz onların ölümleri sebebiyle daha vakur olmayı başarabiliriz. Onlar ölmek suretiyle zalimlerin zulümden kârlı çıkamayacakları, zalimlerin zulümden istifade edemeyecekleri bir bahçe kurarlar. Onların ölmüş olmaları -bunların içine belki biz de dâhil olabiliriz- yani insan olmayı başarmış kişilerin, ölmeyi de başarmış olmaları geride kalanların zalimlere karşı direnmelerinde bir kozdur, bir silahtır, bir güçtür. Tabii ki bu böyledir diye, biz durup dururken ölmek heveslisi değiliz; zaten bir Müslüman -eğer bu can pazarıysa- öldürebildiği kadar kâfiri öldürmeden ölmez. Yani biz öyle kendimizi feda edelim falan filan diye cihad etmeyiz. Bizim cihad etmekteki esas gayemiz kâfirlerin gücünü asgarîye indirmektir. Evet, bitirirken şunları ilave edeyim. Biz bugün, -biz derken bütün insanları, Türkiye’de ve Türkiye’nin dışında bulunan bütün insanları kastediyorum- hepimiz II. Dünya Savaşı’nın sonu dolayısıyla dünyaya dayatılan düzenin bela yağmuru altındayız. II. Dünya Savaşı bittiğinde Alman düşünür Enrst Jünger şunu söyledi: “Almanlar savaşı kaybettikleri zaman bütün milletler savaşı kaybetti.” Ben de bu söz üzerine şunu ilave ediyorum: “Bütün milletler savaşı kaybetti; fakat irili ufaklı bütün şirketler kazandı.”
Şimdi, Alman düşünürün söylediği şey bizi ilgilendiriyor mu? Evet; ama tersinden ilgilendiriyor. O düşünürün vardığı hüküm Türkleri kapsamamaktadır. Çünkü Türkler I. Cihan Harbi’nin sonunda tarihten silinme tehlikesiyle yüz yüze geldiler ve bu tehlikeyi İstiklâl Marşı ile bertaraf ettiler. Yani Türkler dünyadaki milletlerden herhangi bir millet değildir. Almanların savaşı kaybetmesiyle kayba uğrayan milletlerler arasında Türk milleti yoktur. Neden? Çünkü Türk milleti onlardan kendini milâdi XIII. asırda Yunus Emre ile ayırmıştır. Yunus Emre ile kendine gelen Türk milleti I. Cihan Harbi sonunda yani 1918 yılında tarihten silinme tehlikesi ile yüz yüze geldi. I. Cihan Harbi sonunda yani 1918 yılında tarihten silinme tehlikesi ile yüz yüze gelen ne Grekler ne Bulgarlar ne Arnavutlar ne Çerkezler ne Gürcüler ne Kürtler ne de Ermenilerdi; I. Cihan Harbi sonunda tarihten silinme tehlikesi ile yüz yüze gelen Türklerdi, Türk milletiydi. Ve işte bu Türkler bu tehlikeyi atlatmak üzere 12 Şubat 1920’de Maraş’ta harekete geçtiler. 11 Nisan 1920’de Urfa’da bunu pekiştirdiler ve bir sene sonra 25 Aralık 1921’de de bunu dünyaya kabul ettirdiler.
Bizim, adı önünde sıfat olan üç vilayetimiz var: Gaziantep, Şanlıurfa ve Kahramanmaraş. Bu bizim milletliğimizin ilk adımıdır. Bu ülkede “bir” millet yaşıyor diyorsak, bu üç vilayet sebebiyledir. Bu adı önüne sıfat konulan vilayetlerden birincisi Antep idi. Cumhuriyet'in başlarında ona “Gazi” sıfatı ilave edildi ve Gaziantep oldu. 1973 yılında da Maraş, Meclis kararıyla Kahramanmaraş oldu. 1984’te de Urfa, Şanlıurfa oldu ki, bu da aslında manalı bir şey. Neden manalı bir şey? Çünkü 1984 yılı PKK’nın silahlı eyleme başladığı yıldır. Dolayısıyla bu toprakların şahsiyeti konusunda tartışma çıktığında, bu tartışmayı bertaraf etmek üzere bir takım tedbirler alınmıştır.
Biz İstiklâl Marşı Derneği’yiz. İstiklal Marşı 1921’de T.B.M.M. tarafından milli marşımız olarak kabul edildi. 1921 Anayasası’nda İstiklâl Marşı’ndan bahis yoktur, 1924 Anayasası’nda İstiklâl Marşı’ndan bahis yoktur, 1961 Anayasası’nda İstiklâl Marşı’ndan bahis yoktur. Ama 1982 Anayasası’nın 3. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin milli marşının İstiklâl Marşı olduğu yazılıdır. Yani bu ülkede bir şeylerin artık eskisi gibi olmayacağı hâkim zümreler tarafından Türkiye’de sözü geçen insanlara bildirildiğinde, Türkiye’de sözü geçen bu insanlar bir savunma tedbiri almak zorunda kaldılar. Dediğim gibi nasıl ki, 1973’te Maraş’ın adına ilave yapmışlarsa, 1982 Anayasası’nda da İstiklâl Marşı’nı Anayasa’da zikretmek ve sonrasında 1984’te de Urfa’nın adına ilave yapmak gibi tedbirler almak zorunda kaldılar. Biz, İstiklâl Marşı Derneği olarak dünyada hüküm süren şer güçlerinin oyununu bozacağımız iddiasında değiliz. Fakat bir milletin kendine gelmesinde, kendi seviyesini tanımasında bir işe yarayacağımızı ama aynı zamanda en çok işe yarayacağımızı düşünerek yapacağımızı yapıyoruz. Bu bir başlangıç...
Aslında bu salon bu sözleri işitmek üzere bu kadar az kişi ile dolu olmayacaktı; bu, özel olarak tertip edilmiş bir şey. Yani dünyaya hâkim olan güçlerin veya gücün, planlarını hakkıyla yürütebilmek için bizim etki sahamızı eli erdiğince dar tutma çabasının bir sonucu. Ama bu bizim için üzücü bir şey değil. Biz, anlaşılmaya değer şeyi anlamış olan insanların, başkalarının telkinleri ile hareket eden insanlardan çok daha yukarıda olduklarını biliyoruz. Onun için derdimiz İstiklâl Marşı Derneği üyelerinin çok sayıda olması değil; bu seviyeye çıkmış olanların donanımlarını artırmaları. Bu konuda Urfa’nın münbit bir yer olduğuna ben inanıyorum. Ben Urfa’da yaşamadım tabii ki, Urfa hakkındaki her şeyi bilmiyorum. Ama bazı şeyleri biliyorum: Urfa tıpkı Halep, Selanik, İzmir gibi farklı etnisitelerin bir arada bulunmasına rağmen çarşıda pazarda geçerli dilin Türkçe olduğu bir yer oldu yüzyıllar boyunca. Yani Halep’te, Urfa’da, Selanik’te ve İzmir’de milliyet itibariyle çok değişik unsurlar olmasına rağmen çarşıda pazarda geçerli olan dil Türkçe oldu. Bugün hâlâ Türkiye’nin sınırları dışında kalmasına rağmen Halep’te -Arapça konuşmadan- kısmen Türkçe konuşmak suretiyle işlerinizi halletme kolaylığı var. Bir noktaya hususen dikkat edin: Bu saydığım dört şehir (Urfa, Halep, İzmir, Selânik) arasında Urfa’nın Türkçe konuşma bakımından mümtaz bir yeri var; çünkü insanlar ne Selanik’te, ne İzmir’de ve ne de Halep’te çarşıda pazarda Türkçeden başka bir dil kullandıkları zaman küçümseniyordu. Sadece ve sadece Urfa’da insanlar çarşıda pazarda Türkçeden başka bir dil kullanmaya kalktığı zaman istiskal ediliyordu. Yani ya bu insanlar Türkçe konuşmayı beceremedikleri için küçük görülüyorlardı ve yahut zıpırlık yaptıkları için hakarete uğruyorlardı, anlatabiliyor muyum? O günler geçti. 1960 yılına kadar, Urfa’nın 780.000 kilometrekare genişlikte olduğunun isabetli bilindiği güne kadar, bu böyleydi. Gelgelelim bu, Selanik’te böyle değildi, İzmir’de böyle değildi, Halep’te böyle değildi ama bu bilhassa Urfa’da böyleydi; çünkü Urfa’da yaşayan insanlar bir şeyin edebince yapılmasının kıymetini herkesten çok bilirler. Onun için bu şehirde insanların hayatında musiki ciddi bir yer tutar. Bakınız, musiki diğer sanatlardan şu bakımdan ayrılır: Musiki, “davranış dayatan” bir sanat dalıdır ve bir yapıp etme düzeni empoze eder. Yani yüksek kalitede bir musiki terbiyesi almış bir insan hayat düzeninde asla onun altındaki kaliteye tahammül edemez. Musiki sadece eğitmekle kalmaz; aynı zamanda istikamet tayin eder her zaman. O yüzden insanları -davranışlarını anlamlandırmak üzere- musikideki seviyeleri itibariyle tasnif edebiliriz. Yani bu adam diyelim ki, dinlemesini bilmiyor, beceremiyor, dinleyemiyor bile... Çünkü herşeyden önce bu bir kulak meselesidir. Dinlenir ve itaat edilir. Önce dinlemekle başlanır sonra ileri safhalara geçilir. Her neyse, yine çok konuştum. Beni dinlemek sabrını gösterdiğiniz için hepinize teşekkür ederim.
Panelimizde bir “Yeni Kana Yasa” başlığı var, bir de “Yenik Anayasa” başlığı var. Yeni Kana Yasa... Yani yeni bir kan var, bu kana uygun bir yasa isteniyor Türkiye’de.
Etkileyici bir panel dinlediniz; ben şahsen etkilendim konuşmacılardan. Şimdi, ‘‘Bir Çağın Başlangıcı Olarak, Bir Alanın Açılımı Olarak, Bir Biçimin Sunumu olarak İstiklâl Marşı’’ konusunda ben de birkaç söz edeceğim.
Selamün aleyküm.
İnsanlara teşekkür etmeyen Allah’a şükretmezmiş. Konuşmaya hepinize teşekkür ederek başlıyorum. Hepinize teşekkür ediyorum; Allah’a şükredebilmek için.
İsmet ÖZEL: Selamün Aleyküm. Bu toplantı başlangıçta Ankara’da yapılmak üzere tasarlandı. Yani Ankara’da 8 Haziran’da aynı başlıkta bir toplantı yapmak istedik.
Selâmün Aleyküm,
Bize, İstiklâl Marşı Derneği’nin Şanlıurfa şubesini açmayı nasip eden Allah’a hamdolsun. Bu, dünya tarihinde dikkate alınacak bir andır. İki şeyi söylemek için buradayım:
Gökhan Göbel:
Selâmun Aleyküm,
Dördüncü sayısını çıkardık “Sınıf Bilinci”nin, hamdolsun. Genel Saymanımız Oruç Özel bahsetti;
İstiklâl Marşı Derneği’nin 10. panel ve konferans faaliyeti için burada, Bartın’da bulunuyoruz. Gerek konu başlıkları gerekse sıralanışları itibariyle hem İstiklâl Marşı’nın hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin mana ve ehemmiyetini sarahate kavuşturan bu faaliyet dizisinin son halkasının taşıdığı başlık oldukça manidar.
Bugün İstiklâl Marşı güzel söylendi. Her zamankinden daha canlıydı. Ben de zaten bunu dile getirmek üzere geldim buraya. Bugün bir panel tertip ettik.