Durmuş Küçükşakalak:
Selamun aleyküm, cümleten hoş geldiniz. İstiklâl Marşı Derneği’nin 16. sene-i devriyesi münasebetiyle bu programı iki ay önce, yine bu salonda yapmayı düşünmüştük. Böyle kararlaştırdık fakat söylediklerine göre tarihin büyük depremlerinden birini yaşadık. Yaşadık derken Konya’da da hissedildi, Türkiye’nin birçok yerinde hissedildi. Birçok vilayette büyük hasarlar oldu. Neredeyse üç şehir, bir düzine ilçe, birçok köy haritadan silindi ve resmi rakamlara inanırsak bir ölü sayısı var ama Antakya’dan kiminle konuşursanız sadece Antakya merkezde o açıklanan sayı kadar ölü olduğunu duyarsınız. Kahramanmaraş şubemiz üyesi olup da yakın veya uzak hısım akrabasını kaybetmeyen yok. Böylesine büyük bir depremin etkisinin uzun süreceğini zannetmiş idik fakat zannımızın aksine -onun için tehir etmiştik programı- çok çabuk soğudu ve unutuldu. İlk günlerde ortaya çıkan millî dayanışma heyecanını aksettiren, “evet, Türkiye’de herhalde bir millet var!” hüsn-i zannımız çok çabuk boşa çıktı. Çünkü bunu taşıyacak, ileri götürecek, kanalize edecek bir Türk devleti artık yok! Devlet organizasyonunu bırakın artık bir şirket organizasyonu bile olmadığı için depremin ateşi çok çabuk soğudu. Çürütülmüş bir devletin, kokuşmaya yüz tutmuş bir toplumu olduğumuz açığa çıktı. Şu anda o insanlar ne yapıyor, kimse bilmiyor.
Bir ders çıkarıldı mı bu depremden dersek: Hayır, öyle bir şey de olmadı. Bırakın uzaktan ekran başından seyredenleri depreme maruz kalanların bile Türk milletine yakışır bir ders çıkardığı söylenemez. Modern hayatın gidişatına toz kondurmamaya özen gösteren kötü dersler çıkarıldı. Bilime inanmanın, güvenmenin ne kadar önemli olduğuna dair bir batıl inanç muhkem hale geldi. Kazançlı çıkan bilim oldu, sekülerizm oldu, dünyevileşme oldu… Deprem -biz eğer Müslümansak- bize iki şeyi öncelikle hatırlatması gerekiyordu: Bir ihtar olduğunu ve bir kıyametin olduğunu hatırlamamız gerekiyordu. Kıyameti sadece deprem vesilesiyle değil her zaman hatırlamak gerekiyordu. Çünkü Resul-i Ekrem gökte bir bulut kabardığında ürperirmiş: Acaba o saat mi geldi? Bu tür dersler çıkaramadık! Yahut bir ikaz boyutu olduğunu asla söyleyecek bir ortam yoktu. Çünkü Türkiye’de “deprem kaderdir” diye söze başlayıp Müslüman ağzına benzer nifak ağzıyla konuşan birileri var ve bunlar iktidarda. Bir de küfür ağzıyla konuşmayı marifet sanan; “deprem kader değildir” diyen bir kesim var. Ortalığı bu iki ses kapladı. Dolayısıyla depremin bir ikaz boyutu, kıyameti hatırlatması falan Müslümanlık iddiamızla zıt bir şekilde aklımıza bile gelmedi. Belki işin içinde olanlar, deprem bölgesinde olanlar bunu hatırlamış olabilir. Yani depremin bize hatırlatması gereken ve uzunca bir süre unutmamamız gereken şey fay hatları, kolon kiriş hesabı, daha mukavim beton dökmek gibi mevzular değil kıyamet olması gerekiyordu. Kıyameti hatırlamak neden önemli? Neden hatırdan çıkarmamak gerekiyor? İnsan olduğumuz için önemli. Hayvanların kıyamet diye bir derdi yoktur, nasıl yaratıldık diye bir derdi de yoktur. Eğer biz insansak kâinatın bir yerde yaratıldığını ve birdenbire yaratıldığını, bir yerde de kıyametin birdenbire kopacağını bilmemiz, bu şuurla yaşamamız gerekir ki tarih içinde kalabilelim. Değilse eğer kâinat ve zaman ezeli ve ebedi bir şeyse, başı ve sonu yoksa orada tarih yoktur. Ezeli ve ebedi bir zaman ve yerde tarih olmaz; olmasına gerek de yoktur. Tarihin olmadığı yerde insan da yoktur, yani bir hayvandan bahsediyoruzdur. İki ayak üzerinden yürüyen bir hayvandan bahsediyoruzdur tarihin olmadığı bir yerde.
Bizi tarihin içine çeken, kıyameti hatırladığımız nispette merkezine yerleştiren şey bu kâinatın bir yerde yaratılıp bir yerde bittiği şuuru, inancı, imanıdır. Eğer kâinatın bir yerde yaratıldığı bir yerde biteceği fikrini terk edersek bilimsel olarak önümüze birçok şey konur ve onlardan birini tercih etmek mecburiyetinde kalırız. Son otuz yılın en popüler hikâyesi de işte Big Bang (büyük patlama) dedikleri hikâyedir. Yüz yıl önce (1922) masa başında uydurulmuş, şöyle olsa çok iyi olur diyerek masa başında uydurulmuş bir hikâyeyi otuz yıl önce popüler bilim haline getirip insanların önüne koydular. Şu anda birçok insan bunun artık böyle olduğunu kabul ediyor. Masa başında kotarılmış bilimsel teori bugün kanun haline gelmiş gibi kabul ediliyor. Bu hikâye kabaca ve hızlıca anlatırsak şöyle: Bundan 13 milyar küsur yıl önce büyük bir patlama olmuş, dokuz milyar yıl sonra şu anda üzerinde gezindiğimiz dünya soğumuş ve oluşmaya başlamış, derken orada birtakım inorganik maddeler, ardından ilk protein prototipleri ortaya çıkmış, onlar arasında -nasıl olduysa- bir araya gelip mikroorganizmalar ortaya çıkmış… Bu olay evrile devrile iki yüz ila üç yüz bin yıl önceye geldiğimizde ilk insanımsı mahlûka, Homo Sapiens’e ulaşmışız. Hikâye böyle ve şu anda biz en gelişmiş mahlûklar olarak böyle ellerimiz, kollarımız var, konuşabiliyoruz, en gelişmiş dünyada yaşıyoruz, bu iş ilerleyerek devam edecek… Eğer bir yerde aniden, birdenbire yaratılmamış, bir yerde kıyamet kopmayacaksa bu hikâyeye bel bağlamak mecburiyetinde kalınır.
Fakat biz Kur’an-ı Kerim'den kıyameti öğrendik! Kıyametin kopacağını öğrendiğimiz Kur’an-ı Kerimden yerlerin ve göklerin altı günde yaratıldığını da öğreniyoruz, dört günde yerler iki günde gökler şeklinde altı günde yaratılmıştır. Yedinci gün Allah arşa istiva etmiştir. Bu Tevrat’ta da böyle geçer. İncil’de yok bu bahis; ama ayıkladılar ama yoktu orjinalinde… Bilmiyoruz. Tevrat derken Ahd-i Atik diye Türkçeleştirilmiş. İncil Ahd-i Cedid. Yani yeni ahit, eski ahit! New Testament Old Testament. Yani ahit! Buradan rahatlıkla şunu söyleyebiliriz: Hıristiyanlar ve Yahudiler yeminlerini, ahitlerini bozmuş milletlerdir. Yeryüzünde yemini bozulmamış, yemini olan tek millet var. O bakımdan biz yeryüzünün, şu anda yaşayan bütün yerküredeki insanların en orijinal milletiyiz, en otantik milletiyiz aynı zamanda. Çünkü 1444’üncü yıldayız. 13 daha eklersek 1457 yıl önce nazil olmaya başlamış Kur’an-ı Kerim’i o günden bugüne kadar silsile kopmadan ezberleyerek gelmiş bir milletin mensubuyuz. Bu, dünyada hiçbir millete nasip olmamış bir şeydir. İşte Topkapı müzesinde var, mesela Hz. Osman’a ait olduğu söylenen Kur’an-ı Kerim veya hemen sonrasında Mushaflaşmış yazmalar… Yani biz o metinleri okuyabilen, 14 asır önceki metinleri okuyabilen ve buna ittibâ edebilen bir milletiz. Bu bakımdan eşimiz benzerimiz yok ama sünepe bir millet olduğumuza dair bir herzeyi bize kabul ettirdiler. Biz de elimizdeki birçok kıymetli şeyi elimizden çıkarma pahasına bunun böyle olduğunu zannettik. Medeniyetin, modern dünyanın, kapitalist dünyanın geldiği noktada biz bir işe yaramayan insanlar güruhu olarak tanımlandık ve bunu ilginç bir şekilde kabul ettik. Yeminimiz bozuldu / bozulmadı? Bunu muhasebesini herkes tek tek kendisi yapabilir.
Tabii şunu da ifade ederek meseleye girmeye çalışayım, şimdi yemin diyoruz... Ahit var Türkçede, ant var, misak var… Birkaç kelime daha bulabilirsiniz. Bunların hepsi o onun yerine, o onun yerine kullanılabilirmiş gibi gelebilir. Böyle bir şey yoktur yani eş anlamlı kelime diye bir şey yoktur. Yani eğer iki kelime Türkçede yakın anlamlarıyla varsa onların kullanım amacı ve yeri farklıdır ama biz kullanmayı bilmiyoruzdur. Onun için onun yerine bunu, bunun yerine onu kullanırız. Ancak kullanan birinden duyarsak veya okursak “ha, bu burada böyle kullanılırmış” şeklinde bu işi öğrenebiliriz. Yani ha yemin olur, ha ahit olur, ha misak olur… Olmaz. Şöyle olabilir; misakı izah ederken yeminden yararlanılır. Değilse iki kelime arasında her zaman nüans farkları vardır. Eğer bir dilde iki kelime varsa o iki kelime farklı manayı işaret eder. Onun için ahit ve misak… Şimdi Kur’an-ı Kerim’de geçmiş ümmetlerden de bizden de misak alındığı, yemin alındığı geçiyor. Misak -Misak-ı Millî'de de olduğu gibi mesela- biz bize yaptığımız bir yeminleşmedir. Misak aynı gaye uğrunda, aynı dava uğrunda, aynı gayeye matuf olarak bizim kendi aramızda yaptığımız bir yeminleşme, bir sözleşmedir ve bir vesikaya dayanır. Ahit ise farklı amaçları olan ama bir şey üzerinde yemin edilen bir mevzudur. Ant nedir onu tam bilmiyorum ama yemin yerine -dediğim gibi bilmediğimiz için- kullanabiliriz. Fakat Türkçede yemin edilir, edilen bir şeydir ama ant içilir, içilen bir şeydir. Dolayısıyla nerede kullanacağımızı bilmezsek ikisini de birbirinin yerine kullanabiliriz. Mesela antlaşma diyoruz aslında muahede. Lozan Muahedesi dediğimizde bir ahitleşme, farklı milletlerin, farklı devletlerin kendi aralarında bir mesele üzerine yaptıkları bir ahitleşmeyi anlıyoruz ama bunu Türkçeleştirirken antlaşma demişiz haldır huldur konuşurken de anlaşma deyip çıkmışız. Her neyse Türkçede bu konuda dört beş kelime var, kavram kargaşası olmasın diye bir hususa işaret etmeye çalıştım.
Türk milleti yeminle var olmuş bir millet, başından beri. Biz ya bir şeye sadık kalmak için yemin ederiz ya da bir şeyin intikamını almak için yemin ederiz. Yani her yemin bir azmin ve ısrarın dile gelişidir. Sürekli yemin edip duranı da adam yerine koymayız, yalancı gözüyle bakarız. 13. asır yani bu topraklarda birçok şeyin başladığı, bu toprakların Türk toprağı olduğu ve Daru’l İslam haline geldiği, İslam toprağı haline geldiği o zamanda bir takım yeminli insanlar vardı. Bunlar işte Fuat Köprülü’den öğrendiğimize göre -gerçi o da Aşıkpaşazade’den alıyor- dört sınıf yeminli insan vardı: Gâziyân-ı Rum, Âhiyân-ı Rum, Abdalân-ı Rum ve Bacıyân-ı Rum. Bunlar yeminli adamlardı. Yani o sınıflara girebilmek için bir yemin etmeniz gerekiyordu, o yemine ihanet ettiğiniz anda o sınıflarla bağınız kopuyordu. Ahi teşkilatı bunun çok bariz örneğidir, hatta işte yemin metinlerinin bugünlere kadar geldiği söylenir. O metinlere bakarsanız her cümlenin bir ayet ve hadise dayandığını görürsünüz ve ahiler bu konuda çok katıdır: O yemine ihanet ettiğiniz anda teşkilatla bağınız kopar, öyle kadı-gidi işleriyle uğraşılmaz; yargısız infaz yapılırdı. Sadece yemine ihanet edildiğinin görülmesi yeterliydi. Pabucunuz dama atılır ve teşkilatla bağınız kopardı. Bu topraklar yeminli insanlar sayesinde Türk toprağı oldu. Türkleşme dediğimiz hadise böyle başladı. O insanların her biri, yeminli insanların her biri birer maya vazifesi gördü. Nasrettin Hoca da göle maya çalarken ne yaptığını biliyordu. “Göl maya tutar mı?” dediklerinde “ya tutarsa” dedi ve tuttu gerçekten. 13. yüzyılda o göl maya tuttu, bu topraklarda bir ihtida hareketi başladı. Yani birileri Uzak Asya’dan, Orta Asya’dan gelip de buralarda birilerini denize döküp, soykırımdan geçirip buraları Türk toprağı, İslam toprağı haline getirmedi. Burada bir maya tuttu, göl maya tuttu gerçekten. Buradaki insanlar o yeminli insanlara bakarak “böyle insan olunur”, bunu canlı örnekleriyle gördüler. Mesela Nicolae Jorga’nın Osmanlı Tarihi’ne bakın, orada Danişmentoğulları’nın ihtida etmiş Ermeniler olduğunu okursunuz. Yine hakeza Danişmentoğulları’nın akrabası Karesi Beyliği’nin ihtida etmiş Ermenilerden müteşekkil olduğunu görürsünüz. Menteşoğulları Beyliği’nin ihtida etmiş Rumlardan ibaret olduğunu da anlayabilirsiniz. Bu topraklarda bir maya tuttu. Türk hayatının her yerine bakın, eğer bugün -bugün bile!- hayatımızda iyi bir şey, müspet bir şey, bizi yükselten bir şey varsa onun kökenine inebildiğiniz kadar inin orada yemini olan, yeminine sadık birini veya birilerini görürsünüz. Her zaman bu böyle olmuştur.
Türk milleti yeminle ortaya çıkmış bir millettir. Dilinde, siyasetinde, iktisadında… Dediğim gibi bunun kökenini de Kur’an-ı Kerim oluşturur. Çünkü Kur’an-ı Kerimde Allah birçok şeye yemin eder, yüzlerce yerde yemin vardır. İşte “asra yemin olsun ki”, “incire ve zeytine and olsun”, “Nefes nefese koşanlara and olsun…” Şimdi bu topraklarda bir maya tuttu, o maya her zaman yeminli insanlar vasıtasıyla taşındı. Tarihin akışına bakın, tarihin akışı nerede döndüyse, nerede bir dönemeç, keskin viraj, kırılma varsa orada tarih yeminli birtakım insanlara toslamıştır. Bunun en bariz örneklerinden birisi dediğim gibi 13. yüzyıldaki o yeminliler hareketidir. Fetret döneminden nasıl çıkıldığına biraz bakın. Ben konuyu uzatmamak için hızlı geçmeye çalışacağım. Fetret döneminden sadece bir takım yeminli insanlar olduğu için on bir yıl boyunca süren o dönemden o şekilde çıkılmıştır. Haçova Meydan Muharebesine bakın, yeminli birtakım insanlar görürsünüz. Hakeza Çanakkale Harbi'nde, İstiklâl Harbi'nde… İstiklâl Harbi'ni biz Medine’de başlatıyoruz, Fahrettin Paşa’nın Medine müdafaasıyla İstiklâl Harbini başlatıyoruz ve orada Fahrettin Paşa, emrindeki zabitan ve erata, Medine ahalisi de var, bir Cuma namazında hutbeye çıkıyor, hutbeyi irad ettikten sonra cemaate yemin ettiriyor: “Ya Resulallah biz seni bırakmayacağız.” Bütün cemaat bu yemine iştirak ediyor. Ömer Seyfettin’in çok yakın dostu İdris Sabih Bey de o meşhur naatını bütün cemaatin iştirak ettiği o yeminin tesiri altında kaleme alıyor. Ömer Seyfettin demişken And hikâyesini hepiniz bilirsiniz. Orada çok ince bir şey var. Ömer Seyfettin şehirli bir memur çocuğu olarak Gönen’de ilk mektebi okuyor ve sınıfında falaka cezasına çarptırılmış bir çocuk falakaya yatırılacakken başka bir çocuk “hayır o yapmadı ben yaptım” diyerek o suçu üstleniyor. Falakaya yatırılacak çocuk cılız bir çocuk! Bu, iri yarı, güçlü kuvvetli bir çocuk ve falakanın altına o yatıyor. Niye onun yerine falakaya yattığını sorduğunda onların kan kardeşi olduğunu öğreniyor. Bu mesele Ömer’in çok ilgisini çekiyor ve bakıyor ki sınıfta birçoğu kan kardeşi. Ömer Seyfettin de kendine bir kan kardeşi bulmak için bakıyor ve Mıstık’ı gözüne kestiriyor. Bir gün söğüt dalından kendine binmek için bir at yaparken çakıyı kaçırıyor parmağını çizdiriyor ve kan çıkıyor. Fırsat bu fırsat deyip Mıstık’a kan kardeşi olmayı teklif ediyor. Mıstık bakıyor; “bu iş parmakla olmaz” diyor, “kol kesmek gerekir.” Çakıyı alıp kolunu kesiyor. Ömer Seyfettin bunu tasvir ederken “biraz derince kesti” diyor. Hikâyenin kahramanı Ömer değil, yemininde samimi ve kararlı duran Mıstık oluyor. Bu Ömer Seyfettin’in ömrü boyunca unutmadığı bir hatıra yani yaşanmış bir şey, masa başında tertip edilmiş bir hikaye değil. Ömür boyunca unutmadığını söylüyor bu hadiseyi. Yani şunu diyeceğim: Eğer hayatımızda kıymetli bir şey varsa, iyi bir şey varsa, bizi yükselten, yukarıya çıkaran bir şey varsa bunun kökeninde bir yemin vardır. Biz bugün Ömer Seyfettin hikâyeleri okuyabiliyorsak yeminine sadık birinin, bir Türk çocuğunun kuduz köpeğinin önüne kendisini atmasıyla o hikâyeleri okuyabiliyoruz. Bunu dilediğiniz gibi araştırıp karıştırabilirsiniz, bu böyledir: Hayatımızda iyi olan şeylerin bir yemine istinat ettiğini görürsünüz.
İstiklâl Harbi bir yeminle başladı. Sonrasında milletçe iki yerde daha -benim görebildiğim kadarıyla- yemin ediyoruz, şahsi yeminler hariç. Biri Misak-ı Millî. Misak-ı Millî; millî yemin, millî misak. O metne bakarsanız sadece sınırlarımızla alakalı bir mevzu olmadığını, burada yaşayan Müslüman unsurun bir bütün olarak tek millet kabul edileceğine dair bir yeminleşmedir bu. Ve asla Osmanlı Mebusan Meclisinin son aldığı karar ve orada kalmış, kimsenin dönüp bakmadığı bir metin değildir. Geçen toplantımızda Bahadır Karadağ tafsilatıyla izah etti. Türkiye’nin birçok vilayetinde insanlar meydanlarda toplanarak Misak-ı Millî’ye bağlı kalacaklarına yemin etmişlerdir. Misak-ı Millî’yi gerçekleştirinceye kadar savaşacaklarına dair yemin etmişlerdir. Bu yemin İstiklâl Harbi'nde çok çok canlı bir şey olarak önümüzdedir. İkinci bir misakımız daha var İstiklâl Harbi'nde, o da bugün İzmir İktisat Kongresi olarak bildiğimiz iktisat kongresi, bunun asıl adı Misak-ı İktisadîdir. Sonradan İzmir İktisat Kongresi demeye başlamışız. Yani bir misaktır, bir yemindir hatta orada Kazım Karabekir olması lazım toplantının başkanı -günlerce süren bir toplantı- o diyor ki: Misak-ı Millîyi Cihad-ı Asgar ile gerçekleştirdik Misak-ı İktisadîyi ise Cihad-ı Ekber ile gerçekleştirmemiz gerekir. Birçok karar alınıyor orada da. Yani çiftçilerin, esnafın, sanayicinin, amelelerin ne yapacaklarına dair birçok kararlar alınıyor ve bunun üzerine yemin ediliyor.
Bizim hayatımızda eğer hayırlı bir şey varsa, düzgün bir şey varsa bir yeminin eseri olarak vardır o. Bir kötülük varsa bir şer varsa o, yeminsiz insanların başımıza açtığı bir beladır. Tarihin akışına kendini bırakmış insanların başımıza açtığı bir beladır. Ömer Seyfettin, sınıfındaki çoğu çocuğun kan kardeşi olduğunu yani yeminli olduğunu öğreniyor! Bundan on, on bir sene öncesine kadar Türk çocukları her gün ama her gün derse başlarken yemin ederek, and içerek derse başlıyorlardı. Ve yeminsizler ordusu olan AKP bu yemini kaldırdı. Şimdi içimizde birçok öğretmen de vardır. 2010 mu 2011 yılı mı andın kaldırılması? O zamana kadar mezun olan ilkokul talebeleriyle yeminsiz olarak mezun olan ilkokul talebeleri arasında bir uçurum olduğunu söylerler size. Eğitim müfredatı şudur budur. Ama bu şeklen bile olsa bir şeyi muhafaza ederek geliyordu o güne kadar. Dolayısıyla bugün yeminsiz, yeminini bozmuş, ihanet etmiş insanların yönettiği ve yönetime talip olduğu bir ülkede yaşıyoruz. Dahası yemini olan yegâne milletten öç almak için yemin etmiş gibi hareket edenlerle dolu bir siyaset sahnemiz var. Namık Kemal’in ifadesiyle sar-ı şeytani: Şeytani öç! Altı sene önce başımıza bir başkanlık sistemi bela edildi. Başkanlık sistemi ve yeni anayasa AKP’ye verilmiş bir ödevdi. Ödevdi, yani “bunlar yapılacak!” şeklinde verilmiş bir ödevdi. Yeni anayasayı beceremediler ama ahitleri(!) var. “Seçimden sonra ilk işimiz yeni anayasa yapmak.” diyorlar. Başkanlık sistemi becerildi ve büyük bir bela olduğu bugün işte elan gözümüzün önünde cereyan ediyor. Hiçbir çıkış yolu yok. İnsanlar Gürcistan’da Gürcü olduğunu fütur etmeden söyleyen birini seçmekle işte yakınlarda Alevi olduğunu söyleyen birini seçmek arasında kıstırılmış vaziyette. Başkanlık sistemi bize bunu getirdi. Ve ikisine de bakarsanız yeminli insan ağzıyla konuştuklarını göremezsiniz: Kasımpaşa ağzıyla konuşan ve Dersim ağzına kayan bir ağızla konuşan iki kişi! Yani ölümlerden ölüm beğenmek mecburiyetindeyiz. Bunu mecazen söylemiyorum. Seçim sonucu itibariyle de böyle olacak; ölümlerden ölüm beğeneceğiz. Kısa sürede fazla can acıtmadan bir ölüm mü yoksa uzun süreye yayılmış işkence çekerek bir ölüm mü? Bu tercihte bulunacağız. Burada bazı arkadaşlara da yakın zamanda şöyle bir şey söylüyordum, iddiam vardı! İddiamdan vurulup vurulmayacağımı bende merak ediyorum. Yani Türkiye’de Türk Milleti’nin başında olmanın veya görünmenin birinci şartı Müslüman gözükmektir. Kim olursan ol! Bir de Sünni gözükmektir. Kim olursan ol! İstersen Mustafa Kemal Atatürk ol istersen Recep Tayyip Erdoğan ol! Türkiye’de Türk Milleti’nin başında bulunmanın şartı budur. Bu şartı herkesin yerine getirmesi gerekir. Örnek olarak da Kemal Kılıçdaroğlu’nu veriyordum; “Kemal Kılıçdaroğlu Alevidir ama bir gün çıkıp da “ben Aleviyim” diyemez. Derse bırakın cumhurbaşkanı olmayı CHP’nin başında bile duramaz.” gibi çok yukarıdan konuşuyordum. Adam iddiama inat, çıktı ve Alevi olduğunu ilan etti. Ben de merak ediyorum açıkçası haftaya ne olacak. Şimdi Gökhan Göbel’e söz vereyim ondan sonra bakalım söz nereye gidecek.
Gökhan Göbel:
Selamun aleyküm. Panelimizin başlığı İsmet Bey’in yazılarından birinin başlığı. Yani “Yemini Olan Yegane Millet ve Diğerleri.” O yazıda İsmet Bey, o yeminin dine bağlılık yemini olduğunu söyler. Türkleri diğer milletlerden ayıran şeyin dine bağlılık yemini olduğunu söyler. Bu dine bağlılık yeminimizin iki semeresi var İstiklâl Harbi esnasında karşımıza çıkan. Birisi Misak-ı Millî’dir diğeri İstiklâl Marşı'dır. Misak kelimesinden Genel Başkanımız bahsetti. Şöyle bir hususiyeti de vardır “misak” kelimesinin, İstiklâl Marşı’yla müşterek bir yere atıf yaparlar. Kalubela’ya atıftır misak aynı zamanda. Orada “kalubela”da verdiğimiz sözdür. İstiklâl Marşı da “Ben ezelden beridir hür yaşadım hür yaşarım” derken ezel kelimesiyle, ezelden bahisle gene “kalubela”ya atıf yapar. Bugün tabii olan biten dolayısıyla yani işte inkılaplar dolayısıyla bu “misak” ve “ezel” kelimelerinden uzaklaştırıldığımız için bu irtibatı kuramıyoruz. 1940’lı yıllarda Vâlâ Nurettin’in bir yazısı var. Kendisi 1901 doğumludur. Bizim nesil günlük konuşmasında şöyle ifadelerle konuşurdu diyor; Aşere-i Mübeşşere, Çihâr yâr-i güzîn, farz-ı kifaye, sahih hadis, nass-ı kat'ı... Biz günlük ifadeler olarak bunları kullanırdık diyor. Bugünün gençleri de en azından bir müsteşrik kadar bunları, bu ifadeleri, bu kelimeleri bilsinler kullanabilsinler demişti. Bugünse işte aradan geçen zaman sonunda, müsteşriklerin ağzının içine bakıldığı bir ülkede yaşıyoruz. Medreselerimiz varken böyle değildi. Medreselerden sonra asgari Arapça, Farsça tahsili görüp meraklı olan insanlarımız varken de bu duruma düşmemiştik. Bunlardan birisi mesela Orhan Şaik Gökyay’dır. Vâlâ Nurettin’den bir yaş küçüktür. Bugün çok meşhur ve etkili kabul edilen Annemarie Schimmel’le mesela bir toplantı esnasında karşılaşıyorlar. Orhan Şaik tabii ki bütün akademiyi -akademide olmayarak- yaptıkları yanlışlar yüzünden rezil etmiş bir insandır. Schimmel’e Orhan Şaik Gökyay soruyor, diyor ki: “Bu ara ne çalışıyorsunuz?” O da, Schimmel de "Sayenizde hiçbir şey çalışamıyoruz." diyor. Bizim böyle insanlarımız -en azından mesela Orhan Şaik seksenli yıllara kadar yaşadı- vardı yani.
Bu iki insan -birisi 1901 birisi 1902 doğumlu Hristiyan takvimine göre- gençliklerinin beş yılını bir İslam Cumhuriyeti olan Türkiye’de geçirdiler. Türkiye Cumhuriyeti beş sene resmen Teşkilat-ı Esasiye'ye göre anayasa maddesi olarak bir İslam Cumhuriyeti'ydi. Bugün Hıristiyan takvimine göre yüzüncü yılındayız ya hani asıl işte belki konuşmada ileride onu da konuşmamız lazım. Yani Türkiye’de böyle bir hava yok. Deprem dolayısıyla geri atılmış bir şey değil, depremden önce de yok. Biz Türkiye Cumhuriyeti olarak yüzüncü yılımızı kutlayacağız diye bir hava yok. Yani bu çok enteresan bir şey. Deprem dolayısıyla geri itilmiş bir şey değil. Ama yarın öbür gün hangi durumla karşılaşacağız bilmiyoruz. Ben sadece bir şey hatırlatacağım bu vesileyle; yarın öbür gün "Atatürk’ün kurduğu laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin" yüzüncü yılını kutlamaları mevzu bahis olursa bazılarının, en azından 1937’den yüz seneyi hesap edip 2037’ye kadar beklemeleri lazım. Çünkü bu cumhuriyetin ilk beş senesi İslam Cumhuriyetiydi. Laiklik 1937’de girdi anayasaya. Hatta eğer "laik demokratik Türkiye Cumhuriyeti’nin" yüzüncü yılını kutlama gibi bir dertleri olursa 2050’yi beklemeleri gerekir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin ancak bir İslam Cumhuriyeti olarak doğabildiğini biz İstiklâl Marşı Derneği olarak sık söylüyoruz. Başka şeyler de söylüyoruz: Bunlardan bir tanesi Sakarya Meydan Muharebesi sonrası Büyük Taarruza kadar bir sene beklenilmesi. Bununla ilgili... Yani biz bunu millete sunuyoruz, bakın böyle bir şey olmuş diye ama yani başka yerlerden bir tehlike olarak algılanıp bunlara karşı mesela, bir kitap yazıldı. Ben o kitabı edinmekte bile güçlük çektim çünkü öyle mağazalarda falan yok. Gidip yerinden yayınevinden aldım, dizgisi falan çok kötü. O bir sene boyunca aslında pek de manalı bir şey olmadığını, bu bir sene bekleyişin normal olduğunu gösteren “Sessiz Bekleyiş” isimli bir kitap çıktı. Bir şey daha vurguluyoruz, Fahrettin Paşa’nın İstiklâl Harbi'ne sokulmadığını vurguluyoruz. Kâbil’e sefir tayin edildiğini vurguluyoruz. Bununla ilgili de mesela yayın yaptılar. Bunu yapan mesela Murat Bardakçı'ydı. Murat Bardakçı, Fahrettin Paşa’nın Büyük Taarruz'dan sonra Mustafa Kemal’e sitayişkâr ifadeleri olduğuna dair yazışmaları, mektupları olduğunu söyledi. Ve işte hatta şöyle bir ifadesi de varmış, bu da aslında bizim dediğimizi doğrulayan bir şey: "Keşke ordunuzda bir nefer olabilseydim." demiş mesela Fahrettin Paşa. Ama aynı haberde Fahrettin Paşa’nın o bir sene bekleyişte Sakarya’dan Büyük Taarruz'a kadar olan müddette “Yeni Gün” dergisinde -işte bulamadım- yazıları olduğunu ve o yazılar dolayısıyla başta Mustafa Kemal’in çok kızdığını, hiddetlendiğini söylüyor ve bu yazışmaların devlet arşivinde olduğunu söylüyor. Bunlara biz tabii ulaşamıyoruz.
Aslında Sevr’in geri gelip gelmeyeceği havası var Türkiye’de şu anda. Bütün siyasi tablo da aslında onu gösteriyor. Lozan’ın 100 senelik olduğunu iddia edenler var, olmayacağını söyleyenler var ama Türkiye Cumhuriyeti'nde dediğim gibi bir yüz sene kutlama havası olmadığı için ister istemez bu görülüyor, Sevr meselesi. Yani yirmi sene öncesine kadar -Bülent Ecevit yaşarken mesela- böyle şeyler söylenirdi, hatırlıyorum. "Sevr paranoyası" diye bir laf vardı Türkiye’de. Bir de mesela "Türkiye ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür." denirdi. Bugün çok daha ağır şeyler olmasına rağmen bu iki ibareyle karşılaşmıyoruz. AKP’nin eski bir bakanı, eski ANAP’lı daha önce sanırım Millî Selamet’li Cemil Çiçek, 2009 senesinde Hıristiyan takvimine göre, yerel seçim sonrasında şöyle bir beyanatı olmuştu sonra buna pişman oldu, hemen ben öyle demek istemedim gibi başka beyanat verdi. Yani dedi ki “Biz Ankara’yı kazandık.” AKP için diyor. “Cumhuriyet Halk Partisi İzmir’i kazandı bunun için sevinebiliriz.” Ama BDP idi o zaman adı “Ama BDP Iğdır’ı aldı." Yani Ermeni sınırına dayandılar gibi bir ifade kullandı. Ve bu ifadesi dolayısıyla çok hücuma uğradı. O da hemen geri adım attı. Bugün de AKP’nin içinde ama AKP muhalifi imiş gibi bir tavır takınıyor. Bütün siyasi tablo AKP’li aslında. Yani AKP muhalifi imiş gibi yapanlar da öyle. Şimdi “onlar aya biz yaya” ya da “eller aya biz yaya” diye bir laf var. Bu solcuların çok kullandığı bir laf, Aziz Nesin'in köşesinin adıydı bu. Onlar aya biz yaya yani millet aya gidiyor biz nelerle uğraşıyoruz ile tenkit ediyorlardı karşısındakileri. Bugün AKP çekilişle mesela uzaya insan gönderiyor. Yani siyasi tabloda hiçbir fark yok. Medeniyetin emri altında olmak bu aynı zamanda. Biz İstiklâl Marşı Derneği olduğumuz için bunu söylüyorum. Siyasi tabloda fark olmadığını fark etmek için bir kavrama, kelimeye de dikkat etmek lazım; adalet. Adalet ve Kalkınma Partisi zaten AKP’nin ismi. Kemal Kılıçdaroğlu’nun da “Adalet Yürüyüşü” var. Yani bu adalet meselesi nereye atıf? 2. Mahmut’a mı atıf var burada yoksa Hazreti Ömer’e mi atıf var? 2. Mahmut “Adlî” mahlasıyla bilinir. 2. Mahmut’a atıf bu adalet bahsi. Adlî mahlasıyla bilinir ve meşhur lafı -kendisi zaten hemen tanzimat öncesi bir padişahtır, onun adaletle anılmasının sebebi de o- “Ben tebaamın Müslim olanını Camii’de, Musevi olanını Havra'da, İsevi olanını Kilise'de görmek isterim." Bu kabul edilebilir bir şey gibi bazı Müslümanlara geliyorsa problem. Çünkü bu Resulullah’a verilmiş bir şeydir diğer peygamberlere verilmemiş bir şeydir, “yeryüzü bana, ümmetime mescit kılındı” diyor. Yani biz Camii’ye hapsolunacak insanlar değiliz Müslümanlar olarak. Biz Hazret-i Ömer’in adaletini İstiklâl Marşı Derneği olarak esas sayıyoruz. Ve bu topraklarda bir vatan edinmemizi, başı dik asırlar yaşamamızı da buna borçlu olduğumuzu düşünüyoruz. Hazret-i Ömer adaleti on iki senelik hilafeti sırasında tatbik ettiği şeylerle tebarüz etmiştir. Müslim gayrimüslim kati suretle ayrılmıştır. Müslümanların gayrimüslimlere üstünlüğü kati şekilde tatbik edilmiştir. Biz bunu topraklarımıza aynen naklettik. 2. Mahmut’a, Tanzimat Fermanı'na kadar. Bugün siyasi ortamda -yani dediğim gibi- 2. Mahmut’un adaletini savunanlar var. Biz ne kadar etkili olabiliyoruz, sesimiz çıkabiliyor... Ama İstiklâl Marşı Derneği olarak Türkiye’de Hazret-i Ömer’in adaletinin tatbik edilmesini savunan tek kuruluşuz.
Türkiye’de aslında Türkiye’nin bütününe tek teklifi olan da İstiklâl Marşı Derneği. Türkiye’de bütün insanlara teklifi olan bir öbek yok. Biz Türklük ve Sünnilik teklif ediyoruz. Çünkü bunlar olunabilen şeyler. Yani Türk olabiliyorsun, Sünni olabiliyorsun. Hatta ben kendim için Hanefiliği de işin içine katabilirim. Biz işte, mesela annem babam Şafii ama biz üç kardeş Hanefiyiz. Benim Hanefi olmam... Daha akıl baliğ değildim. İşte elifbayı öğrenmiştim, Kuran’a geçmiştim. Şafii olduğumu bilen mahalledeki kızlar, elimde Kur’an, beni yakalayıp işte abdestimi bozacak. Bir keresinde başardılar. Ben de hocaya gidip dedim ki bundan sonra ben Hanefi olacağım, dedim. Niye, dedi. Yani dedim başıma böyle bir şey geldi, Hanefi olmak istiyorum dedim. O da dedi ki, Allah razı olsun, “bak” dedi “bundan sonra kızlar değdi Hanefiyim elim kanadı Şafiiyim yok.” "Yok" dedim. “İmam-ı Azam ne derse o” dedim. O günden beri Hanefiyim. Benim ağabeyim de öyledir, erkek kardeşim de Hanefi olmuştur. Yani Türklük ve Sünnilik teklif edilebilir şeyler, olunabilen şeyler ben kendisinin bunun farkında olup olmadığını bilmiyorum, farkında değildir diye tahmin ediyorum, yani mesela Kemal Kılıçdaroğlu’nun siyasi figür olmasının başka bir sebebi yok. Nitekim rakibi Muharrem İnce, bana sorsalardı ben Alevi olmak isterdim ama olamıyorum, dedi. Muharrem İnce keşke olabilse, neyse de, ama işte bu gerçek yani. Muharrem İnce istese de Alevi olamaz ama Kemal Kılıçdaroğlu Sünni olabilir.
(…)
Bir dinleyici: Burada tekbir getirmenizi sağlayan hükümet... Özgürlüğünü devlet sağlar.
Durmuş Küçükşakalak: İstiklâl Marşı'nın Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne hiçbir borcu yoktur.
(Bütün salondan kuvvetli alkışlar)
Bilakis Türkiye Cumhuriyeti bütün varlığını İstiklâl Marşı’na borçludur. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti ilan edilmeden, cumhuriyet ilan edilmeden iki sene önce bizim İstiklâl Marşımız vardı. Yani biz bir devlet kurduk bizim de bir marşımız olsun diye Mehmet Akif oturup da bir marş yazmadı.
Başka bir dinleyici: Övdüğünüz andımız ne zaman vardı?
Durmuş Küçükşakalak: 1933 yılında Reşit Galip onu hediye etti. 70’lerde o sonraki kısmı o “Ey, ulu önder Atatürk!” falan kısmı eklendi. Onun için andımız andımızdır. Bizim de andımızdır.
İstiklâl Marşı, İstiklâl Harbi'ne yön vermek üzere yazıldı. İstiklâl Marşını Meclis'ten Türk ordusu istedi. Onun için marşın başına bakın "kahraman ordumuza” ithaf edilir. Yine bir toplantımızda İbrahim Kesgin, cephede bunun nasıl yankılandığına, okunduğuna dair izahlarda bulundu. Biz bugün eğer bir "devlet"ten bahsediyorsak İstiklâl Marşı'na bütün hayatını borçlu bir devletten bahsediyoruz. Ne İstiklâl Marşı’nın ne de derneğinin devlete bir borcu var! Değil ki AKP hükümetlerine olsun. Gökhan Göbel sen sözüne devam et ben daha sonra bakayım.
Gökhan Göbel: İşte Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Aleviyim” deyişi, ben bunun gene dikkate değer olduğunu düşünüyorum. Şöyle yani: Bir mitingde veya bir televizyon konuşmasında söylemedi. Bir sosyal medya yayınında söylemiş. Bunun da bence anlaşılmaya değer tarafı şu: Türkiye’de 1966 yılında, Birlik Partisi diye bir parti kuruldu. Türkiye İşçi Partisi’nin mecliste olduğu zamandı, 1965’te Aybar’ın başkan olduğu Türkiye İşçi Partisi’nin. Partileşmeden önce birkaç partiye gitmişler. Türkiye İşçi Partisi de iyi muhalefet ettiği için oraya gitmişler ve bir isteklerini sunmuşlar. “Biz Aleviler olarak Hükümete şu soru önergesinin verilmesini istiyoruz.” demişler. Mehmet Ali Aybar da cevaben demiş ki: Biz Alevi partisi değiliz. Sonra Birlik Partisi adıyla bir Alevi partisi kuruldu, 1966 yılında. İlk seçimleri 1969 seçimleriydi. O seçimlerde Birlik Partisi %3 bile değil %2.8 oy aldı ve bu 1969 yılında başa güreşeceğiz diyen Türkiye İşçi Partisi’nin aleyhine oldu. Sonra işler öyle akmış -tabi ben okuyarak gördüm- Mehmet Ali Aybar 1971 Muhtırası’ndan sonra ismi Türkiye Birlik Partisi’ne dönen, Türkiye Birlik Partisi’nden bağımsız aday olmuş ama kendisi dahil hiç kimse seçilememiş, sadece bir kişi sanırım seçilmiş ve o parti de ömrünü tamamlamış, bitirmiş. Yani Türkiye’de böyle bir Alevi partisi tecrübesi var ve sonucu da bu olmuş.
Misak-ı Millî... Bu yüz senenin mesela son yirmi senesi... Biz “Yemini Olan Yegane Millet” diyoruz. Biz hesap etmiyoruz ama kafirler Türklerin Misak-ı Millî’sini hesap ederek iş yapıyorlar. 2003’tür Irak’ın işgali. Irak’ın işgalinde hesapladıkları sonuç mesela kolayca üç parça olmasıydı falan Irak’ın. Ama dikkat ederseniz özerk yapı Misak-ı Millî içinde oldu, kuzeyinde oldu ve Amerika’nın peşmergelere bıraktığı yerde ilk iş olarak ne yaptılar? Musul’daki ve Kerkük’teki tapu kayıtlarını yaktılar. Sonra Suriye’de olan biten hadiseye de dikkat ederseniz Suriye’nin kuzeyinde olan biten hadiselerdir, Misak-ı Millî sınırları içinde olan hadiselerdir. IŞİD diye bir şey çıkarılması -ki Trump bunun önceki Amerikan yönetiminin icadı olduğunu beyan da etmiştir- neye sebep oldu? PYD'ye desteğe. Yani İskenderun’dan denize açılacak bir Kürdistan fikrine destek olmak için IŞİD icad edildi ve Süleyman Şah türbesi, yani Misak-ı Millî'nin işaret noktası olan Süleyman Şah türbesi Türkiye’ye naklolundu. Bugün PYD mesela şöyle pazarlık yapıyor onlarla, "Eğer benim dediklerimi yapmazsanız", Avrupalılara söylüyor, "sizin bütün gönderdiğiniz IŞİD’lileri", onları hapishanede tutuyor, "salıveririm" diyor ve böyle pazarlık yapıyor onlarla. Ve bugün batımızda, Misakı Millî’nin batısında da bir açık Amerikan silah yığınağı var, yani Dedeağaç’ta bilhassa. Bütün olan biten aslında biz hesap etmesek de Misak-ı Millî’yle alakalı. Yani onlar o işleri öyle ayarlıyorlar. Bu silahlanma meselesini Yunanistan ilan ettiği zaman da dikkat ederseniz “Biz yeni bir döneme geçiyoruz, silahlanıyoruz.” dediği zaman da bunu Atina’da değil Selanik’te ilan ettiler. Yani mesela Ukrayna Batı’nın güdümüne girdi diye Rusya müdahalede bulundu. Biz yirmi senedir üç taraftan çok daha ağır bir kuşatma yaşıyoruz yani.
Yüz senenin, mesela bizim akarsularımız bakımından nasıl geçtiğini Konya’da konuşmak lazım geldiğini düşündüm. Çünkü yani bütün Türkiye’de yeraltı sularının azaldığından bahsediyorlar ama bilhassa Konya’da bunun azaldığından bahsediyorlar. Bu yeraltı sularının azalmasının sebebinin de açılan kuyular dolayısıyla yapılan sulamalar olduğunu söylüyorlar büyük bölümünün. Kendi su meselemizi, hiçbir zaman kendimiz halletmedik. Burada bir tesadüf var Konya’yla ilgili. Çünkü 1950 yılında Marshall Yardımı'yla Türkiye Cumhuriyeti’ne kırk bin tane pompa veriliyor. Yani bu Marshall Yardımı olarak Türkiye’ye geliyor. İşte savaş sonrası Avrupa’nın tahıl ambarı olacak Konya ve bu pompalar geldiği zaman Türkiye’ye Refii Cevat Ulunay’ın bir yazısı var. Refii Cevat Ulunay diyor ki “Kırk bin tane pompa verecekmiş Amerikalılar bize Marshall Yardımıyla peki ama bizim Kızılırmak boşa akıyor.” diyor. 1950 yılında, düşünürsek, nehirlerimizden henüz sulama maksadıyla bile bir fayda temin etme konusunda bir şey yapmamışız. Bizim İstiklâl Marşı Derneği'nin teklif ettiği nehirleri birleştirme, hatta işte münakalat meselesi, ulaşım meselesi ise hiç yok. Şöyle bir şey anlatılır, gazetede var bu da yani. Mesela 1930’lu yıllarda Reşit Galip’le beraber bir okulu ziyaret ediyor Mustafa Kemal. Orada işte müdürün oğlu var, Aydın Efendi diye. Onu imtihana kaldırıyorlar. Babasından yabancı dil öğrenmiş bir kimse. Ona birkaç soru soruyorlar akarsularımızla ilgili. Kendisi daha bir lise talebesi olarak Sakarya ve Kızılırmak’ın birleştirilebileceğini, mansabının neresi olması gerektiğine falan dair onlara bir sunum yapıyor. Reşit Galip de “talebe değil muallim” diyor bu şahıs için, ama o çocuğu kendisi su mühendisliği okumak istediği halde Amerika’ya tarih tahsiline gönderiyorlar. 1970'li yıllara kadar Türkiye’de sadece beş tane su mühendisliği ile ilgili profesör varmış. Bugün merak ettim bu meselelere baktığım için, bir çalıştaylarını seyrettim. Bugün bu isimlerden çok olabilir ama kendi içlerinde zaten meseleli oldukları anlaşılıyor. Yani iki saat konuşmanın sonunda yaşlıca birisi çıkıp dedi ki “Sen şu kadar zamanda profesör olamamış adamı Türkiye’nin açılan dördüncü üniversitesine rektör atarsan tabii ki bu meselelerde sonuç alamazsın.” dedi, hiçbiri de itiraz etmedi.
Biz Misak-ı Millî'yle -dünya sisteminin dayattığı çevre sorunuyla değil- Misak-ı Millî ile bu su meselemize bakabiliriz, bakmalıyız da. Çünkü Çoruh Nehri'miz var Batum’dan denize dökülüyor. Batum, Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalmış, bırakılmış Misak-ı Milli toprağımızdır. Misak-ı Millî toprağımızdan ilk vazgeçiş orada olmuştur. Çoruh Nehri'nin on beşte biridir ancak sınırlarımız dışında kalan ve bunun nasıl bir mesele olduğunu şuradan anlamak mümkün -bugün de mesela birçok karayolu geçitleri falan yapıyorlar oralara, çok fena bir arazi orası ulaşım bakımından- Batum, Gürcistan’a bırakılırken denmiş ki “Türkiye Cumhuriyeti Devleti Batum limanından bilabedel, en iyi şekilde yararlanacaktır.” Yani Batum limanını biz kullanabiliriz; kullanmamışız, çünkü Çoruh Nehri dolayısıyla elviye-i selase dediğimiz yerde, oranın tek mahreci Çoruh’un çıkışı. Yani yol yok, yıllarca yok. Bugün bile zar zor yol yapıyorlar. Çoruh’ta taşımacılık yapıyorlarmış ve mesela oranın bildiğimiz sebzesi meyvesi bile Çoruh’un taşımasına muhtaçtı yıllar boyunca. İsmet İnönü’nün Çoruh’ta kayıkla gezerken fotoğrafı var. Çoruh’la beraber, bir şeyle beraber konuşmamı bitireyim. Şimdi Kanal İstanbul diyorlar. Yani gözle görülür Türkler lehine bir faydası yok. Zaten Boğaz’ımız var. Ama bir isim yıllarca bunu çalışmış, bu su işlerine baktığımda gördüm; Necati Ağıralioğlu diye. Hatta projesini de sunmuş Sakarya Valiliğine, 1999 depremi dolayısıyla rafa kaldırılmış bir proje: Sakarya Nehri’nin İzmit Körfezi’ne bağlanması. Böylece başka bir geçiş olacak Karadeniz’le Türk Denizi arasında, Marmara Denizi arasında. Bütün fizibilitesini yapmış; ticari olarak karını, çevre şartlarını... Hepsini yapmış. Böyle bir hazır proje var. Bu bugünkü bütün bildiğimiz taşımacılıklardan çok daha, hiç hesaba gelmeyecek kadar ucuz bir taşımacılık ve bunun bütün Türkiye’nin iç ticareti, dış ticareti ile alakalı istatistiklerini de yayınlamış. Yani yapılabilir bir proje. Mesela 1999 depreminden sonra rafa kaldırılmış deniyor ve o gün bugün de adı anılan bir şey değil. Kanal İstanbul dolayısıyla bile mesela adı anılmadı, kendisi de yılmış ki dile getirmemiş bu projeyi. Ve bunun aynı zamanda İzmit Körfezi’ni temizleyecek tek proje olduğunu da söylemiş kendisi. Deyip ben kârına dair bir şey daha söyleyeyim, bu akarsu taşımacılığıyla ilgili. Moskova’ya “beş denizin limanı” deniyor: Azak Denizi, Karadeniz, Baltık Denizi, Beyaz Deniz ve Hazar Denizi. Yani o beş denize limanı var Moskova’nın. Kanallar ve nehirler dolayısıyla ve ticaretin büyük bir kısmını öyle görüyorlar. Ve burda, bu memlekette, Rusya’da en az altı ay orayı kullanamıyorlar. Donuyor çünkü. O kanallar donduğu halde buna yatırım yapmışlar ve kazanıyorlar yani. Türkiye sınırları içindeki nehirlerde böyle bir donma meselesi de yok deyip teşekkür ediyorum.
İbrahim Kesgin:
Selamun aleyküm. Misak-ı Millî, Sevr Anlaşması'ndan önce ilan edildi. Yani bu kafirlere karşı bizim “Sizin planlarınız neyse veya ne olacaksa bunlara karşı bizim tavrımız budur”un ilanıydı. Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin kapanmasından sonra ve Urfa’nın Fransızlardan temizlenmesinden sonra Büyük Millet Meclisi açıldı. Ve bu Büyük Millet Meclisi, 16 Mart tarihinden itibaren İstanbul Hükümeti'nin almış olduğu kararları veya yapmış olduğu anlaşmaları tanımama kararı aldı. Yani Misak-ı Millî buna dahil değildi. Zaten başka türlüsü hesaba katılarak hareket edilemezdi. Ankara’da açılan bu meclisin, Misak-ı Millî üzerine bir yemin edip etmediği tartışıldı. Yani bazı kaynaklar meclisin doğrudan Misak-ı Millî için bir yemin ettiğini söylüyor. Fakat doğrudan bir yemin olmadığına dair de yazılar yazılmış. Doğrudan bir yemin olsun veya olmasın zabıt ceridelerine falan baktığımızda, Misak-ı Millî’den asla dönülemeyeceğine dair konuşmalar var mecliste. Yani Misak-ı Millinin değiştirilmesine yönelik yapılan çalışmalar da reddedilmiş. Misak-ı Millî Birinci Meclis'te yaşayan bir şey fakat bunu mecburi bir şey olarak görenler de var. Yani bir bela olarak görenler var; Mustafa Kemal bunlardan bir tanesi.
Sakarya Meydan Muharebesi Türk milleti için neden bir dönüm noktasıydı? Çünkü bizim Sakarya Muharebesi'ni kazanmamız beklenen bir şey değildi. Yani sadece bu, kafirler arasındaki bir beklenti değildi. İçerde de böyle bekleyenler vardı. Ağustos 1921’de Mustafa Kemal başkumandan oldu. Bu Mustafa Kemal’in sonradan siyasi kariyeri için de tehlike olarak göreceği bir şeydi. Mevcut durumda başkumandanlık da istediği bir şey değildi. Çünkü Kütahya-Eskişehir Muharebelerinden sonra çekilmenin ordu için bir hezimet olduğunu düşünen ve Mustafa Kemal’i de ordunun başına geçirerek hezimete uğratmayı planlayanların oluşturduğu bir zümre vardı mecliste. Yani onlara göre ordu çekiliyordu ve bundan sonra bir varlık gösteremeyecekti. Bu ordunun başına da Mustafa Kemal’i geçirip siyasi kariyerini bitirmeyi hedefliyorlardı. Aslında harbin kazanılacağına kendisi de ihtimal vermediği için başına gelecekleri de o planlananları da biliyordu. Birinci Meclis Lozan imzalanmadan önce feshedildi. Lozan’ı kabul etmeyecek mebuslar İkinci Meclis'te tasfiye edildi. Mehmet Akif Birinci Meclis'te vardı fakat İkinci Meclis'te yoktu. İkinci Meclis'te Yahya Kemal vardı. Yani Mehmet Akif İstiklâl Marşı’nda vatan derken vatan bildiğimiz yerler belliydi.
Harbi kazanacağımıza inanan bir avuç Müslüman vardı. Mareşal Fevzi Çakmak bunlardan bir tanesiydi. Yani Sakarya Meydan Muharebesi’ni kazanacağımız ümidini yitirmeyen Fevzi Çakmak’tı. Sakarya Meydan Muharebesi'ni idare eden de Fevzi Çakmak'tır. Yani bugün resmi tarihte, işte Sakarya Muharebesi’ni Mustafa Kemal’in idare ettiği gibi şeyler okutuluyor. Fevzi Çakmak’ın anlattıklarından öğreniyoruz ki Mustafa Kemal attan düşüp bir yerlerini kırdığı için Ankara’da dinleniyor. Yani bu hadise dolayısıyla resmi tarihin tahrifatı hakkında bir fikir sahibi olabiliyoruz. Daha Fevzi Çakmak hayattayken Afet İnan -ki kendisi hassaten Mustafa Kemal’in böyle şeyler için yetiştirdiği bir insandır, Selanik doğumludur aynı zamanda kendisi gibi- Sakarya'yla ilgili vereceği bir konferans öncesi mareşalle bir aracı vasıtasıyla irtibat kuruyor. Mareşal aracıdan öğreniyor ki bütün harbi Mustafa Kemal’e mal etmiş. Hakikati izah ediyor fakat nafile tabii. Yani bu tahrifat hadiselerin şahitleri daha hayattayken göz göre göre yapılıyor. Fevzi Çakmak kendisiyle mülakat yapan Süleyman Külçe’ye “Sakarya’da kimin çalıştığını öğrenmek istiyorsan git bak.” diyerek Halide Edib’in “The Turkish Ordeal” kitabını kaynak gösteriyor. Fakat adam kitabı bulamıyor. Yani kitap yok edilmiş. Mareşal 1944 yılına kadar orduyu bırakmadı. Her şeye rağmen onun yerini ikame edecek biri yoktu. Sakarya soyadını reddetti. 1944’te yaş haddinden görev süresi uzatılabileceği halde, ki kendisi de böyle bekliyordu, emekli edildi. O emekli edildikten sonra orduda olup bitene itiraz edecek de kalmadı. Demokratlarla birlikte asılmakla tehdit edildi ve 1950 seçimlerini göremeden öldü. Radyolar ölüm haberini verdikten sonra oyun havası çaldılar. Tabutunu top arabasına koydurmayıp askeri merasime mâni olan talebeler ve halk Beyazıt’tan Eyüp’e kadar naaşını omuzlarda taşıdı. Mareşal Fevzi Çakmak’ın başına gelenler varlığını Türk milletinin varlığıyla mukayyet gören birinin başına gelenlerdir. Aynı durum İstiklâl Marşı şairimiz Mehmet Akif için de geçerlidir. Yani bunlar “Ben olmazsam vatan ne yapar?” diye değil “Vatanım olmazsa ben ne yaparım?” diye düşünen insanlardı. Mehmet Akif ve Fevzi Çakmak ikisinin de Müslümanlıkları diğer yönlerine galebe çalan insanlardı. İkisi de görmezden gelindi ve devre dışı bırakıldı.
Sakarya Zaferi'ne kadar aslında biz kafire karşı neler yapabileceğimizi göstermiştik. Yani Çanakkale’de İstiklâl Harbi’nin Doğu Cephesi’nde ve Çete Harbi'nde yaptıklarımız bunun ispatıydı. Çanakkale’de olan muharebe, bizim Misak-ı Millî’yi ilan edebilmemizi ve bir İstiklâl Harbi verebilmemizi sağladı. Burada Sakarya ile Çanakkale arasındaki münasebet mühim bir şey. İkisinde de Türklerin artık ilerlemelere karşı bir şey yapamayacakları fikri hakimdi kafirler arasında. Biz ikisinde de bunun böyle olmadığını ispat ettik. Yani onlar ellerini kollarını sallaya sallaya geçeceklerini düşünüyorlardı Çanakkale’den. Ankara’ya varacaklarını düşünüyorlardı. Bizim Birinci Cihan Harbi'yle birlikte karşı karşıya olduğumuz şey tarihten silinme tehlikesiydi. Bu yüzden biz buna seferberlik dedik. Bizim ölümüz bunu gösterdi onlara. Sakarya’dan önce Antep ve Adana hala işgal altındaydı. Moskova Antlaşması Sakarya’dan önceydi fakat yani doğuda Kazım Karabekir komutasındaki ordumuzla yaptıklarımız orada belirleyici oldu. Yine Sakarya sonrası bir Kars Antlaşması var orada. Güneyde ise bizim pazarlık gücünü elimizde tutabilmemizi sağlayan, bir söz sahibi olabilmemizi sağlayan şey Sakarya zaferidir. Fakat biz Sakarya’da Yunanlıları ve ahalisini bozguna uğrattıktan sonra Büyük Taarruz denilen kovalama arasında bir yıl var. Bu aradaki bir yılda hangi pazarlıkların yapıldığı, kimlere ne sözler verildiğini bilmiyoruz. Şunu biliyoruz ki, Sakarya Zaferi'nin üstü Büyük Taarruzla örtülmüştür. Bu aradaki bir senelik muammaya kılıf olsun diye ön planda tutulan bir şeydir Büyük Taarruz. İstiklâl Marşı'nın da Sakarya Zaferinden sonra rafa kaldırılışına buradan pay biçebiliriz. Yine burada üstü örtülen hatta belli bir dönem baklava, börek gibi gastronomik münakaşalarla, dizilerle meşgul edilen Yunanlılarla olan meselemiz var. Lozan Antlaşması'nın 59. maddesi Yunanlıların tazminat ödemesine hükmeder ama aynı madde içinde bizim bu hakkımızdan feragat ettiğimiz yazar. Bunun karşılığında bize bırakılan yer Karaağaç'tır. Yani bugünkü Türk-Yunan sınırı Meriç Nehri ile çizilmiştir, bunun dışında kalan yani Meriç Nehri'nin batısında kalan tek yer işte Karaağaç'tır. Cumhuriyetin ilanından sonra da Yunanlılarla olan münasebetin Türkiye’de okutulan tarih dersi kitaplarında “Yurtta sulh, cihanda sulh!” ilkesi gereği yürütüldüğünden bahsediliyor ve yani bu münasebetler, ziyaretler, gelmeler gitmeler Mustafa Kemal’in böyle Misak-ı Millî gibi gerçekleşmeyecek hedefler peşinde milleti felakete sürüklemediğinden, gerçekçi davrandığından bahsediliyor. Bütün kitaplarda işte düşman müşman kalıplaşmış ifadelerle bir şeyler anlatıyorlar, sonra da buna dış politika diyorlar. Yani baklava börek bizim, Selanik onların. Yunanistan’da 2006 yılında altıncı sınıflar için Türk ve Türkiye konusunda ölçülü bir ders kitabı hazırlanmış. Türk imajını biraz yumuşatmış yani kitapta yazanlar ve bu kitap bir yıl okutulabilmiş Yunanistan'da, hadise çıkmış. Yani destekleyen Eğitim Bakanı 2007 seçimlerinde milletvekili bile seçilememiş, yerine gelen de kitabı okullara göndertmemiş yani Yunanistan'da Türk tehlikesiyle büyüyor çocuklar hâlâ. “Yunanistan ve Doğudan Gelen Tehlike” gibi kitaplar yazılıyor.
Bastığın yerleri "toprak!" diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehîd oğlusun, incitme, yazıktır atanı;
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.
Sakarya Meydan Muharebesi'nin olduğu alan 2015 yılında millî park ilan edilmiş. Orada sahada bulunan şehit mezarları daha yeni yeni bazı meraklıların şahsi çabalarıyla keşfediliyor. Bu insanlar internet haritalarından bakıp ya da sahada gezip orada mezar yerlerini tespit ediyor. O alandaki şehitlerimizin gömülü olduğu yerlerin hepsini tespit edip şehitliğe dönüştürecek bir seferberlik gösterilmiyor. Çanakkale'de de şehitlikler var biliyorsunuz bunu, fakat Anzak, İngiliz, Fransız mezarlıkları anıtları da var. Aynı zamanda o bölgede bir de “Anzak Koyu” var yani “Anzak Koyu” oranın resmi adı. Her sene oraya gelip bunlar “Şafak Ayini” denilen şeyi yapıyorlar. Üstünde haç olan, çan kulesi şeklinde anıtlar dikili. O bölgenin resmi adı “Çanakkale Savaşları ve Gelibolu Tarihi Alanı” yani beynelmilel bir tarihi alan statüsünde. Oradaki İngiliz, Anzak anıtlarının mezarlarının bakımını da işte İngiltere merkezli bir komisyon yapıyor. Kefensiz yatmak kime ne ifade ediyor ne düşündürüyor?
İstiklâl Marşı'nın bahsini açtığım kıtası İstiklâl Marşı Derneği'nin yürüttüğü siyasetin kaynağıdır. Buradan öğrendiğimize göre iki tür siyaset yürütülebilir: Atalarımızı incitmek üzere veya atalarımızı incitmemek üzere. Türk milletine bir sıfat biçeceksek, bu ya şehittir ya da şehit oğlu. Biz kendimizi şehit oğulları katında görüyorsak yürüteceğimiz siyaset atalarımızı incitmek ya da ettiğimiz yeminden dönmek üzere olamaz. Cennet vatanın neresi olduğunun bilincinden uzak bir siyaset yürütemeyiz. Türkiye'de bunun tersini yapanlar veya yapmaya söz verenler siyaset yapabildi ve hâlâ yapıyor. Bastığımız yerler bilimsel manada bir toprak parçası değildir. Bastığımız yerler vatan toprağıdır ve kafirler bu toprakların bilimsel olarak bir toprak parçası olduğunu kabul ettirmek için çalıştı ve hâlâ çalışıyor. "Bu topraklarda akıp giden bir tarih var, Türkler de bu akışın bir yerinde bu topraklarda yaşamış" fikri bu. Bilakis bizim varlığımız bu akışa karşı aldığımız tavır sebebiyledir. Gaza beylikleri döneminde Diyar-ı Rum’u Daru’l İslam haline getirerek toprakları da vatan kıldık. İstiklâl Harbi vererek de bunu ikinci kez gerçekleştirdik. Misak-ı Millî'yi ilan ederek Çanakkale ve Sakarya Muharebeleri'ni kazanarak bu tavrı ikinci kez gösterdik bir üçüncüsü olacak mı bunu tarihin akışı değil bunun karşısında yine bizim alacağımız tavır gösterecek. İşte buna ihtimal bırakmayacak şekilde Gaza Beylikleri'nin, Misak-ı Millî'nin, İstiklâl Marşı'nın ve Sakarya Meydan Muharebesi'nin sebepleri, failleri ve neticeleri hafızalardan siliniyor, gizleniyor. İstiklâl Harbi'nde kimlere karşı ne yaptığımız da her geçen gün hafızalardan silindi. İstiklâl Harbi sonrası hegemonya karşısında ilk önce İstiklâl Harbi ile kazandığımız tavrı muhafaza edebileceğimiz ne varsa, sonrasında da bu tavrı tekrar gösterebilmeyi bize temin edecek ne varsa bir bir hayatımızdan çıkarıldı. Bu tavrı almaya çalışanlar da yine etkisiz hale getirildi. Yazımızın, İslamî zamanın, ölçülerimizin hüküm sürdüğü topraklarda küfrün hegemonyası hüküm süremezdi. Bir İstiklâl Harbi verebildik fakat inkılaplar eliyle Türk milletine yapılanlar bugün tarihten silinme tehlikesi karşısında tekrar bir tavır sergileyip sergileyemeyeceğimiz hususunda bizi düşünmeye sevk ediyor. Bugün bilimsel bir Türkiye ideallerinin içinde işte biz böyle şeyler söylüyoruz.
Pozitif bilimler dediğimiz bilimlerin omurgası olan matematik hakkında Gödel'in gösterdikleri ile bilimin o vazgeçilmez değerlerinin hiç de öyle olmadıkları anlaşıldı. Bizim bir bilince ereceğimiz, kendimizi bulacağımız, şuurlanacağımız yer şiirimizdir. Bizim için en kestirme yol budur. Bu yüzden bizim ideologimiz, siyasetimiz; İstiklâl Marşı ideologisi ve siyasetidir. Kendimizi İstiklâl Marşı'nın muhatabı kabul edip şehit oğulları olduğumuzun şuuruna varabilecek miyiz veya Allah’a bizi de onların sırasına koyması için dua edebilecek miyiz bilmiyoruz. Allah’ım sen canımı alma diye dua eden var mı bilmiyorum. Elbet Allah canımızı alacak fakat biz bir şeye ererek can vermek istiyor muyuz? Gaza Beylikleri döneminde, Çanakkale’de, Sakarya’da, Bedir’de buna erenler, ermek isteyenler yaptı ne yaptıysa.
Temas ettiğim hususlara ve bahsini ettiğim tavır meselesine bir misal olması bakımından Reşat Ekrem Koçu'nun bir gazete yazısını naklederek konuşmamı bitirmek istiyorum. Bu hadise cereyan etmiş olsun veya olmasın yaşananlar zaten böyle şeylerdi. Yazının ismi “Sakarya'nın Tahta Bacaklı Mehmed'i” Sakarya Meydan Muharebesi yapılırken bir köylü kafilesi kağnıları ile cepheye cephane götürüyorlar. Oğulları, torunları Sakarya Muharebesi'nde olan ihtiyar kadınlar, çocuklar, iki ihtiyar adam, bir de gürbüz bir genç var bu kafilede. İhtiyarlar kadınlar ve çocuklar öküzlere ağırlık olmamak için yaya yürüyorlar gürbüz delikanlı da kağnıya yüklenen cephane sandıklarının üstüne oturmuş gidiyor. Bu kafile cepheden gelen bir atlı ile karşılaşıyor. Atlının ilk gözüne çarpan işte cephanenin üstünde arabasında oturan bu gürbüz delikanlı oluyor. Şöyle devam ediyor:
“- Merhaba ağalar... Merhaba nineler... Merhaba delikanlı!..
Bu sonuncu merhabada; "Delikanlı! Seni niçin askere almamışlar?.. Bu ihtiyarlar, bu çocuklar yürürken sen neye yürümeyip de öküzlere ağırlık oluyorsun?” diye soran bir mana gizliydi. Genç köylü zekiydi, anladı. Gözleri Sakarya ufuklarına doğru dalarak başını mânâlı mânâlı salladı:
“Bey!..” diye kekeledi. “Ben sakatım...” Ve güzel çakır gözleri yaşla doldu.
Bu gencin de birçok Türk çocukları gibi adı Mehmet’ti. Çanakkale muharebesine on sekiz yaşında gitmişti... Bir bacağını gülle alıp götürmüştü. Bir bacağı tahtadandı. Bir gazi idi. Şimdi yan yana, omuz omuza döğüşemediği arkadaşlarına kurşun taşıyordu.” Teşekkür ederim.
Durmuş Küçükşakalak:
Biz de teşekkür ederiz İbrahim’e. Fevzi Çakmak'ın emekliliğinden bahsetti ve bir şey hatırlattı. Millî şef İsmet İnönü birkaç sefer Fevzi Çakmak'a emekli olmasını imâ ediyor veya birileri aracılığıyla kulağına çıtlatıyor ve sonra bakıyor ki emekliliğini istemiyor! Emir subayını gönderiyor: Söyleyin emekliliğini istesin artık. Emir subayı durumu izah ettiğinde Fevzi Çakmak Kuran’ı Kerim’i çıkarıyor: "Bak ben doğduğumda babam bu sayfayı okuyormuş buraya günüyle ayıyla benim doğum tarihimi yazmış." diyor. "O gün geldiğinde ben bir gün beklemem emekliliğimi isterim merak etmesin İsmet."diyor. Yani önce de bahsettiğim gibi bir yerde yemin etmiş bir insan varsa orada başka bir şey vardır. Yani bunu Fevzi Çakmak niye yapıyordu, çok makam mevki hırsı olduğu için değil. O nöbet yerini kimseye bırakmam duygusuyla bu işi yapıyordu. Yemini olan yegâne millet ve diğerleri. Diğerlerinden pek bahsetmedik, kısaca ondan bahsedip toplantımızı sonlandıracağım. 1918 daha doğrusu 20. Yüzyılın ilk çeyreğine ait -internette bulabilirsiniz- bir müstemlekecilik haritası, sömürgecilik haritası açar bakarsanız Dünya’da iki şey olduğunu görürsünüz: Bir, istimlâk eden sömürgeci ülkeler, devletler; bir de müstemleke olan ülkeler. Bunun üç istisnası vardır dünya sathında: Birincisi Türkiye'dir, ikincisi İran'dır, üçüncüsü Afganistan'dır. Üçünün ortak özelliği ne derseniz her üç ülke de Rusya'nın güney sınırlarıdır!Bu tablonun Batılı müstemlekeciliğe karşı Rus politik tutumuyla bir irtibatı var fakat Türkiye’nin hususi konumu İran ve Afganistan’dan çok farklı. O hususiyet şu: Bu ülkeler arasında daha doğrusu tüm dünyada bileğinin hakkıyla İstiklal Harbi vermiş tek ülkede yaşıyoruz. Bağımsızlığı meşru olan tek ülkede yaşıyoruz. Diğerleri nedir? Diğerleri ya sömürendir ya da sömürülendir. Dolayısıyla Kapitalizm’in kendine bir şekil verdiği, kendine bağımsızlık hediye ettiği milletler ve ülkelerdir.
Türkiye çok sevdiğimiz bir kelimeyken yirmi bir yıllık AKP iktidarından sonra bu kelimeyi artık ağza almak tedirginlik veren bir ifade. Onun için biz ufkumuzdaki Türk topraklarına "Türkeli" demeyi tercih ediyoruz. Bize diyorlar ki; “ya bu deveyi güdeceksin, ya bu diyardan gideceksin.” Her yeri yamuk yumuk Türkiye devesini gütme hevesinde hiç değiliz. Bu diyardan gitme düşüncesi de asla aklımıza bile gelmiyor. Yani ne bu diyardan gideceğiz ne bu deveyi güdeceğiz. Çünkü biz deve çobanı değiliz. Bu ülke de, bu topraklar da deve güderek değil, deve çobanları sayesinde değil aynı zamanda gayet estetik bir vasıta olan, insanın üzerinde durduğu en estetik binit olan ata binenler vasıtasıyla vatanımız oldu. Deveye bir kastımız yok; -yanlış anlaşılmasın- mübarek bir hayvandır deve. Yani bu deveyi gütme derdinde değiliz, heveslisi hiç değiliz ama İstiklal Marşı edebi ve tarihî bir metin olduğu kadar siyasî bir metin olduğu için bizim duruşumuz da gayet siyasî!
Allah, Müslüman olarak canımızı alsın! Başka bir derdimiz yok. Bir Hadis-i Şerif okuyarak ben bu toplantıyı sona erdireceğim. Hadis-i Şerif şöyle: “Bir zaman gelecek milletler aç insanların yemek kabına üşüşmeleri gibi sizin üzerinize üşüşecekler. Bunun üzerine birisi şöyle dedi: O gün bizim çok az oluşumuzdan mı ya Rasulullah? “Hayır” dedi. “Belki çok olacaksınız fakat selin sürüklediği çöplerden farkınız kalmayacak. Sizin düşman üzerindeki heybetiniz onların kalplerinden söküp atılacak, sizin kalplerinize ‘vehen’ atılacak.” Birisi vehen nedir ya Resulullah dedi. “Vehen, dünya sevgisi ve ölüm korkusudur” dedi. Hadis-i Şerif böyle. Dünya sevgisi ve ölüm korkusu, bunun ikisinin toplamına medeniyet deniyor. Medeni insan; dünyanın içine hapsolmuş, öteyle alakasını koparmış insandır ve tüm medenî hayatı ölüm korkusu şekillendirir. Ölümden kaçarak bir hayat yaşanmaz. Böyle bir tedirginlikle, böyle bir tehlike içinde hissederek bir hayat yaşanmaz. Hayvanlar ölmemek için yaşar, o anı kurtarmak, o durumu kurtarmak için yaşar. İnsan ölmek için yaşar. Ama yeminli bir insansa şöyle diyebilir: "Vatan için ölmek de var / Fakat borcun yaşamaktır." Bu ancak yeminli bir insanın söyleyeceği sözdür. Bizi dinleme zahmetine katlandığınız için hepinize teşekkür ederiz, hayırlı akşamlar dileriz.
16 Şevval 1444 (6 Mayıs 2023) Cumartesi, Konya
İstiklâl Marşı Derneği bir usule bağlı olarak şubelerine kavuşmaktadır. Bu hususiyetin manası, bildiklerinin tamamı Allah’a kulluk etmekten ibaret olan,
Selâmün Aleyküm,
İstiklâl Marşı’nda, biri başlangıçta diğeri de daha sonraki bir kıtada olmak üzere iki yerde “korkma” sözü geçiyor.
Şimdi Türkiye’de bir şeyler Türkiye’nin lehine yürüyor, yürütülüyor olsaydı İstiklâl Marşı Derneği olarak biz bu hacimde bir salonda toplantı yapmazdık.
Selamünaleyküm!
İstiklâl Marşı Derneği, kurulduğu günden bugüne ilk defa kuruluş gayesinin kuvveden fiile geçmesi için gerekli toplantısını yapıyor.