... Birkaç gün sonra Fransa’da devlet başkanlığı ikinci tur seçimi yapılacak. Merak edilen şey seçimi kimin kazanacağından çok adaylardan birinin yüzde kaç oy alacağıdır. Merak konusu olan Jacques Chirac değildir. Onun kaç oy alacağı sorusu sebebiyle heyecana kapılan yok. Dünyanın her yerinde çok sayıda insanı Jean-Marie Le Pen’in dünyada bir istikbali temsil edip etmediği sorusu heyecanlandırıyor. Çok sayıda insan neye kurban edildiğinin ve kimlerin avı olduğunun derdini çekmediği için çok sayıdadır. Lionel Jospin’i geride bırakarak ikinci tura kalması dikkat çeken ve hasımlarının aşırı sağcı diye adlandırdığı; ama kendi taraftarlarının milliyetçiliğine hükmettikleri Le Pen yerküre üzerindeki bütün “çevre” ülkelerin “merkez ve yarı-merkez” ülkelere olan merbutiyeti, mecburiyeti hususunu bir esasa bağlamak üzere siyaset yapıyor. Bir esasa ihtiyaç duyulduğu, beyazlar dünyasının bir şirazesi olması gerektiği kanaatinde olan herkes onun değirmenine su taşıyor. Taşıma suyla değirmenin nasıl döndüğüne gözlerinizle şahit oluyoruz.
Seçim sonuçlarının ne olacağı büyük bir önem taşımıyor. Önemli şey şimdiden bu seçimin önemli olduğunun vurgulanması, tarihte bir ayrıntı gibi görülemeyeceğinin kabulü suretiyle vuku buldu. Eğer Le Pen % 20’yi aşamazsa dünya sisteminin lortlarının vurdum duymazlıklarının fütursuzca devam edebileceği, zahmet çekmeden ve ince ayarla meşgul olmadan dünyayı yönetebildikleri gözler önüne serilmiş olacak. Eğer karşımıza % 30 - % 50 oy almış bir Le Pen çıkacak olursa dünya sisteminin lortları birbirlerine çalışmalarını niçin daha dinamik ve daha disiplinli yürütmeleri gerektiği ikazında bulunacaklar. Her hal ü kârda Türklerin ve Türklüğün uğradığı zarar artacak. Çünkü şimdiden Türkiye’de kirli eller marifetiyle yürütülen siyaset apışıp kalma görüntüsünü saklayamaz duruma düşmüştür. Avrupa eğer Türkiye üzerine yaptığı planlarda mesafe kat etmeye niyetlendiyse Fransız seçimlerinden alınan sonuçlar bu niyetlerin ne yönünü, ne de uygulama şiddetini değiştirmesine yol açacak. Avrupa’da solcular tarafından desteklenen sağcılar “İki el bir baş içindir” demekten geri durmayacaklar. Onlar cumhuriyetlerini pekiştire dursunlar Türkiye’de hangi avanta peşindeki siyasetçi hangi dağa güvendiyse o dağın kendisini kıyasıya üşüteceği şimdiden besbelli. Türkiye’yi yönetir görünerek Avrupa’nın afiyetle yiyeceği kestaneleri ateşten alıverenler dünya olayları karşısındaki marjinal konumlarını hasretle yad edecekler.Dünyanın dilinden anlamadıklarını anlayacak düzeyde bile değiller.
“Irkçı olmadığımı kanıtlamam için ne yapmam bekleniyor?” diye soruyor Le Pen ve sorusunu “Siyahî bir kadınla evlensem ırkçı olmadığıma hükmedecekler mi ve hele bu kadının AİDS’li olması verilen hükümlerin kesinlik kazanmasına yetecek mi?” diyerek tamamlıyor. Bu sözler bize hangi ülkede yaşarsa yaşasın günümüz Avrupalısının taşıdığı; ama dışa vurmayı çıkarına uygun bulmadığı önyargıları hakkında bir fikir veriyor. “Ne sağ ne sol… Fransız!” Le Pen’in dâhil olduğu Milli Cephe’de atılan sloganlardan biri bu. Bu sloganın bir tür gizli hazine bulunduğunu ima eden vasfı her dönemde, her bölgede bir cazibe doğurur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında “Ne Marx, ne İsa!” diyenlere de, “Ne Amerika, ne Rusya!” diyenlere de çok rastladık. “Ne o, ne bu” diyenlerin gizlice “Hem o, hem bu” demedikleri ne malum? Nitekim, Milli Cephe destekçileri mekteplerin yemekhane listelerinden domuz etinin eksik edilmemesini ve 1994 yılında mekteplere konulan başörtüsü yasağının devam etmesini istiyorlar. Yani bilelim ki asırlar öncesindeki din savaşları da dâhil olmak üzere Avrupa’da olan biten her şey bize sadece korkuları sebebiyle çaresiz bırakılmışların toplumsal önyargılarının ulaştığı yeri gösterir. Hiçbir asırda Avrupalılar doğru konusundaki endişeleri sebebiyle harekete geçmemişlerdir. Avrupalıyı korkutamazsan kıpırdatamazsın. Churchill neden korkuyorsa Hitler de ondan korkuyordu. Hitler’in Avrupa önyargılarıyla çelişen hiçbir yaklaşımı olmadığı görüşü İngiliz tarihçi A.J.P.Taylor’a aittir. Yine bilelim ki, Avrupa kendi tarihindeki belli dönemlerde ruhunun muhtaç olduğu bedenlere kavuşmaktan geri kalmamıştır. Geri kalmak Avrupalıca hazırlanmış dolmaları yutanlara mahsustur.
Avrupa Birliği fikri bir ideali kuvveden fiile geçirme arzusunun değil, bir korkuyu izale edebilmek amacıyla hız kazanan ve Almanya ile Fransa’nın kapışmasını imkânsız hale sokmaya matuf bir çabanın uzantısıdır. Eğer ortada bir “ideal” olsa idi EURO kolayca “idealize” edilebilirdi. Hâlbuki ortak para kullandıkları için kendilerini eskisinden daha güvende hissettiğini söyleyen hiçbir Avrupalı yok. Bilakis, Avrupa ortak parası korku vermese bile güven aşılamaktan her gün biraz daha uzaklaşan bir özelliğe sahip. Artık Fransızların ve Almanların birbirlerinden korkacak halleri yok; öyleyse Avrupa Birliği’nin varlık sebebi ortadan kalkmıştır. Bu saatten sonra Avrupa ve ortak para noktasına kadar ilerleyebilen Avrupa Birliği hangi gelişmelere gebedir? Tahmin yürütmemize gerek yok. Gelişmelerin Avrupa’yı nereye götüreceği kehanetine başvurmadan da meselenin künhüne varabiliriz. Avrupalının korkularını kullanmakta kim maharet gösterirse siyasi geleceğini parlatmayı başaran da o olacaktır.
Bizi yarına taşıyacak olan bizi bu güne getiren tarihten başkası değildir. Ne türden bir şey devralmışsak ancak o türden bir şey devredebileceğimizi akletmeliyiz. Bilinçli bir toplum neyin bilincinde olduğunu bilen toplumdur. Dünyanın en bilinçli toplumları en az üç yüz senedir Avrupa’da yaşar. Avrupalılar neden, nelerden korktuklarının bilincindedirler. Avrupalılar Türklerden korkuları sebebiyle başlattıkları Haçlı Seferleri bekledikleri sonucu vermeyince dünyanın Türk gücünden birinci derecede etkilenmeyen bölgelerini keşfe çıktılar. Keşfettikleri yerleri zapt ettiler. Çünkü onlar Avrupalı yani Mağribi idiler ve mal buldukları takdirde ona sarılmasalar olmazdı. Avrupalılar zapt ettikleri yerlerde atalarının antik çağda yaptığını taklit gayesiyle koloniler kurdular. Türklerin sözünün geçmediği yerler Avrupalıların kolonizasyon sahası oldu. Avrupalılar kolonilerini hem yağmalayarak ve hem de üretken kılarak eskiden beri, XIV. asırdan beri, biriktirdikleri parayı aklın almayacağı kadar çok meblağa çıkardılar. Avrupa kolonilerinin üretkenlikte en başta geleni ABD biriktirdiği paranın herkesten fazla oluşuna güvenerek eski köye yeni adet getirdi. Beyaz Amerikalılara göre dünyadaki kolonizasyonu mümkün kılan işleyiş aracılığıyla kurulan düzen sona ermeli ve onun yerine kokakolanizasyonu mümkün kılan bir işleyişe dayalı yeni düzen geçmelidir.
Madem kokakolanizatörler kolonizasyona tu kaka demiştir; o halde kolonizasyondan şu veya bu türlü rahatsızlık duyan niceleri kolayca kokakolanizasyondan bir şeyler umar hale gelmişlerdir. Kolonizatörler arasında sağa veya sola meyyal olanlar vardır. Ayın şey kokakolanizatörler için de geçerlidir. Onların da bazıları sağcı, bazıları solcudur. Hepsinin ideologi alanındaki tercihinde tarihi askıya almak belirleyici rol oynar. Günübirlik çıkar hesabı hepsinin çok iyi bildiği bir şeydir; ama her günübirlik hesabın tarihte bir karşılığı olabileceği fikriyle bağlarını koparmışlardır. Bu yüzden kimseyi kolonizasyonla kokakolanizasyon arasındaki aile dayanışması ilgilendirmez. Hiç kimse aklını löpenizasyonun kokakolanizasyonun imdadına yetiştiği hususuna yormaz.
Gerekçesi ve mazereti ne olursa olsun kurulu düzenin sunduğu nimetlerle hayatını idame ettirenler mutlak dayanışma içine girmişlerdir. Kokakolanizasyon löpenizasyonu, löpenizasyon kokakolanizasyonu destekliyor. Birinin yaptığı felaket tellallığı yüzünden diğeri, ötekinin tehlike çanları çalması sebebiyle de beriki taraftar topluyor. Avrupalı (bu kelime bütün beyazlar dünyasını kapsamaktadır) sahip olduğu imkânların yeni bir dünya inşa etmek için elverişli malzemeler sağladığı konusunda hem kendini, hem de başkalarını kandırıyor. Kapitalizme muhalefet konusunda Avrupalının samimiyetten uzak oluşu kapitalizmin Avrupalılıktan nerede ayrıldığına bizzat Avrupalının karar vermeyişindendir. Kapitalizme muhalefet eden Avrupalı çareyi yağmalayıp perişan ettiği müstemlekelerinde yetişen değerlerde mi arayacak? Bu mümkün değil. Çünkü kolonizasyon müstemlekelerin dönüşümünün Avrupalı dönüşümle kaynaşması yolundan düze çıktı. Zengin arabasını dağdan aşırdı, fakir düzde yolunu şaşırdı. Düzde yolunu şaşırmak Türk’ün başına geldi. Modernizasyonunu kendi değerleri üzerine bina etmek yerine, Avrupalıdan, Avrupalıya özenmek suretiyle bir çıkış yolu bulabileceği “aklını” alan Türk’ten başkası değil. Türkiye nasıl kolonizasyona uğramadan kokakolanize edilmiş bir ülkeyse löpenizasyona uğramadan da yabancı düşmanlığının bütün belalarına çarptırılan bir ülke olabilir.
Dünyanın her köşesinde kozmopolit kültür hükmünü yürütürken bu yürüyüşten bizar olanların monodi arayışı bir sonuç verecek midir? Bu soruya Türklerden başka cevap verebilecek Allah’ın kulu yoktur. Onların da cevap veremeyecek kadar şahsi menfaat girdabında oldukları gözlemleniyor. Tarih boyunca dünyada sadece Türkler bütün başarısı bir korku medeniyeti kurmaktan ibaret olan Avrupa karşısında varlık gösterebilmiştir. Milâdın XIV. asrından XIX. asrına kadar devletle bireyin, bireyle toplumun, parayla mevkiin çatışması üzerine bina edilmiş Avrupa kültürü karşısında; bireyin himayesi devletçe üstlenilen, kişilerin toplumda yüksek değerlere gösterilen saygı arttıkça bireylik kazandığı, para ve mevkiin birbirlerine kefalet verdikleri Türk kültürü yer almıştı. Bu cümleleri yazarken kültürel üstünlük bahsini açanın tuhaf, çarpık bir konuma itildiğini biliyorum. Hangi kültürün diğer kültürlerden üstün olduğu sorusunu soranlar buldukları cevabın sorunun abesliğinden ibaret olduğunu fark ediyorlar.
Kokakolanizasyonun löpenizasyondan daha üstün bir kültürü temsil ettiğini savunma imkânına Türkiye’de sahipsiniz. Bu savunmanız ne kadar gerçekçi olursa Türk kültüründen o kadar uzaklaşacaktır. Eğer siz Türk kültürünün herhangi bir değerinden yararlanmak suretiyle löpenizasyona karşı kokakolanizasyonu savunuyorsanız bu yaptığınız kurt köpeği olmanın çoban köpeği olmaktan daha iyi olduğu görüşünü dile getirmekten öteye geçemez. Tersi de mümkün. Löpenizasyonun kokakolanizasyondan daha üstün bir kültürü temsil ettiğini savunabilirsiniz. Bu savunmanızda Türk kültürü yer işgal etmeyecektir. Eğer siz Türk kültüründen delil getirerek kokakolanizasyona karşı löpenizasyonu savunuyorsanız çoban köpeği olmanın kurt köpeği olmaktan daha iyi olduğu görüşünü dile getirmiş olursunuz. İnsana köpekleşmeyi yakıştırmayan bir kültürün arayışına bel bağlamak bize yakışmalıdır. Oysa tercihle meşgul olanların kendilerine ayırdıkları bekçi köpekliği payı bile gerek kokakolanizatörler ve gerekse löpenizatörler tarafından fazla görülmektedir. Tercihperestleri süs köpeği olarak bile kullanmak istemezler. Çünkü süs köpeği bakım ister ve masraflıdır. Kokakolanizatörler ve löpenizatörler ellerinin altında av köpekleri olsun isterler. Tazı veya teriyer olmak tercihpereste kalmış. Onlara kalmış; ama onlar aralarındaki melanet yarışında, yanımızda yöremizde bulunan çok sayıda insanı goygoycu olarak hep kullandılar. Tercihperestler senelerden beri kafamızı şişirdi. Bazıları bizi tazı olmanın faziletine inandırmaya çalıştı, bazıları da teriyerliğin soy ağacına dayanıp yâd ellere bağlanarak besiye çekilmedeki üstünlüğe bizi iknaa uğraştı. Türk kültüründen haberdar olanına ben rastlamadım. Oysa kıymet bilmeyenin kıymete sahip olamayacağını bizlere öğreten Türk kültürüdür.
İkinci Dünya Savaşı (1939–1945) sırasında birbirlerine ölüm gönderen tarafların hepsi rububiyet iddiasındaydı. Churchill, Roosevelt, Stalin, Hirohito, de Gaule, Petain, Mussolini, Hitler arasından birinin tercihini gerektiren bir seçime katılmak her birinin kendini Rabb görmesine hak vermek anlamına gelirdi. Soğuk Savaş (1945–1990) duyuların köreldiği ve av köpeklerinin kendi cinsleriyle övünmelerinin yadırganmadığı bir zamandı. Küreselleşme (1990- ) ise köpeklere, efendi seçme fırsatının bile verilmediği, köpeklerin yiyecekleri yüzünden serbestçe yarıştırıldığı bir dönemi başlattı. Le Pen olsun, Le Pen’i lanetleyenler olsun küreselleşmeye karşıymış gibi görünüyor. Bu noktadan kokakolanizasyonla löpenizasyonun nasıl birbirlerini “ağırladıklarım” fark etmemiz mümkündür. Bir anti-globalleşme kalabalığı bulundukları binayı kuşattığı sırada içeride bulunanlardan Jacques Chirac ‘Dışarıdakileri işitmeliyiz’ dememiş miydi?
İsmet ÖZEL,
(Cuma Mektupları-8 Sayfa, 78)
Marşımızın isminde yer alan istiklâl / استقلال kelimesi Arapçada olmayan bir kelimedir. Daha doğrusu evvelden olmayan günümüzde ise kullanılan bir kelimedir.
Biraz önce izlediğiniz panelde de arkadaşların sözlerinden İstiklâl Marşı Derneğinin niçin kurulduğuna dair birçok şey işittiniz. Bunlara muvazi olarak ben, bir şeyi netleştirerek devam edeceğim sözlerime.
İsmet Özel: Türkiyelilik ve azınlık kelimelerinin sıkça geçtiği bütün bu tartışmalar, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi müzakereye müsait bir ülke olarak görmesini sağlamak üzere yapılıyor. Yoksa hiç kimsenin gerçek düşüncelerini, gerçek beklentilerini, gerçek yönelimlerini gündeme getirdiği falan yok. Buna resmî makamlar da dahil, laf üreten birtakım tipler de.
Türk yerine Türkiyeli denmesinin anlamı sizce nedir?
İsmet Özel: Türkiyelilik ve azınlık kelimelerinin sıkça geçtiği bütün bu tartışmalar, Avrupa Birliği'nin Türkiye'yi müzakereye müsait bir ülke olarak görmesini sağlamak üzere yapılıyor. Yoksa hiç kimsenin gerçek düşüncelerini, gerçek beklentilerini, gerçek yönelimlerini gündeme getirdiği falan yok. Buna resmî makamlar da dahil, laf üreten birtakım tipler de.
Türk yerine Türkiyeli üst kimliğinin seçilmesi zırvasının üzerinde durmak lâzım: Bir kere "Türkiyeli" tabiri çelişkilidir.
Neden?
Çünkü Türkiye diye bir yerin olabilmesi için Türk'e ihtiyaç var. Yaşadığım, egemen olduğum topraklara ben Türk'sem Türkiye denir. "Ben Türkiyeliyim, ama Türk değilim." Bunu ancak gayri-Müslimler söyleyebilir. Müslümanların "Türkiyeliyim" demeleri saçma. Bir Müslüman'ın "Türkiyeliyim" demesinin bu topraklarla kendisi arasına bir mesafe koymasından başka bir anlamı olamaz. Herkes "Türkiyeliyim" dediğinde Türkleri nereye koyacaksın? Yok eğer burada Türkler zaten marjinal bir unsur ise niye Türkiye lafını, Türkiyeli lafını kullanalım? "Türkiyeli" yerine pekala "Küçük Asyalı" da denilebilir. "Türkiyelilik", Türk'ü Türkiye'den kovmaya, silmeye yönelik bir anlayışın, söylemin önerisi.
"Ağzında Geveleme, Türk Müsün, Gâvur Musun Çabuk Söyle" başlıklı bir yazı yazmıştınız. Şimdi "Ben Türkiyeliyim" diyenler...
İsmet Özel: Ağzında gevelemiş oluyorlar. Başından beri yaptıkları gibi yani.
Bundan sonra ne yapılabilir?
İsmet Özel: Bundan sonra atılacak adım, birtakım insanların Türk olmadıklarını beyan etmek. Bunun yanı sıra, Müslümanlığını vazgeçilmez sayan her etnik grubun Türk olarak adlandırılması gerekir. Yani adam Kürt, Boşnak, Laz, Çerkez... olup da Müslümanlığını vazgeçilmez sayıyorsa, buna biz Türk diyeceğiz.
Ya Türk denilmesini istemezse?
İsmet Özel: Kendisi bilir. Biz ona Türk demeye hiç meraklı değiliz. Kendisine Türk denilmesini istemeyene Türk demeyeceğiz.
"Ben Türk oğlu Türk'üm" diye haykıranlar da var?
İsmet Özel: Onları da Türk olmaya çağırıyoruz. Hem İslam'a düşmanlık göster, hem Türk ol, bu imkânsız. Şimdiye kadar Türkçü hareket içinde olan insanlar, Müslüman tavırlarıyla Türklüklerini ispat etmek zorundadırlar.
Bu bir hata mıydı, tuzak mı?
İsmet Özel: Türkiye'de Türklüğü Türkiyelilikle örtmeye çalışanlar aslında faka basmış durumda. Çünkü, Cumhuriyet'in kuruluşundan bu yana "Türk'üm, doğruyum, çalışkanım" derken, bunlar İslam'dan kopuk bir Türklük önerdiler. İslam'dan kopuk bir Türklük, netice itibarıyla ırkçı bir Türklüktür. Başka türlü olmaz. "Türkler varmış, bir dönemde Müslüman olmuşlar, tekrar o Müslüman olmadan önceki Türklere dönüyoruz" demekti bu. Şimdi, krizde olan "Atatürk milliyetçiliği" denilen şeydir... Türkler Müslüman olmadıkları halde gene Türk olabiliyorlarsa, buyursunlar olsunlar.
Sizin telakkinize göre Türk, kâfire karşı duran kişi. Sizin Türk'ünüz Türkiye'de yaşıyor mu? Yaşamakta mı?
İsmet Özel: 1918 yılında, 1914 yılında başlayan savaş bitti... 1918'de siyasi ve askerî bir güç olarak İslam dünyadan silindi. İbrani-Hıristiyan medeniyet sildi. İstiklal Harbi, bu kararın geçersizliğini ilan eden bir savaştır. Yani, İslam siyasi ve askerî güç olarak ortadan kalkmamıştır. Bunu gösterdi İstiklal Harbi. Aksi takdirde bana İstiklal Marşı'nı nasıl açıklarsınız?
O halde, bir kişi, İstiklal Marşı'nı sansürlemeden okuduğu, benimsediği takdirde Türklüğüne bir kanıt mı getirmiş oluyor?
İsmet Özel: Bu doğal değil mi? Türkiye Cumhuriyeti'nde Türkiyelilikten söz edenler bana İstiklal Marşı'nın açıklasın! İstiklal Marşı niçin böyle? "O ezanlar ki şahadetleri dinin temeli / Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli" Bizim İstiklal Marşımız bu! Biz İstiklal Marşımızdan vaz mı geçeceğiz? İstiklal Harbi, İslam'ın dünyada söyleyecek sözünün tükenmediğini göstermek üzere yapılmıştır. Yoksa yapılmazdı. Ve İstiklal Marşı da bu marş olmazdı. Bu çok önemli bir şey... Cumhuriyetin ilanıyla beraber oynanan oyunları hakikat yerine koymayalım.
Hakikat sayılan oyunlar?..
İsmet Özel: 1921 anayasasında devletin dini İslam, 1924 anayasasında devletin dini İslam; siz bana nasıl olur da Türkiye Cumhuriyeti'nin başka bir şeyle alakalı olduğunu söylersiniz? Bu büyük yalanı niye kabullenelim? Birtakım insanlar "Biz milleti kandırdık" diyemiyorlarsa, biz onlara söyleyelim: "Siz milleti kandırdınız."
Bu durumda Türk olmak aynı zamanda kandırılmayı reddetmek anlamına geliyor, değil mi?
İsmet Özel: Tabii. Türk olmak bir tercihtir. Madem ki Lozan'da gayri-Müslimler azınlık statüsündedir, Lozan'da "gayri-Müslimler de Türk'tür" denilmiyor, geriye Türkler kalıyor, geriye Müslümanlar kalıyor. Yani "Türk = Müslüman" formülünü Lozan getirdi.
"Bu kadar net" mi diyorsunuz?
İsmet Özel: Daha da netleştireyim: 1918 İslam'ın sonu olarak görüldü, buna bir itiraz doğdu; birileri dedi ki "Hayır, İslam ölmedi." Fakat, Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulmasıyla, hayatta kalması aynı şartlara bağlı değil. Kurulmasını İslam'a, ayakta kalmasını İslam'dan kopmasına borçlu. Aslında hiç garip değil, çünkü İbrani – Hıristiyan medeniyet diyor ki "Tamam yok olmamayı sağladın, ama devam etmeyi ancak benim iznime bağlı olarak gerçekleştirebilirsin."
Dolayısıyla?
İsmet Özel: Cumhuriyet ilan edildikten sonra farklı bir yön tutturuluyor. 1928'de, Cumhuriyet'in ilanından 5 sene sonra, anayasadan devletin dininin İslam olduğu ibaresi çıkıyor. Aynı yıl harf inkılâbı yapılıyor. İslam anayasadan gidince, Latin harfleri de anayasaya geliyor. Bütün bunları konuşmakta zorlanıyoruz. Çünkü Cumhuriyet kurulduktan sonra hep günü kurtarmaktan başka bir işle uğraşmamış devlet yetkilileri. Taş üstüne taş koymak diye bir şey yok. Koymamakla ayakta kalabileceklerini düşünmüşler hep. Bu akıl almaz bir şey. Yani bu birikime sahip bir toplumun, 81 senede, harekete geçtiği yerden daha geride olasını izah etmek çok zor.
Siyasiler ve topluma söz söyleyenler dahil kimse Türk olmaya yanaşmadığı için mi bu hale gelindi?
İsmet Özel: Türkiye'nin çekilip çevrilmesi, Türkiye'de bir işin üstesinden gelinmesi söz konusu olduğu zaman, bunu yapacak olanın kim olduğunun tespit edilmesi lâzım. Kimlik meselesi budur. Yapılacak iş, Türkiye'nin hem kendisini daha iyi bir hayata kavuşturmak, hem de dünya milletleri arasında hesaba katılır bir yere sahip olmasını sağlamaktır. Kim yapacak bu işi? Böyle bir soru sorulmamış Türkiye'de. Onun için Türk'ün kim olduğu, kimin Türk olduğu konuları kaynayıp gitti.
Türk kaynayıp gittiği için Türkiye de somut, sağlam bir zemin, [sizin vurguladığınız kelimeyle söylersek] vatan olamadı... mı?
İsmet Özel: Bunu anlamak ve durumdan vazife çıkarabilmek, o vazifeyi ifa edebilmek için "Türkiye muvakkat bir devlet mi, yoksa muvazzaf bir devlet mi?" sorusunu cevaplamamız lâzım. Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında muvakkaten, o sırada dünya şartlarının gerektirdiği zorlamalar altında, ister istemez kabul edilmiş bir siyasi birim mi, yoksa Türkiye geleceği olan ve tarih içinde kendine bir iş yüklemiş, kendine bir pay biçmiş bir ülke mi? Mesele burada.
...
Bu mülâkat 12.11.2004 tarihinde Gerçek Hayat Dergisinde yayınlanmıştır.
İstiklâl Marşı diyor ki: “Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak.” Demek ki, bir ocağın tüttürülmesi gerekiyor. Yani bizim bu ülkenin hayatiyetine katkıda bulunan insanlar olmaktan başka bir seçeneğimiz yok; bu ülkenin hayatiyetine katkıda bulunmayı kendine dert etmemiş her birey bu ülke aleyhine çalışıyor demektir.
İstiklâl Marşı herhangi bir metin değildir. İstiklâl Marşı 12 Mart 1921 günü TBMM tarafından millî marş olarak kabul edilmiştir. Yani İstiklâl Marşı’nın kanunî bir dayanağı vardır.
Hükümranlığı altında bulunduğumuz medeniyet çerçevesinde erkekler günlük hayatlarını sürdürmekte iken Müslüman kimliklerini dışa vurmak mecburiyeti altında kalmıyorlar.
Hevvez, hutti, kelemen
Ben bu işe gelemen
Bacaklarım gısacuk
Falakaya giremen
(Türk çocuklarının bir tekerlemesi)
İstiklâl Marşı, İstiklâl Harbi’nden önce ve onun kazanılması için yazıldı; buna bir katkı ya da destek olmak üzere yazıldı. Yoksa işler bittikten sonra hikâye olsun diye değil. İstiklâl Marşı, eğer dünyada Türk hayatı diye bir şey varsa, bu Türk hayatının en kritik döneminde yazılmış bir metin. Türk hayatı şimdiye kadar bir şekilde vardı, bundan sonra da olacak mı sorusuna cevap vermek üzere yazılmış bir metin İstiklâl Marşı. O yüzden İstiklâl Marşı’nı Türk hayatı dediğimiz şeyin varlığı ve idamesi için elzem bir unsur olarak görmek bizi bir araya getiriyor.
İsmet Özel, Bir Akşam Gezintisi Değil Bir İstiklâl Yürüyüşü, s.163