Gökhan Göbel:
Selâmun aleyküm,
İstiklâl Marşı Derneği'nin tertip etmiş olduğu “Takvim Hicret’le Başlar, Tarih Takvimle Tarih Olur” paneline hepiniz hoş geldiniz. İstiklâl Takvimi'nin 1441 nüshasının, aynı zamanda İstiklâl Marşı Derneği'nin neşrettiği İstiklâl Takvimi’nin dokuzuncu nüshasının neşri münasebetiyle bu paneli tertip ettik. Takvimimizle beraber bir de “Bundan Ahsen Takvim Bulamayacaksınız” isimli bir risale neşrettik. Niçin İstiklâl Takvimi neşrediyoruz? Bugün kullanılan takvim ve onların manasına dair yazılar var o risalede.
Şimdi gelirken aklıma geldi; dün 30 Ağustos'tu, bugün 1 Muharrem. Yani Türkiye'deki şey o; yani dün hiç kimse için Zilhicce’nin son günü değildi. Herkes için 30 Ağustos’tu; bugün 1 Muharrem. Bu tuhaflık en az 200 senedir yaşadığımız bir tuhaflık. Hicri takvimle beraber kullanılmak üzere Osmanlı Devleti yaklaşık 200 sene önce Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonra ilk defa Rumi takvim dediğimiz bizim -aslı Jülyen takvimi olan- bir takvimi resmi olarak kabul etti. Daha önce mali işlerde bu takvimi kullandığı bilinir. Tam ne zaman içişlerinde kullandığı belli olmasa da IV. Mehmet diye bir rivayet vardır ama resmi olarak kabul edişi Tanzimat Fermanı'nın ilanından sonradır. Buna biz Rumi takvim dedik. Çünkü Roma takvimi, Romalıların takvimi… İşte Ağustos diyoruz bir Roma imparatorunun ismi. Yani Temmuz ve Ağustos ayları ikisi üst üste ötekilere benzemez şekilde 31 gün çekiyor. İkisi de birbirinden geri kalmamak kastıyla yani önce Jül Sezar'ın ayı olan Temmuz (Juli, July) 31 gün oldu. Sonra diğer İmparator Augustus kendi ayını da 31 gün tespit ettiği için keyfi bir şekilde bugünkü Hıristiyan takviminde iki ay öyle. Bizim takvimimiz dışındaki bütün takvimlerin başlangıcı olsun tespit edilmesi olsun hepsi keyfidir.
Biz Müslüman olduğumuz için Hicri takvim kullanıyoruz. Yani eğer biz dünyaya ibadet için; kulluk için gönderildi isek, başka bir takvimi kullanma durumumuz yok. Yani bütün ibadetlerimiz Hicri takvime kayıtlıdır. Mesela bugün hiç akla getirilmeyen, -hac, zekât, oruç bunları saymıyorum- ama mesela kadınların ne kadar emzireceği belli ayla sabit Kur’an-ı Kerim'de. Yani eğer bunu bir kadın Hıristiyan takvimine göre hesaplarsa, -çünkü bizim takvimimizle Hıristiyan takvimi arasında 10 veya 11 gün bir fark vardır- haddi aşabilir. Veya nafile oruç tutacak; Rasulullah (s.a.v.) diyor ki: bir ayda 3 gün oruç tutacaksanız; ayın 13’ü, 14’ü, 15’inde tutun. O ay tabii ki bizim ayımız. Yani bizim bütün hayatımız, eğer dünyaya ibadet için gönderildi isek Hicri takvim dışında bir takvime rağbet edişimiz kulluğumuzu inkâr manasına gelir.
Osmanlı Devleti Rumi takvimi resmen kabul etmesine rağmen başlangıcı Hicret olarak saydı. Sonra resmi olarak inkılâplardan sonra bugün yanlış bir şekilde Miladi takvim dediğimiz takvim geldi. Bu Hıristiyani bir adlandırmadır. Çünkü zımnen de olsa Hz. İsa'nın doğumu -bizim için İsa aleyhisselamın doğuşu- ki o tarihler de belli değildir. Yani sadece bizim takvimimize göre 1441 yılındaysak bu 1441 yıl sayılmıştır. Diğerleri hesaplamalara tâbidir. Mesela diyorlar ki Hz. İsa 2019 sene önce doğduğu için işte bugün 2019 yılındayız. Tabii onlar Hz. İsa demiyorlar, tanrılarının tarihe girişi. Ama ellerinde hiçbir senetleri yok. Ve kendi aralarındaki münakaşaları bugüne kadar devam etmiştir. Vatikan bugün mesela aslında 2025, 2026 yılında olabiliriz diyor; Vatikan'ın kendisi söylüyor bunu. Hicri takvimi başlangıç aldı Osmanlı Devleti batılılaşma devrinde dedik. Yani hicreti başlangıç aldı. Çünkü bugün Hz. İsa’nın doğumunu -onların tanrılarının tarihe girişini- başlangıç olarak saymak, yani milat olarak saymak, bu takvimi böyle isimlendirmek; zımnen onların tespit ettiği tarihi milat olarak saymak, Hıristiyanlıktır. Çünkü bu isimlendirme de çok yenidir; çok çok yenidir. Miladi takvim isimlendirmesi kasten yapılmıştır ve Cumhuriyetin ilanından sonra bile Efrencî takvim denirdi bu takvime. Asıl ismi bu takvimin Gregoryen takvimidir. Papa 13. Gregorius’un tertip ettiği bir takvim olduğu için adı da öyledir. Gregoryan takvimidir. Biz ise bu takvime yıllarca Efrencî takvim dedik. Efrencî demek Frengî demek. Frenklere ait demek. Nasıl frengi hastalığı var; o meş’um hastalık Amerika'dan Avrupa'ya, Afrika’ya yayılmış; bizim tabiplerimiz o hastalıkla karşılaşınca Frengî demişler ona, Frenklere ait hastalık. Bu takvimin adı da Frengî takvimdir. Frenklerin kullandığı takvimdir. Cumhuriyetin ilanından sonra bile… Fakat bir Hıristiyanlaştırma alameti sayılması gerekir; buna miladi takvim deniyor yanlış olarak. Kendi takvimlerine göre işte 1582; Papa Gregorius’un 13. Gregorius’un bu takvimi tertip ettiği tarih odur. Bu tuhaflığı yaşıyoruz dedik. Osmanlı önce Rumi takvimi kabul etti hicreti başlangıç sayarak. Cumhuriyetin ilanından sonra inkılâplarla hicri takvim yasaklandı. Yani Osmanlı devrinde sadece Rumi takvim, Hicri takvimin yanında resmen kabul edilmişti ve Rumi takvimin de tarihi hicretten başlıyordu. İnkılâplardan sonra bu takvim -Hicri takvim ve saatimiz, Müslüman saati- yasaklandı. O günden beri Osmanlı devrindeki ikilik üçlük oldu. Yani üçlü bir tuhaflık oldu. Çünkü mali işler için kullanılan Rumi takvim Cumhuriyetin ilanından sonra kullanılmaya devam etti. Bundan 40 sene öncesine kadar Türkiye’de insanlar Kurban Bayramı’nı hicri takvime göre; işte 30 Ağustos’u Gregoryen takvime göre; mali seneyi Rumi takvime göre yaşıyordu. 12 Eylül’den sonradır değiştirilmesi; 1 Mart kabul edilirdi mali sene, mali yılbaşı.
Bizim, işte dün 30 ağustostu, bugün 1 Muharrem. Böyle bir şey yaşamadığımız bir tek Ramazan ayımız var. Yani Ramazan ayı bütün bu olan bitene rağmen bereketli. Biz mesela bu toplantıyı Ramazan ayında yapsak eminim daha etkili olacaktır. Takvim bugün neşrolduğu için bu toplantıyı yapıyoruz. Çünkü Ramazan ayı hangi mevsime gelirse gelsin Hıristiyan takviminin neresinde olursak olalım -yani biz bir tarafında olmuyoruz aslında ama dayatılan ne olursa olsun- hepimiz Ramazan ayında yaşarız. Dün 30 Ağustos’tu bugün 1 Muharrem'di şeklinde yaşamıyoruz. Hâlâ daha Allah'ın bir rahmeti olarak böyle yaşıyoruz. Yani takvimin kendisini elde edemedik zaten; takvim kullanmayı da bilmiyoruz hâlâ dokuz nüsha neşretmemize rağmen. Kendi günümüz, kendi gecemiz, kendi saatimize dair bir bilgimiz de yok. Mesela bu saate göre 24 saatlik bir dilimde yaşıyoruz yani bize dayatılan şey bu. Takvim İnkılâbı ile beraber 24 saatlik bir günde yaşıyoruz. Hâlbuki Müslüman saati 12 saatlik bir dilimdedir ve Müslümanın asıl zamanını beş vakit okunan ezan belirler. Ramazan'daki hayatı düşünürsek imsakten iftara oruç tutuyoruz. Niye? Çünkü Müslümanın günü imsakten iftara kadar olan zaman aralığıdır. Yani güneşin doğuşu ile başlamaz. Gece yarısı 24’te bitmez. Müslümanın günü, oruç diyoruz, oruç روز kelimesinden; Farisi روز kelimesinin dilde değişmesiyle meydana gelmiş bir kelimedir. Günü tutuyoruz. Gün ne Müslüman için? İmsakten iftaradır. İmsak yani güneşin doğuşu değil, şafağın parıltıları, ak iplikle kara ipliğin ayrıldığı zaman. Oradan akşam ezanı okunana kadar… Bizim; Müslümanın günü odur. Bunların risalede tafsilatını okuyabilirsiniz. Bizim Müslüman saatinde akşam ezanı her zaman 12'de okunur. O yüzden mesela perşembe günü biter, cuma akşamı başlar. Bizim gün değişimlerimiz öyle olur. Gün battı gâvur yattı… Müslüman gününü söylemek için söylüyorum bunu; Türkiye'nin birçok yerinde hâlâ hatta bazı köylerin ismi odur: Gün battı gâvur yattı. Adam gâvur, yatsıyı beklemiyor yani. İsmet Bey’in Zor Zamanda Konuşmak kitabında Yalancının Mumu diye bir yazısı vardı. Yine münafıkların yaptığını izah etmişti bunu. O güne kadar hiçbir şekilde öyle anlaşılmamıştı bu söz İsmet Özel yazana kadar. Yalancı mumunu yatsıya kadar tedbir için yakıyor. Çünkü münafık. Yatsı namazını ve sabah namazını kılmamak münafıklık belirtisi olduğu için gâvur gün batınca yatıyor; münafık da mumunu yatsıya kadar yakıyor.
Bir de Hicret'le başlar bizim takvimimiz. Biz de İstiklâl Marşı Derneği’yiz. Hicri takvim neşretmemiz İstiklâl Marşı Derneği olmamızla alakalı. Dokuz sene İstiklâl Marşı Derneği olduğumuz için Hicri takvim neşrettik. Nasıl ki İstiklâl Marşı'nın yazısına sahip çıkmak vazifemizdir; yoksa niye İstiklâl Marşı Derneği’yiz? İstiklâl Marşı da bizim takvimimize; hayatımızı en çok etkileyen Hicrete bağlı bir metindir. Hem zaten hicri takvime göre 1339 senesinde yazılmıştır ve hakikaten İstiklal Marşı Hicret'in 1339. senesinde yazıldı denmek zarureti vardır. Çünkü İstiklâl Marşı'nın başlangıcı Rasulü Ekrem'in Hz. Ebubekir'e söylediği bir sözle başlar ve Hicret'in davasını yüklenerek 41 mısra devam eder ve son mısrada da onu kazır senet olarak: “Hakkıdır Hakk'a tapan milletimin istiklâl”. Yani eğer biz müşriklerle anlaşsaydık hiçbir şekilde hicret etmemize lüzum yoktu. Yani her şeyi teklif ettiler. Sadece onların ki de bir din olarak kabul edeceksin; yani kendini onlardan üstün görmeyeceksin. Adamlar onu istiyordu başka bir şey istemiyordu. Eğer öyle bir şey kabul etseydik hicret vuku bulmazi, Hicret'in 1339. senesinde de İstiklâl Marşı yazılmazdı. İstiklâl Marşı Derneği de dokuz senedir İstiklâl Takvimi neşretmezdi, deyip programı ilan edeyim.
İstiklâl Korosu’nun konseri ile başlayacak. İlk fasıl olacak, İstiklâl Korosu bir fasıl geçecek. Sonra panelimizde konuşmak üzere panelistleri davet edeceğiz. Sonra koronun ikinci faslı olacak. Şimdi İstiklâl Korosu’ndaki arkadaşları sahneye davet ediyoruz.
Gökhan Göbel:
Selâmun aleyküm; selâmun aleyküm tekrar. Şimdi konuşmalarını yapmak üzere İstiklâl Marşı Derneği Genel Saymanı Oruç Özel’i, İstiklâl Marşı Derneği Genel Merkez Yönetim Kurulu üyesi Seyfullah Köksal'ı, İstiklâl Marşı Derneği Konya Şubemiz Başkanı Muammer Parlar’ı kürsüye davet ediyorum.
Oruç Özel:
Selâmun aleyküm,
Hoş geldiniz. Fark ettiyseniz hem biz kürsüye çıkan üç konuşmacı hem de biraz önce İstiklâl Korosu'ndaki arkadaşlar benim de üzerimde giydiğim tişörtü giyiyoruz. Bunun sebebi ise İstiklâl Takvimi'ne, Müslüman takvimine dikkat çekmek, bunun propagandasını yapmak, İstiklâl Marşı Derneği’nin güttüğü bu siyaseti bariz hale getirmek. Açılış konuşmasını İkinci Başkanımız yaptı biz de burada üç kişi takvimle, Müslüman saati ile, Müslüman hayatı ile alakalı bir şeyler size söyleyeceğiz. Bu bizim takvim hakkında her şeyi daha fazla biliyor olmamızla alakalı değil. Biz bir şeyleri daha fazla biliyoruz sizlere de bunu nakletmek gayreti içerisinde değiliz. Müslümanın nasıl yaşaması gerektiği zaten Asr-ı Saadet’te ortaya konmuş bir şeydi. Bizim İstiklâl Marşı Derneği olarak bulduğumuz, keşfettiğimiz bir şey yok. Her şey zaten var idi, o şekilde yaşanıyor idi, biz bunları kaybettik. Kaybetmekle kalmadık, bu Müslüman hayatının yaşanması taraftarı olanlar hem cezalandırıldılar, hem tecrit edildiler ve Müslüman hayatı dünya üzerinde yasaklı hale getirildi. Dolayısıyla başta yazımızı geri almak üzere İstiklâl takvimi ile tebarüz ettirmeye çalışıtığımız Müslüman takvimi, Hicri takvim, Müslüman saati meselesiyle alakalı siyasetimizde sizlerin müttefikimiz olmanızı arzu ediyoruz. Yani bu dokuzuncu takvimimiz. On iki senedir İstiklâl Marşı Derneği var. Takvim münasebeti ile de her sene bir program tertip ediyoruz. Bu programları tertip etmemizin sebeb-i hikmeti bu. Yani Türkiye'de Türküm, Müslümanım diye geçinen insanlar Müslüman hayatından bihaber şeklinde yaşıyor olabilirler. Bu hususta gafil halde olabilirler. Bunu birilerinin raftan indirip İstiklâl Marşı ile birlikte onlara göstermesi, söylemesi gerekiyor idi. İstiklâl Marşı Derneği'nin kurulmasının sebeplerinden bir tanesi de budur. Yani biz Türkiye'nin Türk vatanı olarak kalmasını ve İstiklâl Harbi ile ikinci defa vatan haline getirilmiş bu toprakların mevcudiyetinin sağlanmasını bu Müslüman hayatının tesisi ile elde edeceğiz. Yoksa herhangi bir siyasi bir partinin, mevcut olan bir siyasi bir partinin programları gibi bir şeyle değil. İstiklâl Marşı Derneği kurulduğu zaman yapılan basın açıklamasında o zaman kurucu Genel Başkanı olan şair İsmet Özel’e hâzirundaki basın mensuplarından biri “Siyasi parti kuracak mısınız?” sorusunu sual etti. Aldığı cevap şu şekilde: “Hayır ama bundan korkanlar varsa kendilerini hazırlıklı tutsunlar. Biz şuanda bir siyasi parti kurmayacağız.” Üzerine on iki sene geçti, bir siyasi partimiz yok. Bir siyasi partimizin olmamasının sebepleri de, müsebbipleri de bizleriz. Bizler derken dinleyenler içinde İstiklâl Marşı Derneği üyeleri varsa onlar ve biz, ben, Seyfullah, Muammer Hoca, hepimiziz. Çünkü Türkiye'yi bir şekilde Müslüman hayatının birinci sınıf hayat olduğu hale getirme gayreti içerisinde başarılı olamadık. Gayret etmek de bile başarılı olamadık. Bu sebeple biz sizleri kendimize müttefik saymak istiyoruz. Şimdi neyin müttefiki olacaksınız? Şöyle bir şeyin müttefiki olacaksınız tabii ki. Hz Ömer (r.a.)’dan rivayetle, bir gün otururlarken Rasulü Ekrem'in yanında, bembeyaz kıyafetli, simsiyah saçlı sakallı, üzerinde yolculuk yapmış olmaktan bir iz olmayan bir adam çıkagelir. Dizlerini Rasulü Ekrem’in dizlerine dayar ve sorar: “Bana İslam’dan haber ver” der. Rasulü Ekrem de “Allah'tan başka ilah olmadığına, kendisinin de onun rasulü ve elçisi olduğuna inanmak, namazı dosdoğru kılmayı, zekâtı tastamam vermeyi, orucu tam tutmayı, güç yetirilebiliniyorsa Hacca gitmeyi, gitmektir” der. O da “Doğru söyledin” der. Ömer (r.a.) ve biri geldi hem sual ediyor Rasulü Ekrem’e hem de aldığı cevabı tasdik ediyor diye yanındakiler hayret ederler. Sonra adam tekrar “Bana imandan bahset” der. O da “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, hayrın ve şerrin Allah'tan geldiğine imandır” der. O da “Doğru söyledin” der. Sonra “Bana, ihsan nedir? Onu anlat” der ya da “ihsandan haber ver” der. O da “Allah'ı görüyormuş gibi iman etmektir, sen Onu göremesen de O seni görür” der. Yine “Doğru söyledin” diye tasdik eder. Sonra kıyametin ne zaman kopacağını sorar. “Sual eden sual olunandan daha âlim değildir” diye bir cevap verir Rasulü Ekrem. Adam da “Peki o zaman alametlerini söyle” der. O da “Cariyenin sahibesini doğurması ve çıplak ayak başıkabak fakir çobanların yüksek binalar dikmekte birbirleri ile yarışmasıdır” der. O da “Doğru söyledin” der ve kalkar ve bir müddet sonra gider. Bir müddet hiç bir şey söylemezler. Sonra Rasulü Ekrem dönüp Ömer (r.a.)’a der ki “ O kimdi? Biliyor musun?”. O da “Allah ve Rasulü daha iyi bilendi” diye mukabele eder bu soruya. “O Cibril’di, size dininizi öğretmek için gelmişti” der. Bu çok bildik bir hadis-i şeriftir, herkes bilir bu hadis-i şerifi. İslam’ın beş şartı bu hadis-i şerifle öğrendiğimiz; imanın beş şartı, bu hadisi şeriften öğrendiğimiz şeylerdir.
Şimdi İslam olmak için takvimimize ihtiyacımız, saatimize ihtiyacımız var. Neden? İslam’ın beş şartı var. Eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü anne Muhammeden abduhu ve rasuluh demek. Bu Kelime-i Şehadet ile Rasulü Ekrem “la ilahe illallah davasından vazgeçmediği için hicret etti ve hicret etmesi ile bizim zamanımız, takvimimiz başladı. Yani biz davamızdan dönmeyeceğimizi ve Mekke’ye tekrar gelip fethedeceğimizi söylememiz üzere tarihi başlattık. Dolayısıyla önce “la ilahe illallah” ile başlıyor bizim hayatımız ve zamanımız, takvimimiz, tarihimiz. Dolayısıyla tarihin Hicret’le başlaması meselesinin kısa izahı bu şekildedir. Sonra namaz kılmak. Hepimize çocukluğumuzdan beri öğretilen işte bir öğle saati 12 var, gece 12'de de gün dönüyor. Ama Namaz vakitleri gavurların takvimine ve saatine ait bir şekilde cereyan etmiyor. Biz günümüzü fecrin doğmasıyla ve güneşin batması arasında yaşıyoruz. Bütün hayatımızı aslında namaz vakitlerinin tayin etmesi gerekiyor. Namaz vakitleri şu an modern hayatta araya sıkıştırılmış vaziyette duruyor. Hepimizin hayatı bu şekilde devam ediyor. Çünkü okula gidiyorsunuz, işe gidiyorsunuz, ne yapıyorsanız yapın bunun hiçbiri namaz vakitleri ile alakalı değil. Şayet modern hayatla irtibatınız var ve ona göre onun için de bir şeyler yapmanız lazımsa. Yani namaz vakitleri esas alınarak bir program yapmak, bir hayat tanziminde bulunmak sizin için ekstra zor bir şey aslında. Yani trene biliyorsanız, dediğim mesai saatleriniz varsa. Saat, yani Müslüman saati akşam ezanı ile 12'de gün dönmesi ve sabah imsakle birlikte başlaması ve imsakten akşama kadar… Bunun içinde güneş öğlen en tepede olduğu zaman öğle ezanının vakti giriyor, öğle namazının vakti giriyor. Bir sırığın gölgesinin boyu kendinden iki katı uzunluğa vardığı zaman da ikindi vakti giriyor. Güneşin batmasıyla akşam, güneşin ışıklarının tamamen kaybolmasıyla yatsı, güneşin ışıklarının az da olsa gelmeye, yansıma ile gelmeye başlaması imsak ve güneşin tam doğması da güneş… Bu ikisinin arası da sabah namazı vakti bizler için. Bunun esas alındığı ve bunlarla yaşanan bir hayatımız olması lazım. Dolayısıyla namaz kılması için insanın, Müslüman saatine riayet etmesi gerekir. Bizim mahalli hayatımız olmadığı için, bir yerde yaşıyoruz ve biz sadece bulunduğumuz köyümüzde, kasabamızda, varsa şehrimizde işlerimizi yürüyebilerek dahi halledebileceğimiz bir hayatımız olmadığı için iki namaz vakti arasında bir şeyler yapma gibi bir hayat nizamımız da yok. Yani bir şeyler, insanlar esasen bir şeyler yapıyorlar hayatları boyunca, arada da namazlarını kılıyorlar. Normalde namaz kılıyorlar namaz vakitlerinde ve iki vakit arasında da neyse o dünyalık yapmaları gereken, karınlarını doyurmak, çocuklarının iaşesini temin etmek için, onu yapmaları icap eder. Bu da bu modern dünya içerisinde size olmayacak şekilde sunuluyor ve o olmayacağın içerisinde hepimiz yaşıyoruz.
Benzer şekilde oruç tutmak da, biraz önce İkinci Başkanımızın da izah ettiği üzere, Ramazan ayında insanlar “Hakikaten ya, Müslüman hayatı da buna benzer bir şeymiş, Müslüman saati de buna benzer bir şeymiş”e yaklaşıyorlar. Çünkü işte günün ağarmasından günün batması arasında oruçlu kalınıyor. İftardan İmsake kadar da insanların ağızları açık olabiliyor. Dolayısıyla bu kolay bilinen, anlaşılabilen bir şey.
Zekât meselesi aynı şekilde Allah'ın koyduğu hudutlar, Allah tarafından belirlenmiş seneler içerisinde yapılıyor. Senede bir zekât vermemiz gerekiyor. Zekât verme gücü olanlar, zengin olanlar. Peki, bu zekâtı nasıl verecek insanlar? Normal olarak bir çiftçiden zekâtı gelip zekât memuru ne zaman alıyor? Hasat yaptığı zaman alıyor, çünkü hasat yaptığı zaman adamın eline para geçecek. Fakat güneş takvimi 365 Gün. Ay takvimi, Hicri takvim mevsimleri dolaşıyor. Hasadın da mevsimi belli, o da güneşe göre; nebatat, hayvanat güneşe göre yaşıyorlar, insanlar değil ama… Ekinler hicri takvime göre yeşersin diyemiyoruz. İster istemez onlar hasat zamanında güneş takvimine göre bir zamanda bitiyorlar ve adamın eline ancak o zaman para geçiyor. Ne yapıyor zekât memuru? Geliyor, bugün, varsayın ki hasadınızı kaldırıp bir para elinize geçti, 1 Muharrem. Bugün geliyor zekât memuru, size diyor ki “hasadın şu kadarını vereceksin”, o da “Tamam” diyor. Hesap ediyorlar zekât memuru alıyor zekâtı ve gidiyor. Seneye yine yaz, yazın sonu, adam hasat etmiş ama artık 10 Muharrem, 11 Muharrem. Geliyor Zekât memuru, yine alıyor parayı ama 11 Muharrem’de alıyor. Sonra gidiyor, bir sonraki sene oluyor, artık 22 Muharrem olmuş oluyor. Daha sonraki sene artık Safer’e geçtik, sonra Safer ayı geçiyor. Bu şekilde tam 33 sene geçtikten sonra tekrar 1 Muharrem'e geldiğinde zekât memurunun adamdan hasat, zekât almak için geldiğinde bir sene fazla, bu arada geçen bir sene için de zekât alıyor. Yani güneş takvimine göre 33 senede bir sene daha fazla zekât vermiş oluyor, vermek zorunda kalıyor adam, hicri takvim sebebiyle. Dolayısıyla biz Müslümanlar ekinlerden 33 senede bir fazla zekât alan bir maliyeye sahibiz. Bunun esası bu şekilde. Biraz önce zikrettim, işte biz nebatat, hayvanat olmadığımız için insan olduğumuz için Hicri takvim kullanıyoruz dedik. Şöyle bir esasımız var: Nebatat toprağa bağlı yaşar, toprak da mevsimlere göre şekillenir. Hayvanat tamamen zamana bağlı yaşar, mevsimlere göre yani. Ne zaman kış uykusuna yatacaklar, ne zaman çiftleşecekler vesaire, bunlar hep zamana bağlıdır. Fakat biz insanlar kendimiz, kararlarımız, kendi kararlarımıza göre yaşarız. Kendi kararlarımıza göre yaşamımızın neticesinde de kendimizi mevsimsel dönüşümlere bağlamayız. Allah'ın bize emrettiği şekilde, onun işittik ve itaat ettik ayetinde olduğu üzere Hicri takvime, ay takvimine göre yaşarız. Dolayısıyla biz kendimizi bir mevsimsel döngünün içerisinde bırakmamış oluruz. İman ettiğimiz için.
Ne kaldı geriye? Zekât vermek dedik, Hac kaldı. O da bildiğiniz üzere yine hicri takvime göre yapılmakta. Bu hususta cahiliye devrinde Kureyşliler ileri gittikleri için azgınlıkta, kâfirlikte; kendilerine göre haram ayların yerlerini değiştiriyorlardı veya senenin sonuna ay ilave ediyorlardı. Böylelikle Hac mevsimini çok sıcak olmayan zamanlara getirme derdindelerdi, daha fazla insan Hacca gelsin diye. Bu nehyedilmiş bir şey. O yüzden Ramazan gibi normal olarak hac da hicri takvime göre mevsimleri dolaşarak ifa ediliyor.
Şimdi ben daha sonra da konuşmak üzere sözü Muammer Parlar Bey'e tevdi ediyorum, teşekkür ederim.
Muammer Parlar:
Selâmun aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz öncelikle. Ben de hem Hicri takvim üzerinde, hem de hicretle başlayan İslam davasının bize nasıl nakledildiği, niçin nakledildiği, hangi usulle nakledildiği üzerinde konuşmaya çalışacağım. Konuşmalar içinde söylendiği ve metinlerde de aktarıldığı gibi öncelikle isimlendirme üstüne dikkat çekmek lazım. Bir tanesi Hicri takvim, hicretle doğmuş bir takvim. İkincisi miladi takvim ki bir miladı, Hazreti İsa'nın miladını, doğumunu hem de tarihe bir ilah olarak girişini esas alan bir takvim. Hicret ise Peygamberimizin doğumunu değil, davasını esas alan bir takvim. İslam davası Mekke'de çektiği sıkıntılar sonucu ve kendisine yapılan teklifleri Peygamberimizin kabul etmemesi üzerine kendisine yapılacak bir suikast bilgisini Cebrail’in vermesi üzerine gerçekleşti biliyorsunuz. İslam davası Medine’de kendisine bir vatan buldu kendi sözünün geçtiği, hükmünün geçtiği bir alan edinmiş oldu. Öncelikle Peygamberimizin amcası Abdülmuttalip’e gelip Peygamberimizi ikna etmesi için çok çalıştı Mekke Müşrikleri. Bundan netice alamadıkları için de bahsettiğimiz gibi bir suikast düşüncesine gittiler. Bunun sonucudur Hicret.
Şimdi bugün bunun Peygamberimiz döneminde olmadığına ilişkin Peygamberimiz döneminde bu takvimin uygulanmadığına ilişkin işte Hz. Ömer döneminde başladığına ilişkin şeyler söyleniyor.
Evet bir usule kavuşması Hz. Ömer döneminde olmuş. Ancak biliyoruz ki Tevbe Suresi’nde ayların ertelenmesi konusu ayet-i kerimeyle gelmiş hem de Peygamberimiz bu usule uygun Zilhicce ayında yaptığı Veda Haccında Veda Hutbesinde bundan bahsetmiş. Demiş ki: “Zaman semanın ve arzın Allah-u Teala’nın ilk yarattığı haline, heyetine dönmüştür. Aylar on iki bunlardan dört tanesi de haram aydır”. Bu tehir etme meselesi Peygamberimizin Veda Hutbesi döneminde ilk haline dönmüş, ertelenme halinden ilk şekline dönmüş ve bu haliyle de Tevbe Suresi’ndeki hüküm Peygamberimiz tarafından tatbik edilmiştir.
Takvimin Hz. Ömer döneminde belli bir usule bağlaması hususundan da öğreneceğimiz çok şey var aslında. Yani birincisi Sahabenin özellikle Hulefa-i Raşidin’in ve yine Hz. Ebubekir ve Ömer’in bizim için ne mana ifade ettiği hususunun göz önüne alınması lazım. Bu konu dikkatten kaçan bir husus. Biliyorsunuz Hadisi Şerif’te Rasulü Ekrem diyor ki “Benden sonra Ebubekir ve Ömer’e uyun, onlar vücutta baş gibidirler”. Yani bu Hz. Ebubekir’in ve Ömer’in hususen imtiyazına işaret eden, sahabe içinde imtiyazına işaret eden hem de akaid bakımından da üstünlüğüne işaret eden bir cümle. Yine Rasulü Ekrem buyuruyor ki: “Benden sonra hayatta kalanlarınız bir çok ihtilâflar görecek. O zaman benim Sünnetime ve hidâyet üzere olan Râşid halifelerin Sünnetine sarılın. Bunlara azı dişlerinizle (yapışır gibi sımsıkı) yapışın”. Biliyorsunuz Sahabenin uygulaması kendi kanaatlerinden olması mümkün değildir. Peygamberimiz dönemindeki uygulamalar Peygamberimizin kendinin haccı, orucu, namazı bunlar da dikkate alınıp bu dönemde belli bir usule bağlanmıştır ama sadece Hz. Ömer’in kanaatiyle de bağlanmamıştır. Bu konu Sahabenin icmaıyla sabit olmuştur. Sahabe ise “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz” cümlesine mazhar olmuş kimselerdir. Bu vesileyle dikkat çekmek lazım her ne kadar belli bir usule bağlanması bu dönemde olsa da bu yine de Sahabenin icmasıyla olmuş bir hadisedir.
Şimdi tarihin takvimle tarih olduğunu söylüyoruz. Bunu mübalağalı bir laf olsun diye söylemiyoruz. Bunda bizim Ümmetimize nasib olmuş bir vasıf olması bakımından isnadın önemli bir yeri vardır. Hicretle başlamış olan dava aynı zamanda tarihin başlangıcını ifade etmektedir. Yani bundan önceki hiçbir metin de hakikaten bu bilginin öyle olduğuna ya da bu vakıanın bu şekilde vuku bulduğuna ilişkin bir metne, bir senede dayanmak mümkün değildir. Hicretten önce bir metnin, bir haberin bu olduğuna hakikaten söylediği şeyin, o olduğuna ve bir vakıanın bu vakıa olduğuna, bahsedilen vakıa olduğuna ilişkin bir metne bir isnada kaynağa ulaşmanın imkanı yoktur. Bugün zaten Yahudilik ve Hıristiyanlıkta kendi kutsal metinleri tahrif edilmiş metinlerdir. Yani bunlara Allah-ü Teala’nın inzal ettiği metinler bile bugüne ulaşmamıştır. Hem Ahd-i Cedid için hem Ahd-i Atik için bir tane bile muttasıl isnada ulaşmak mümkün değildir. Yani bu iki kitab için Hz. Musa’dan başlayıp da bugüne ulaşmış bir tane isnat yoktur. Bu İsfahani’nin dediği bizim ümmetimize nasip olmuş üç vasıftan birisidir. İsnat, Ensab ve İrab. Yani isnat ilmi dediğimiz gibi Peygamberimizden bizzat duyan bir Sahabenin başka bir Sahabeye bir Tabiine ve Etbau’t Tabiine ve sahih ve sünen gibi kitap sahiplerine şeklinde naklettikleri bilgidir. Biz buna isnat diyoruz. Bu bilgi başka bir inanç kültüründe yada bilgi kaynağında da yoktur. Sadece İslam Ümmetine Allah-ü Teala’nın nasip ettiği bir şeydir. Ayet-i kerimede Allahü Teala:
اِنَّا نَحْنُ نَزَّلْنَا الذِّكْرَ وَاِنَّا لَهُ لَحَافِظُونَ
“Zikri biz indirdik yine onu ancak muhafaza edecek olan bizleriz”diyor. Bu zikrin kapsamına zaten kitabımız Kuran-ı Kerim dahil olduğu gibi tefsir uleması hadisin de buna dahil olduğunu söylemişlerdir. Yani zikrin, muhafaza edilen zikrin kapsamına hadis metinlerinin de dahil olduğunu söylemişlerdir.
Şimdi bunu daha somutlaştırmak için iki tane misalle konuyu nakletmeye çalışacağım. Bir tanesi Sahih-i Buhari. Sahih’inde Buhari, tekrarları çıktığında 2602 tane muttasıl isnad’a yer vermiş. Bunu 2000 tane “sika” dediğimiz adalet ve zaptı tam olan kişiden nakletmiş. Yani sadece Buhari’nin 2602 tane naklettiği hadiste hem adil olan, adaletli olması için büyük günah işlememesi, küçük günahta devam etmemesi vasfına sahip ve şahsiyet sahibi, -mürûet sahibi deniyor hadis metinlerinde- şahsiyetini küçük düşürecek faaliyetlerden uzak bir kimsenin kendisi gibi bir kimseye nakletmesi, hem de zabt sahibi bir kimsenin yani ezberinden naklediyorsa ezberini muhafaza etmesi, defterinden naklediyorsa defterini muhafaza etmesi, mana ile nakil yapıyorsa manadaki değişimleri bilen bir kimse olması koşulu ile 2000 kişi Sahih-i Buhari’deki metinleri bize nakletmiş. Yani bu her isnatta 4-5 kişi saydığımız zaman 25.000 kişidir ama toplamda 2000 kişi bu isnatları bize nakletmiştir. Yine bu Peygamberimizden Buhâri’nin yaşadığı dönem olan 256 ölüm tarihi arası. Yada Sahih’in yazıldığı kabul edilen 234 yılına kadar ki devre.
Daha sonraki dönemden bu günümüze kadar ki dönemi de bir misalle daha nakletmek isterim. Süneni’ Beyhâki, Beyhâki de bir hadis kitabı ki 26.490 hadis bulunmuş metninde. Bu hadis kitabı müellifi Beyhâki 458’de vefat etmiş. 634 yılında İbn-i Salâh, yani o da Mukaddimetü-İbn-i Salâh diye hadis usulünde meşhur kitabın sahibi bir alimimiz, bu Beyhâki’nin Sünen’ini okutmuş. Yani Dârü’l -Hadîs el-Eşrefiyye Medresesi’nde 10 cildde yer alan 26.490 hadisi 757 mecliste Dârül- Hadîs el- Eşrefiyye’de okutmuş. Bu meclislerden sadece sekizinci cilde ait 90 meclisin sema/işitme kayıtları elimizde var. Yani bu kitapları okuttuğu zaman İbn-i Salâh kitabın sonunda bu meclislere kimlerin katıldığını, bunların isimlerini, lakaplarını, künyelerini, ensablarını, zamanını, bu meclisin hangi zamanda okunduğunu ve hangi mekânda okunduğunu kendi hattıyla not etmiş. Bundan başka bu meclislere kimlerin tam katıldığı, kimlerin bu mecliste metinleri yeniden yazdığı, kimin bazı kısımlarda uyukladığı, kimin bazı meclisleri atladığı yani 575. meclisi atladı falan diye not edilmiş, 560. meclisi falan atladı diye bir tane meclis de atlasa iki tane meclis de atlasa bunlar tek tek not edilmiş. Şunu anlatmak için söylüyorum bizdeki hadis külliyatı sebebiyle oluşmuş ilim, dikkat ve itina aynı zamanda tarih biliminin de tarih yazıcılığının da temelini teşkil etmiş. Çünkü biliyorsunuz Peygamberimiz döneminde hadis metinleri yazılmıyordu çoğunlukla. Münferiden kendisine yazması tavsiye edilenler dışında metin kitabı haline getirmek amacıyla yazılmıyordu. Fakat zaman geçtiğinde Ömer b. Abdülaziz dönemine geldiğimiz zaman -99 ve 100 hicri yıl- o diyor ki. “Alimlerin göçüp gitmesinden ve ilmin kaybolmasından endişe duydum.”Dolayısıyla hadis tedvinini başlatıyor. Bunu yapmakla vazifelendirilen kişi zaten önceden de bu konuda temayüz etmiş, metin toplamış İbn-i Şihab ez-Zührî aynı kişi tarih yazıcılığının da başlatıcısı sayılıyor. Çünkü bu dönemde onun, evinin metinlerle dolduğu söyleniyor. Toplamaya başladığı zaman Hilafet Makamı’nın talimatıyla alimlere de talimat yollandığı için evinin hadis yazılan, deri vb malzemeden yazılan metinlerle dolduğu söyleniyor. Bu metinlerin tahkiki ve değerlendirilmesi sonucunda tarih ilmi de buradan başlamıştır. Nitekim kutsal kitap dedikleri metinler de İncil ve Tevrat gibi metinlerde de sonradan bize nakledildiği söylenen öteki metinler de bu dönem esas alınıp bu hadis külliyatından elde edilmiş birikim esas alınıp yeniden kodifiye ediliyor. Yeniden yazım konusu yapılıyor. Yoksa bundan öncesinde ilk başta söylediğimiz gibi o vakıanın öyle olduğuna ilişkin bir bilgi, bir isnat, bir hakikat yoktu. Bu malzemenin toplanmasıyla, muhaddislerin titizliğiyle oluşmuş bir şey. Yani bu malzemenin bize nakledilmesiyle bugün bir hakikate dokunabilecek, ulaşabilecek durumdayız. Sema kayıtları dediğimiz İbn-i Salâh’ın yaptığı şeyi bu nedenle önemli buluyoruz. Bu aslında ilim usulünde devamlı yapılan bir şey yani sadece bir örnek olması bakımından otuz sayfalık İbn-i Asım’ın “Cüzü’l Cihad” isimli kitabının iki cilt sema kaydı vardır. Beyhaki’nin sema kayıtları bugün ses dışında o toplantıda ne olduğunun tamamını nakleden kayıtlardır. Bu kayıttan Beyhâki’nin 26.490 hadisi kendi üstündekilere de bağlanmak suretiyle 93 kişi bunu okumuş, 93 kişinin 13 kişisi tamamına katılmış, 9 kişisi tamamının nüshasını yazmış, çok az kimse de birkaç toplantıyı ya da birkaç nüshayı, birkaç toplantının nüshasını yazmamış. Bizim metinlerimiz böyle bir tahkik sonucunda böyle bir dikkat sonucunda bize ulaşmış. Yani bugün öteki metinler için buna ilişkin en küçük bir isnada, bir tane bile muttasıl senede ulaşmak mümkün değil iken bu haliyle bize ulaşan bu metinlerin kıymetini bilmek durumundayız. Bu vesileyle hadis metni konusunda muhaddislerin titizliği biliyorsunuz bu adalet ve zapttan bahsettim. Bu kişilerinde tek-tek yine Buhâri Tarih-i Kebir’inde 14.000 kişinin hayatının tercümesini yazmış. 14.000 kişi hakkında nerede doğduğunu, hangi bölgede yaşadığını, kimden hadis okuduğunu, kitap okuduğunu, hangi kitapları okuduğunu, hangi bölgelere göç ettiğini, rıhlet ettiğini ve ders okuduğunu ve kendisinden kimlerin ders okuduğunu tespit edecek şekilde bunları yapmış. Adalet ve zapt sıfatını önemsemek lazım. Yani 100.000 kişiden bahsediyoruz zaten ravileri, hadis nakleden kimseleri, İslam uleması 100.000 demiş, müsteşrikler 500.000 kişi olduğunu söylüyor Mesela Sprenger 500.000 kişi olduğunu söylüyor. Sahih-i Buhari için söyledim 2000 kişiyi 30.000 kişi içinden seçmiş. 30.000 adalet ve zapt sahibi içinden seçmiş Buhari. Hadislerini kimisi diyor ki 600.000 hadisten seçmiş yani Sahih’ine aldığını hadislerini 600.000 hadisten seçmiş. Şimdi hem hicretin önemi hem hicretle bize naklolan bilginin ve sıhhatle bize naklolan bilginin kıymetini bilmeliyiz. Bugün hadislere yaklaştığımız zaman, onlarla içli-dışlı olduğumuz zaman yaşadığımız hayatın bu bozukluğuyla yaşanılamayacağını görürüz. Yani öyle kapsayıcı, kuşatıcıdır ki hadisler aslında mevcut yaşadığımız hayatı tenkit bombardımanına tutmadan yaşayamayız. “Bizi aldatan bizden değildir.” Yani bu hadis uygulandığı zaman bugünkü hayat bu bozukluğuyla yaşanılamaz hale gelir. Bugün sosyal hayat, ticaret hayatı bu hadis anlaşıldığı bizi aldatan bizden değildir hükmü anlaşıldığı ve tatbik edildiği zaman bu haliyle işlemez hale gelir. Yine “Yolda karşılaştığınız zaman Yahudi ve Hıristiyanlara önce siz selam vermeyin, onları yolun en dar yerine sıkıştırın! hadisi anlaşıldığı zaman bugünkü hayatı böyle bozuk bir hayatı kabul edemeyiz. Bu şekliyle yaşamayı doğru bulamayız. Yine “Peygamber döndüğü zaman bütün bedeniyle dönerdi” ifadesinin muradını öğrensek adaba ilişkin ve şahsiyete ilişkin çok şeyi elde etmiş oluruz. O nedenle hem dinimizin hem hadisimizin kıymetini bilelim deyip ben de bu bölümü tamamlamak istiyorum.
Oruç Özel: Muammer Parlar'a biz de teşekkür ediyoruz. Şimdi Seyfullah Köksal'a sözü veriyorum.
Seyfullah Köksal:
Ben de İstiklâl Takvimi'ni tanıtarak başlayayım konuşmama. Birçoğunuz İstiklâl Takvimi'nin muhtevasında ne var biliyor belki ama ben dışarıda denk geldim, ilk defa bu sene alacak olanlar var İstiklâl Takvimi'ni. İstiklâl Takvimi'nin en önemli hususiyeti aynı zamanda elifba olması. Yani kendi takvimimizden zamanımızı takip ederken kendi yazımızı da öğretmeyi gaye edindik. Bu sebeple gün gün dersler var takvimimizde. Bunun yanında ezan vakitleri var. Bazı şehirlerin ezan vakitlerini ezanî saate göre verdik takvimimizde. Uzun zaman üzerine düşünüp ne olduğunu anlamadığını söyleyenler oldu, bize mail atıyorlar ‘’bu ne?’’ diye. Ezanî saat; az önce bahsedildi, akşam ezanı okunduğunda 12’ye ayarlanır Müslüman saati.
Biz takvimimizi matbaaya vermeden önce bazılarıyla konuştuk. "Takvim alacak mısın bu sene?" veya "Kaç tane alacaksın?" diye sorduğumuzda ‘’bende takvim var’’ diyen oldu. Yani kendisinde önceki senelerin nüshalarından bir tanesi var. Halbuki sene değişti; bir sene geçti aradan. Günler değişti, namaz vakitleri değişiyor. Ayların gün sayısı değişiyor. Yani demek ki bunlar gözden kaçan şeyler. En önemlisi okuma metinleri değişiyor. Ben de şimdi size bu okuma metinlerinden bahsedeceğim. Takvimimizin aynı zamanda Elifba olduğunu söyledim. Gün gün dersler takip edildiğinde Türkçe okuyabilme seviyesine gelinebileceğini varsaydığımız günden itibaren okuma metinleri başlıyor. 1435 İstiklâl Takvimi'nden beri bu böyle. Takvimimizin sloganı "Bundan Ahsen Takvim Bulamayacaksınız". Az önce İkinci Başkanımız tanıttı bir de Takvim Risalesi neşrettik. Onun da adı "Bundan Ahsen Takvim Bulamayacaksınız". Bundan ahsen okuma metinleri de bulamayacaksınız. Bizim İstiklâl Takvimi'ne belirli konu, belirli bir çerçeve etrafında seçip koyduğumuz metinler her sene bir kitap hacmine ulaşıyor. Yani bugün bu veçheden bakarsak bu emsalsiz bir şey. Kendi yazımızla, Türk yazısıyla bunu yapan zaten yok. Latin harfleriyle de böyle bir şey yapan yok. Önceki senelerin takviminden başlayarak kısa kısa metinlerden bahsedeceğim, okuma metinleriyle ne yapmaya çalıştık anlatmaya çalışarak 1441 nüshamıza geleceğim inşallah.
Biz okuma metinlerimizi takvimimizdeki derslere alıştırma olsun diye rastgele seçmiyoruz. Okuma metinlerini, dersleri takip edenler hem okumalarını ilerletebilsin hem de bir şeyler öğrenebilsin diye seçiyoruz. Yani bu metinler vesilesiyle biz bir şeyler anlatmağa çalışıyoruz size. Bir şeyleri göstermeye çalışıyoruz. 1435 senesinden itibaren belirli bir çerçeve etrafında, belirli bir konu etrafında okuma metinlerimiz yayınlanıyor. 1435 nüshasında, okuma metinlerimizin yer aldığı ilk nüsha olduğu için, bilhassa bilindik metinler seçildi. Herkesin bildiği türküler, şarkılar yine şairlerin meşhur şiirleri. Mesela Şol Cennetin Irmakları var. Ondan sonra Yunus'un, Karacaoğlan'ın şiirleri var; Karacaoğlan'ın bugün çoğunu türkü olarak bildiğimiz şiirleri var. Bunun haricinde yine Faruk Nafiz'den, Tevfik Fikret'ten, Namık Kemal'den şiirler var. Ömer Seyfettin'in hikayelerinden seçtiğimiz bazı kısımlar var 1435 nüshamızda. Birçoğu 1928'den, yazımız elimizden alınmadan önce yazılmış metinler. 1928 öncesinde yazılmış şiirler yine ağırlıkta. Biz okuma metinlerimizin yer aldığı yedi takvim boyunca Yunus Emre'den İsmet Özel'e Türk şiirinin en güzel misallerini verdik kendi yazımızla.Yani bu emsalsiz bir şey. Bir antoloji gibi, bir güldeste gibi… Yunus Emre'den İsmet Özel'e Türk şiirinin en güzel örnekleri yer aldı takvimimizde dedik ama Divan Edebiyatını hariç tutuyoruz bundan. Çünkü okumamızı ne kadar ilerletirsek ilerletelim teknik olarak, divan edebiyatı metinlerini okuyamıyoruz. Çünkü Arapça ve Farsça'nın inceliklerini bilmemiz gerekiyor, aruzu bilmemiz gerekiyor, tecvidi bilmemiz gerekiyor. Bu sebeple yine çok bilindik birkaç şiir haricinde Divan Edebiyatı'ndan metinler koyamadık takvimimize. Yani yazıldığı dönemde en üstün edebiyat olan Divan Edebiyatı'ndan mahrumuz bu sebeple.
1436 nüshamızda Dünya Edebiyatı'ndan çeviriler var. Bu çevirilerin bir kısmı 1928'den, harflerimiz elimizden alınmadan önce, bir kısmı daha sonra yapılmış tercümeler. 1439 nüshasının tanıtım toplantısında iki tane misal okumuştum: 1928'den önce yapılan ve sonra yapılan tercümeler. Yani yazımızla, bizim yazımızla yapılan tercüme ile Latin yazısıyla yapılan tercüme arasındaki farkı göstermek için Anna Karanina'nın giriş kısmını okumuştum iki farklı tercümeden. Şimdi bir misal okumaya vaktimiz yok, o yüzden hızlıca geçeceğim. Kimlerden tercümeler var? Dünya Klasikleri diye bildiğimiz kitaplardan seçtiğimiz bazı kısımlar var. Tolstoy'dan, Dostoyevski'den, Victor Hugo'dan, Shakespeare'den, Baudlaire'den, Ezra Pound'dan metinler var 1436 nüshamızda. Yani burada neyi göstermek istedik? Yazımızla neler yapılabildiğini göstermek istedik. Bu ikisi mukayese edilebilsin diye: Latin yazısıyla yapılan, bizim yazımızla yapılan tercümeler mukayese edilebilsin diye ikisini bir arada verdik.
1437 Takvimi'nde yer alan metinler Harf İnkılabı'ndan sonra 1928'den sonra yazılmış metinler. Yine şiirler var, hikayelerden, romanlardan seçtiğimiz bazı kısımlar var. Bu seçtiğimiz yazarların, şairlerin bazıları tahsilini Latin harfleriyle yaptı, bazıları ise Kuran harfleriyle yani 1928'den önce yaptı. Bu ikisinin arasındaki farkı yine mukayese edebiliyoruz. Ahmet Muhip Dıranas'ın Kar şiiri var mesela. Ziya Osman Saba, Cahit Sıtkı var; 1910 doğumlu iki şair. Bu isimler tahsilini Türk yazısıyla yaptılar, okumayı yazmayı bizim yazımızla öğrendiler. 1928'den sonra eser verdiler ama hiçbirisinin yazımızı terk etmediğini biz bu nüshamız vesilesiyle görmüş olduk. Gökhan Göbel'in yazısı var bu hususta-internet portalimizde var, merak edenler okuyabilir- "İnkılaplar Ne Zaman Niçin İflas Etti?" Orada görebilirsiniz, bizim yazımızla okuma yazmayı öğrenip, tahsilini yapıp, yazımızı terk eden hiç kimse yok. Bunu biz imlaya gelir olmasıyla anlayabiliyoruz. Yani Latin harfleriyle karşımıza geldi hepsi. Biz bu şiirleri asıl harflerine, asıl yazıldığı haline çevirmiş olduk takvimimiz vesilesiyle. 1928'den sonra, tahsilini Latin harfleriyle yapan şairler İkinci Yeni şairleri var. Onların şiirlerinin de imlaya gelir olup olmadığını tecrübe etmiş olduk bu nüshamız sebebiyle.
1438 Takvimi'nde Hicri 9'ncu asırda yazılmış metinler var yani 15'nci Hıristiyan asrı. Neden bilhassa bu asır seçildi? İstanbul'un fethedildiği asır Hicri 9'ncu asır. Yani Türklerin dünya üzerinde yaşanabilecek en muteber alanları elinde bulundurduğu, Türk düzeninin bütün dünyada geçerli olduğu bir asır Hicri 9'uncu asır. O dönemde yazılan metinlere ulaşmak Tanzimat dönemi metinlerine göre daha zor. Tanzimat döneminde yazılmış metinler daha göz önünde metinler olduğu için daha bilinir metinler. Şunu göstermek istedik: Tanzimat döneminde Avrupa'dan öğrendiğimiz kavramlara karşılık bulma gayretiyle Arapça ve Farsça'dan faydalanarak yeni terkipler, yeni kelimeler metinlere girdi. Dolayısıyla ağır bir dil ortaya çıkmış oldu. Ama 15'nci asır metinleri yani asırlar önce, Tanzimat'tan asırlar önce yazılmış metinlerin neredeyse bugün yazılmış gibi olduğunu gördük ve göstermeye çalıştık. Neler var 15'nci asırda, Hicri 9'uncu asırda? Mercimek Ahmet'in Kabusname tercümesi var, Mevlid-i Şerif var, Battal Gazi Destanı var, Köroğlu destanı var yine daha birçok metin var.
1439 nüshamız da Türk İstanbul ile alakalı. Bilhassa İstanbul'un başına gelen felaketlerin edebiyata yansıması. Neşati'den Nedim'e, Tevfik Fikret'ten Yahya Kemal'e, Ahmet Muhip Dıranas'tan Orhan Veli'ye bir çok şairden şiirler var. İstanbul hakkında yazılmış şiirler, metinler, haberler var.İstanbul’da yaşayanlar biliyor; İstanbul yangınları ve zelzeleleri ile meşhur. İstanbul'un mahallelerini başta sona yakan, kül eden yangınlar olmuş İstanbul'da. Bunların destanları yazılmış. Biz yine bu takvimi çalışırken fark ettik yani çok kuvvetli bir destan geleneğimiz var. Türk milleti başına gelenleri şiir formunda bize gösteriyor. Takvimimize aldık bu destanları. Tabii yerimiz itibariyle bir kısmını koyabildik; daha bir sürü yangın ve deprem, zelzele destanları var bu şekilde.
1440 Takvimi'nde ise 1950-1960 seneleri arasında yazılmış metinler var. Mareşal'in -Fevzi Çakmak'ın- ölümünden itibaren yazılan metinler. 14 Mayıs seçimleri, 14 Mayıs 1950 seçimleri esas alındı ama bir ay öncesinde Mareşal öldü. Oradan başlattık takvimimizi. Ve 27 Mayıs 1960'a kadar yazılan metinler var O dönemi anlatan yine bizim söylediğimiz, İstiklâl Marşı Derneği'nin söylediği metinler var. Yine Türk şiirinin son modern atılımının o tarihler arasında olması sebebiyle atılımın şairlerinin şiirleri var, İkinci Yeni şairlerinin şiirleri var yani.
1441 nüshamıza geldik yani bu seneki takvimimize. Panelimizin serlevhası "Tarih Hicret'le Başlar Tarih Takvimle Tarih Olur". Biz de kendi takvimimize kendi tarihimizi okuma metinleri olarak koyduk. Malazgirt Meydan Muharebesi'nden günümüze kadar Türk tarihinin kritik anlarına dikkat çekmek istedik. Şimdi Türk tarihinin kritik anları derken biz Türk’ü merkeze alan bir tarihten bahsediyoruz; Türk tarihinden. Yani millet varlığına dikkat çeken milleti merkezine alan bir tarihten bahsediyoruz. Bu metinler aynı zamanda İstiklâl Marşı Derneği’nin temellerini, esaslarını teşkil eden metinler. O sebeple daha çok İstiklâl Marşı Derneği’nin söyledikleri var. İstisnaları var onları da yeri gelirse neden koyduğumuzu söyleyeceğim size. Malazgirt Meydan Muharebesi’nden başlattık okuma metinlerimizi. Neden Malazgirt’i seçtik? Yani bugün her tarafta kutlanıyor. Sene-i devriyesiymiş Malazgirt zaferinin, 26 Ağustos 1071. Bu tarihle bizim alakamız yok. Zaten 26 Zilkade 463 senesinde olmuştur, Malazgirt için tesbit edilen tarih bu. O gün ne olduğu var takvim yapraklarında. Orada yazılı, 26 Zilkade 463. İsmet Özel kitabında yazmıştı. Türklerin, Müslümanların kâfirleri çıkmaza sokması, onları doğduğuna pişman etmesi iki safha geçirdi. Birinci safha: Tebük zaferinden başlar. Haçlı Seferleri’nin başlangıcına kadar geçen safha. İkincisi: Bizim Diyâr-ı Rumu, Dârü’l İslâm haline getirdiğimiz, kendimize vatan edindiğimiz safha. Bunun da başlangıcı Malazgirt zaferidir ve bu safha 1571 senesinde İnebahtı hezimetine kadar devam eden safhadır. Bu safha için biz ‘’Türk düzeni’’ tabirini kullanıyoruz. Yani bütün yer küre üzerinde bütün dünyada geçerli olan 500 sene geçerliliğini muhafaza eden bir Türk düzeni var. O Türk düzeninin başlangıç tarihi Malazgirt zaferidir. Bu sebeple Malazgirt’ten aldık, Malazgirt’ten başlattık okuma metinlerimizi. Malazgirt’in akabinde Haçlı Seferleri var. Bu dikkat edilmeyen gözden kaçırılan bir şeydir. Malazgirt zaferinden takriben 24-25 sene sonra Haçlı Seferleri başlamıştır. Bu alenî bir şey ama pek dikkat edilmez. Bilenlerde üstünü örterler. Türk düzeninin başlangıcı olduğunu söyledik Malazgirt’in. Yani beliren bir Türk düzenine karşı Haçlı Seferleri ilan edilmiştir. Ve Haçlı Seferleri’nin püskürtülmesiyle -bu da 13. Hıristiyan asrına tekabül eder- biz bir vatan edinmiş olduk. Yani Diyârı Rum’u, Dârü’l İslâm haline getirdik. Bu da Gazâ Beylikleri marifetiyle elde edilmiş bir şeydir. Gazâ Beylikleri kimler? Bugün internete yazdığınızda “Gazâ Beylikleri”, tırnak içinde arattığınızda İstiklâl Marşı Derneği’nden başka bir şey çıkmıyor karşınıza. Beylikler dönemi olarak bahsediliyor ama ne beyliği? Yani bu gizlenen bir şey. Beylikler dönemi sadece. Bizim için esas olan gazâdır. Ve gazâ fikriyle, gazâ şuuru ile biz bu toprakları Dârü’l İslâm haline getirdik. Gazâ Beylikleri marifetiyle. O yüzden o dönem bizim tarihimizde, Türk tarihinde çok önemli bir safhayı teşkil eder. Başlarken söylemiştim: 1441 takviminde daha çok kendi metinlerimiz var ama başkalarından da metinler aldık. Mesela Paul Wittek… Tarihçi. Gazâ tezini savunduğu için -başka gazâ fikrini savunan, gazâ beyliklerinden, gaziden, gazâdan bahseden yok- onun metnini aldık takvimimize. Yani bir tek savunan o var, o sebeple aynı şeyleri söylemesek de onun gazâ tezini anlatan metnini koyduk mesela takvimimize. Yine aynı şekilde İsmail Habib Sevük’ün bir metni var takvimimizde. Haçlı Seferleri’nin başlamasının asıl sebebi Malazgirt’tir diyor. Yani bu üzeri örtülemeyen bir şey olduğu için aslında söylemiş. Mesela o metni almamızın sebebi de oydu.
1571 İnebahtı muharebesine kadar devam eden bir Türk düzeni safhası var. Türk düzeni hakimken Türkler mağlup edilemez fikri vardı bütün dünyada. İnebahtı ile Türk tarihinde her şey tersine dönmüştür. Şimdi tarih kitaplarında bunun üzerinde çok durulmaz. 1571 İnebahtı Deniz Muharebesiyle her şeyin tersine döndüğü söylenmez. Tersine dönmesinin sebebi ne? “Türkler mağlup edilebilir bir millettir.” Bu bütün dünyada yayılmaya çalışıldı bu vakadan sonra. Türk düzenine karşı Haçlıların bir tezgâhıydı yani 1571’de yaşanan hadise. Türkler mağlup edilemez fikrini ortadan kaldırmak için, sadece o fikri tersine çevirmek için Haçlılar senelerce bir Haçlı birliği, Haçlı ordusu kurmak için uğraştılar. Bilhassa İstanbul’un fethinden sonra hızlandı bu çabalar. İstanbul’un fethinden üç ay sonra yapılıyor Türklere karşı ilk Haçlı ordusu toplama çağrısı. 1526’da Mohaç’tan sonra, yani Hıristiyanlığın kalkanı olarak bilinen Macarlar yenildiğinde, Hıristiyanların kalkanı düştüğünde, Hıristiyanların bu çabaları hızlanıyor. Türkler gelebilir korkusu zaten var o döneme kadar. Mohaç'tan sonra had safhaya çıkıyor. Ve Hıristiyanların Türklere karşı bir Haçlı ordusu kurma çabaları 1571'de bir netice verdi. Bizim ordumuz, donanmamız yakıldı. Çok meşhurdur; “siz bizim İnebahtı'da sakalımızı kestiniz, biz sizin Kıbrıs'ı almakla kolunuzu kestik. Kesilen sakal daha gür bir şekilde uzar.” Yani bu hiç aslı olmayan bir söz. İnebahtı’dan sonra Türkler mağlup edilebilir fikri yayıldı ve bir daha bu tersine çevrilemedi. Zaten eskisi gibi donanma da bir daha olmadı çünkü devlet erkanı da buna inandırılmıştı. Türklerin mağlup edilebileceğine inandırılmıştı. Bu fikirle küfür sistemi ne yaptıysa yapabildi. Yine takvim risalemizde var. İnebahtı'dan sonra, bugün kullanılan Hıristiyan takvimi, miladi takvim değil Hıristiyan takvimi, takvim risalemizde göreceksiniz; İnebahtı'dan sonra tertip edilebilmiş bir takvim. İnebahtı'dan daha önce -bu arada onların kendi takvimine göre 1582'de Gregoryen takvim tertip ediliyor- Kopernik'le bir takvim reformu üzerine konuştukları bilinen bir hadise. Kopernik'in ölümü 1543. Yani İnebahtı'dan daha önce ölüyor. Daha önce konuşulmasına rağmen bu takvim reformu gerçekleştirilemiyor. Ancak Türkler mağlup edilebilir fikri İnebahtı'da yayıldıktan sonra gerçekleştirilebiliyor. Yani bugün kullanılan takvim, bizim topraklarımızda kullanılan takvim İnebahtı'dan sonra Türklerin mağlup edileceği fikrinden hareketle ortaya çıkmış bir takvimdir bugün bizim topraklarımızda kullanılan takvim.
1571'de İnebahtı'da biz yenildik ve yine 25-26 sene sonra Türk milleti olarak bu mağlubiyete Haçova’da bir cevap verdik. 1441 nüshamızda bununla alakalı birçok metin var. Bizim tarihimizde birçok zafer var fakat biz bilhassa bu zaferi öne çıkarıyoruz İstiklâl Marşı Derneği olarak. Çünkü Türklüğü, Türkün ne olduğunu izah eden bir muhtevaya sahip Haçova Meydan Muharebesi. Ne oldu Haçova Meydan Muharebesi'nde? III. Mehmet tahtta; bir sürü kaleler kaybediliyor, topraklar kaybediliyor ama padişah yine sefere çıkmıyor. Sefere çıkmak için razı ediliyor, gönülsüz olarak sefere çıkan bir padişah var. Yine devletin çökeceğine inandırılmış paşalar var. Bu şekilde yine haçlı ordularıyla karşılaşıyoruz Haçova'da. Zaten Türkler hiçbir zaman tek bir devletle savaşmadı, Haçlı ordularıyla savaştı hep. Haçova’da çok büyük bir haçlı ordusu kuruluyor Türklere karşı, devletin düzenli birlikleri kısa sürede dağılıyor. Yani herkes artık savaş kaybedildi gözüyle bakıyor. Paşalar, askerler, komutanlar bir yerlere saklanıyor yahut kaçıyorlar. Padişahın otağına bir ok atımlık mesafeye gelmiş düşman.Tam o sırada ordunun geri hizmetindeki insanlar devreye giriyor. Aşçılar, seyisler, deveciler, katırcılar kimler varsa ordunun geri hizmetinde; ellerine ne geçirdilerse balta, orak, kepçe düşmanın üzerine saldırıyorlar. Bir yandan önlerine geleni öldürüyorlar bir yandan da kâfir kaçtı diye bağırıyorlar. Tarih kitaplarında yazar; emsali görülmemiş derecede bir zayiat veriliyor düşman ordusuna, ordunun geri hizmetindeki insanlar sayesinde. Şimdi biz bu olaydan Türk'ün ne olduğunu, Türk'ün ne olması gerektiğini, Türklüğü anlıyoruz. Yani bu sebeple biz Haçova Meydan Muharebesi'ni modern çağda Türk siyasetinin başlangıcı olarak kabul ediyoruz. Türklüğün, Türk siyasetinin modern çağda başlangıcı olarak kabul ediyoruz bu hadiseyi. 1571'den sonra Türklerin mağlup edilebileceği fikri dünyada yayılmaya başladıktan sonra bir Türk milleti var; inisiyatifi ele geçirmek için fırsat kollayan ve fırsatı bulduğunda emaneti hemen devralan bir Türk milleti. İşte Türk'ün siyaseti budur. Bizim takvimimizde, kendi yazımızda ısrar etmemizin sebebi de bu inisiyatifi ele geçirmekten başka bir şey değildir. Teşekkür ederim.
Oruç Özel: Seyfullah Bey'e biz de teşekkür ederiz.
Şimdi ben İstiklâl Marşı'nın bir mısraını size hatırlatacağım. “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli.” Bu benim konuşmamın başında naklettiğim Hadis-i şerifle münasebetdar bir mısra. Çünkü hadisin sonunda ne diyor? “O Cebrail idi size dininizi öğretmek için geldi.” İstiklâl Marşı ne diyor? “Bu ezanlar ki şehadetleri dinin temeli” diyor. Bunlar bizim hayatımızın esası olan şeyler daha doğrusu bunlar olmadan hiç bir hayatımızın olmadığını anlamamız lazım. Ben sözlerimi bitirmeden önce şunu hatırlatmak istiyorum size. İçinde yaşadığımız hayatın doğru ve ancak bu şekilde yaşanabilir olduğunu kabul etmek bizi bir yere götürmeyecek. Götürmediğini de görüyorsunuz. Yani İslam'ın beş şartının İslam takvimi olmadan yaşanmayacağını izaha gayret ettim. Mahallî bir hayatımız olmadan da bu takvimi ele alamayacağımızı şöyle kısaca izah etmek istiyorum. Oruç ayı, oruca başlamak ve bayram etmekle alakalı olarak biliyorsunuz ki hilali görmek meselesi vardır. Hilali görürsünüz, Ramazan’a, oruca başlarsanız; tekrar hilali görürsünüz bayram edersiniz. Bu da ancak ve ancak bulunduğunuz yerde yapabileceğiniz bir şeydir. Önceden muvakkithaneler varken dahi yani namaz vaktinin tespiti için – bizim nasıl İstiklâl Takvimi’nde namaz vakitleri dakika olarak, yani hangi saatin hangi dakikasında öğlen ezanının okunacağıyla alakalı bir cetvel var. – ehl-i takva demiş ki: bu hesapla olacak şey değildir. Normal olarak insanlar günün hangi saatte olduklarını güneşe bakarak görürler ve ona göre namazın vaktinin girip girmediğini tayin ederler. Benzer şekilde o bizim aylarımızın sabit bir gün sayısı yoktur. Bak bir hesapla bulunabiliyor şu anda Astronomi buna kendini şey görüyor ney görüyor, yeterli görüyor. Fakat kati’ suretle bu doğru bir şey olmaz. Çünkü sizin hadislerden de anladığımız üzere bakarsınız hilali görürsünüz. Görmeniz gerektiği zamanda hava bulutludur göremezsiniz 30’a tamamlarsınız. Şimdi bu tamamen bulunduğunuz yerle, mahallî olan bir şeydir. Yani Konya’da şöyleyken Adapazarı’nda böyle olabilir. Benzer bir şekilde bütün dünyanın başka yerlerinde, yani, Pakistan’da, Afganistan’da hilalin görünüp bayram edilmesi veya Ramazan’a başlanmasıyla İstanbul’da başlanmasının birbiri ile bir alakası yoktur. Görürsünüz başlarsınız, görmezseniz başlamazsınız. Bunu niçin söylüyorum? Bu hem Muharrem ayının, Rebiülevvel’in, Rebiülahir’in kaç gün olduğunu önceden tayin edilemediğini hem de modern hayatın tamamen reddi ile alakalı bir şeydir. Biz önden şu gün, o gün, bu saat diyemiyoruz. Diyebileceğim bir hayat sana Allah vermemiş. Dolayısıyla bu bütün dünyada dönen çarkın tamamen dışında olmamız gerektiğinin şuurunda yaşamamız gerektiğini tekrar ediyorum. Yazımızı geri almak ve Müslüman saati, takvimi hususunda da müttefikler aradığımızı da tekrarlıyorum. Bizleri dinlediğiniz için teşekkür ederiz. Ben tabi böyle final gibi konuşunca Muammer Hoca’yı atlamış olmak istemem. Buyurun Hocam.
Muammer Parlar: Bir vakıayı nakledip ben de tamamlamak isterim. Yani ilk bölümde söylediğimiz gibi hiçbir haberin hiçbir bilginin bizim külliyatımız dışında senetli olarak vaki olduğunu söyleyemeyeceğimizi söyledik. İki hadis metnini bir tanesi Sahih-i Buhari’yi Peygamberimizden Buhari 256 yılına, bir tanesi de Beyhakî 458’den günümüze nasıl nakledildiğini aktarmaya çalıştım. Vakıadan bahsetmedim. Bir tane de vakıa nakletmek isterim. 447 hicrî yılında Abbasî halifesine Yahudiler gelip dedi ki: “Biz hicretin 7. yılında Hayber fethedildiği zaman bize peygamber bir vesika tanzim etti ve cizyeden muaf olduğumuzu bu vesikaya yazdı. Yazan kişi kendi el yazmasıyla Hz. Ali idi ve Sa’d b. Muaz’la Muaviye’de buna şahitlik etti, ikisi de imzaladı.” diyelim bugünkü anlamıyla diye bir belgeyi sundular. Bu belge ilk bakıldığında bugün bu İslam kültüründeki, hadis kültüründeki bilgilenme düşünülmezse hakiki bir belge görünümünde. Bunu Vezir zamanın tarihçisi Hatibi Bağdadi’ye götürdü. O da dedi ki: “Bu belge sahte”. “Niye sahte? “Hayber” dedi 7. yılda fethedildi. Muaviye ise 8. yılda Müslüman oldu. Müslüman olmayan bir adamın o olayda şahitlik etmesi mümkün değil. Sa’d b. Muaz da 5. yılda öldü. Dolayısıyla ölü bir kimsenin de buna şahitlik etmesi mümkün değil. Bu bizim “İslam içinde kötülük yoktur.” Sözünü kabul edip – çoğunlukla kabul edip diyelim ama – “İslam’ın dışında iyilik yoktur”u kabul etmekte zorlananlara bir örnek olsun diye söylediğim bir şey. Hepsi böyle şeyler olması mümkündür. Yani bize vakıa diye nakledilen şeylerin hepsinin böyle şeyler olması mümkündür, İslami kültür ve hadis müktesabatımız göz önünde tutulmazsa. Yani İslam’ın dışında bir iyilik yoktur. Evet ben de teşekkür ediyorum.
Oruç Özel: Şimdi çok kısa bir ara vereceğiz. Daha sonra İstiklâl Korosu konserinin ikinci kısmını icra edecek.
İstanbul, 1 Muharrem 1441
Oruç Özel: Selâmun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada “Tarihte İstiklâl Marşı’nın Yeri” adlı paneli dinlemek için toplandık.
Oruç Özel:
Selamun Aleyküm,
Hepiniz hoş geldiniz. Bugün burada Sınıf Bilinci mecmuamızın ikinci sayısının neşrolunması sebebiyle,
Durmuş Küçükşakalak:
Selâmun Aleyküm,
Nasreddin Hoca insanlardan sıkıldığında halvete çekilirmiş bazen. Yine öyle bir zaman; evinde halvete çekiliyor.
İstiklal Marşı Derneği, Şanlıurfa şubesiyle birlikte bünyesi için gerekli gördüğü azalarına kavuştu.
Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.
İstiklâl Marşı Derneği’nin 10. panel ve konferans faaliyeti için burada, Bartın’da bulunuyoruz. Gerek konu başlıkları gerekse sıralanışları itibariyle hem İstiklâl Marşı’nın hem de İstiklâl Marşı Derneği’nin mana ve ehemmiyetini sarahate kavuşturan bu faaliyet dizisinin son halkasının taşıdığı başlık oldukça manidar.